“Edebi” lezzetler gerçek hayatta
Türk edebiyatından lezzetleri gerçek yemeklere dönüştürmeyi ve fotoğraflamayı istesem, mesela bir Gülbeşeker Tatlısı tasarlayıp çekmeyi düşünebilirdim. Bilirsiniz, Çalıkuşu’nda vardır. Daha doğrusu yoktur da, bizim delifişek Çalıkuşu Feride var olduğunu sanır. Halbuki o tatlı aslında tatlı falan değildir de… Neyse ya, size romanı anlatmayayım, okumuşsunuzdur zaten.
Her neyse, böyle bir işe bizde girişmiş biri var mı diye merak ettim, baktım iki yıl önce Artanç Savaş enfes bir haber hazırlamış. Buraya da alıyorum.
Artanç Savaş, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu, Elif Şafak’ın İskender, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, Aslı E. Perker’in Sufle, Orhan Kemal’in Baba Evi, Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanlarından yola çıkarak roman lezzetlerini yazmış. Siz de artık tadını çıkarın :)
“Edebi” lezzetler gerçek hayatta
Bir romanda okursunuz o sahneyi. Kahramanımız yemek yer sevdikleriyle ya da tek başına. Ve o sahne iz bırakır aklınızda. Belki o an, orada olmak istediğinizden, belki de sahne sizi kendi geçmişinize götürdüğünden… Elbette farkındayız; herkesin ‘edebi lezzet’i ayrıdır. Ancak birkaç örnek vermek istedik. Usta kalemlerin anlattığı lezzetleri satır aralarından çıkardık, şef Vedat Başaran’la sizin için hazırladık
Kiminin tutkusu edebiyattır, kimininki mutfak. Gönlü mutfaktan yana olanlar nasıl iştahla yerse yemeklerini, edebiyat tutkunları da benzer bir iştahla okur kitapları. Bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu bazıları içinse, ayrım yapmak hiç kolay değildir. Çünkü onların edebiyat tutkusu, mutfak sevgileriyle eş düzeydedir. Malum, tutkuyla sevgi yan yana geldiğinde ortaya çıkan duyguya da aşk denir! Uzun lafın kısası, böyle bir ‘aşk’la koyulduk yola az sonra okuyacağınız haberi hazırlamak için. Belleğimizde Türk edebiyatının sevilen kitapları, usta şef Vedat Başaran’ın kapısını çaldık. Ve bu kitaplardaki unutulmaz yemekleri, şefliğini Başaran’ın yürüttüğü Nar Lokantası’nda sizin için hazırladık. Biliyoruz ki bu topraklarda dostlarla paylaşılmayan ziyafete ziyafet denmez. Öyleyse gelin paylaşalım usta mutfağından çıkma ‘edebi lezzet’leri…
Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu
Okul müdiresinin, baş karakteri Feride’ye taktığı lakaptan almıştır adını Reşat Nuri Güntekin’in klasik romanı Çalıkuşu. Çocukken tanırız onu; içi içine sığmayan, coşkulu bir kızdır. Ancak bir o kadar da masum ve kırılgandır. Yıllar geçip öğretmen olduğunda; kendisine başka çıkış yolu bırakmayan aşk acısının etkisiyle, idealizme (veya kaçış arzusuna) dönüşür çocukluk mirası coşkusu: Feride, artık ücra Anadolu köylerinin ‘Muallime Hanım’ıdır. Öyle etkileyici anlatılmıştır ki yaşadıkları, o dönem romanı okuyan sayısız kadın, genç Cumhuriyet’i geleceğe taşıma arzusuyla Anadolu’daki okulların yolunu tutacaktır. Diğer yandan Kâmran’a aşkı nedeniyle çektiği çilelere ve Anadolu’nun ‘engebeli’ yaşantısına rağmen, çocuksu alışkanlıklarını yitirmez Feride. Kendi deyimiyle ‘dünyada en delicesine sevdiği şey’ fondandır örneğin. Bir seferinde şöyle anlatır bu şekerