Burhan Sönmez: “Edebiyat yalanı yalan olmaktan çıkarır…”
Kuzey ve Masumlar gibi romanların yazarı Burhan Sönmez’in üçüncü kitabı “İstanbul İstanbul” İletişim Yayınları’ndan çıktı. Sönmez romanını İtalyan yazar Giovanni Boccaccio’nun ölümsüz klasiği Decameron’dan ilhamla yazmış. Orada bir veba salgını sırasında karakterler birbirlerine 10 gün 10 gece boyunca hikayeler, masallar anlatıyorlardı; aynısını burada hapishanedeki mahkumlar yapıyor. 10 gün ve 10 gece boyunca hücrede İstanbul konuşuluyor. “Neden İstanbul?” diye soruyorum röportajımızda Sönmez’e. “İnsan bazen insana benzemez de, kentler insana benzeyebilir. İstanbul, yaşadıklarıyla, tanıklık ettikleriyle, sakladıklarıyla insanın derinliklerine kök salan müstesna bir mekân. Bazen çok konuşan, bazense dilsiz… Eh, onca çekiciliği, kirliliği, bozuluşu ve yeniden yapılanışıyla orada dururken, İstanbul’a el atmamak olmazdı, olamazdı” diye cevap veriyor.
Burhan sönmez: “Hakikat, geçmişin kendini gelecekte var etmesidir”
“Edebiyat yalanı yalan olmaktan çıkarır…”
10 günlük bir zaman dilimini kapsıyor “İstanbul İstanbul”. Ama tabii geriye dönüşlerle bu süre genişliyor, uzuyor. İstanbul’u bir hapishane hücresinden anlatmak fikrinden söz eder misiniz? Görülen İstanbul’u değil hatırlanan ve hayal edilen İstanbul’u anlatıyorsunuz.
Kitapta hücre, hayatın pek çok vechesinden sadece bir tanesi. Hücrede olmak ama aslında orada olmayı zihinde aşarak, kendi içinde başkalaşmak, başka olmak… Borges, “Mutluyken pek bir şeyin farkında olmazsınız, farkında olmak mutsuz eder” der. Şimdi bunu tersine çevirelim ve hücrenin o titreme, korku billurlaşmasının olduğu odağa dönerek orada mutsuzluk yaratması gereken o daracık evrende, mutlu bir insan olmanın saf arayışına bakalım. Hücrede insan zorlukların çıplak yalnızlığında insan olmayı deniyor. Bu durumda tek bir hücreden değil, “insan” dediğimiz hücrelerden, onların var olma çabasından söz etmek daha doğru. Burada da işte hayal devreye giriyor. Hayata tutunmanın ve zaman denen sınırı aşmanın bir yolu bu. İstanbul, bu hayalin tükenmez kaynağı, gizli öznesi ve merkezi… Zorlukların aşılmaz göründüğü yerde hayal gerçek ile yer değiştirir ve gerçeğin o dayanılmaz gerçekliği bazen sadece hayale tutunarak aşılır. Dillerde ve hayallerde direniyor, hayallerin direnmesine yardım ediyor.
“İstanbul İstanbul” minik ölçekli bir 1001 Gece Masalları gibi, o masalda Şehrazat, bu romanda ise mahkumlar sağ kalabilmek için masallar, hikâyeler anlatıyorlar. Romanınızın sadece İstanbul’la değil, hikâyenin gücüyle de ilgili olduğunu söylersem ne dersiniz?
Önemli bir nokta bu. Yaşadığımız kenti trafiğinden geçim sıkıntısına kadar bütün sorunlarına rağmen seviyorsak, bunu o kenti zihnimizde canlı tutan imgeler sayesinde başarıyoruz. Hikâyeler bize gerçeğin içindeki başka katmanları verirken, dünyayla aramızdaki bağı farklı bir yerden örüyor. Ölümü, korkuyu ve acıyı aşabilmenin pek çok yolu var, mizah gibi, hikâye anlatmak gibi… “İstanbul İstanbul” bu açıdan, bir geleneği yeniden kuruyor ve o kurma çabası içinde İstanbul kentini de yeni baştan, yeni bir gözle yaratıyor.
Ama tabii hapishanede, işkencenin gölgesi altında anlatılan hikâyeler hep eksik kalmaya mahkum. Çünkü hikaye anlatırken birbirlerine sırlarını ifşa ederlerse bu, ölümlerine sebep olabilir. Zira işkence altında kimin ne kadar çözüleceği belli olmaz…
Evet, kahramanlar, yaşamla ölümün, tek parça kalmakla parça parça olmanın kıyısında, kendi gerçeklerini minimalize ederek azar azar anlatmayı deniyorlar. Az az anlattıkları, üçüncü ellerde birbirlerinin aleyhine kullanılacak bir şeye dönüşmemeli. İşkence halinden değil sadece, daha geniş bir manada insan olma halinden bahsediyoruz. Sır! Hayat, bir sır, insan bütünüyle sır. Ama sırların bazen zorlandığı, büküldüğü yerler vardır. İşte buna meydan vermemek adına dikkatli birer hayat ve hayal anlatıcısı oluyorlar. Hikâyeler ve içindeki İstanbul, insanı ele vermemek adına kendilerini ele veriyor diyebiliriz. Yer altında hikâyeyle soluk almak, hikâyeden güç almak, insandan güç almaktır. İstanbul, onca karmaşasıyla burada dev bir şemsiye görevi üstleniyor ve romanda yeni bir kahraman, baş kahraman rolüne bürünüyor.
Şahsi öykünüz ne kadar girdi romana? Karakterler arasında siz de var mısınız?
Ben de bu ülkedeki pek çok kişi gibi, hapishanenin, oradaki insan karşıtı muamelenin tanığı ve muhatabı oldum. Ama kitabın tüm kahramanları yazara ait değil mi zaten? Oradaki herkes bir yanıyla benim! Ama aynı zamanda ben oradaki hiç kimse değilim! Kitabın geniş perspektifinde bir ülke, bir kent, bir kültür, bir insan panoroması görülsün istedim.
Gerçekle oynamayı seviyorsunuz. Mesela romanın başında mahkumlardan biri karlı buzlu bir İstanbul hikâyesi anlatırken, “Soğuktan donuyoruz zaten, yeter bu karlı fırtınalı hikâyeler” itirazı geliyor. Bunun üzerine mahkum da aynı hikâyeyi kavurucu güneşin altında geçiyormuş gibi anlatıyor. Yani bu küçük yalan karşı tarafın hikâyeyi can kulağıyla dinlemesini mümkün kılıyor. Edebiyatın biraz da bu, yani gerçeği yalanla iç içe geçirebilme sanatı olduğu söylenebilir mi?
Fichte, büyük düşünür, “Lohusada, ölmek üzere olan bir kadına, bebeğinin öldüğünü söylemek gerekir mi?” sorusuna, “mutlaka doğruyu söylemek gerekir, çünkü bu tek bir insana ait bir durum değil, bütün insanlığa ait bir durumdur” yanıtını verir. Yalansız gerçek! Felsefe bazen böyle bir iddiada bulunabilir, bunun hayat karşısındaki zorluğunugeçelim. Edebi düzlemde, Tolstoy eşsiz bir yalancı mı yoksa yaratıcı mıdır? Sanat, günlük hayatın “yalan” sandığı şeyi bir “yaratma” eylemi olarak taşır kendinde. Sevdiğimiz yazarlar, kendi sözlerinin dehlizlerinde kaybolurken bize yalanı mı, salt gerçeği mi veriyorlar? Yoksa iç içe geçmiş iki durumu mu? Edebiyat, yalanı yalan olmaktan çıkarıp, onun hayatla yer değiştirmesini sağlama becerisidir de. Yazarın buradaki yaratıcılığı, gerçeğin zıddı değil, onun dönüştürülmesi, olmadık hale sokulması ve kafalarda bir inanç haline getirilmesidir kimileyin. Bir hikâyeye inanmak dediğimiz şey, olmamışa inanmak diye basitçe geçiştirilemez. Onun insanın ruhunda karşılığı olduğunu unutmamak lazım. Bu yüzden, nice gerçek vardır ki, insanda karşılığı yoktur, nice hikâye vardır ki, içimizde karşılığı bulunur.
Daha önce Egoist Okur’a verdiğiniz röportajınızda “Romantik ve gerçekçi bir yolda olduğumu hissediyorum. Sadece romantik olan aslında tek yanlıdır, sadece gerçekçi olan ise eksiktir” demiştiniz. Bunu anlatmanızı isteyeceğim…
Romantizm, insanın eksikliğinin, esrikliğinin derin yarılmasının, yabancılaşmanın boy vermesinin olduğu yerde bir ad, bir çağrıydı. Ama çağrısını tek yanlılığını çokça düşünmeden yapmak gibi bir naifliğe de sahipti. Gerçek nedir? Gerçeğin ne olduğunu kim söyleyebilir. Biz gerçekliği, gerçek zannediyoruz. Halbuki elimizdeki gerçeğin saysız türevlerinden herhangi biridir. Romantizmin, gerçeğin onca hırçınlığına rağmen, gerçek denen şeyi bulmadaki çaresizliği, insanı ikisi arasında bir arayışa itti. Son iki asrın edebiyat geleneği içinden bakıldığında bu romantik çaba, dönemi açısından saygıdeğer olabilir ama kesinlikle yetersiz. Artık romantizmin de gerçeğin de tersi hallerine meftunuz ve açıkçası ben öyle yol almak isterim. Sözünü ettiğiniz röportajda verdiğim yanıt, edebiyat denen realitenin bir ânına ve yanına karşılık gelmiştir ama bu cevap da diğer hepsi gibi sürekli değişebilir, değişir de.
“Dünyanın gerçekliğini daha hakiki kılmanın” yolu nedir?
Bir paradoks olarak, Virginia Woolf’un sözünü hatırlayalım… “Gerçek denen kahrolası şeyden bir tane yeter.” Gerçek, gerçek, gerçek, diye sürekli vurgulamak yerine, hayallerden vazgeçmemiş insanın yarattığı dünyayı dile getirmek ve bunu istemek, yeni bir insanın ve yeni bir İstanbul’un varolması demektir.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest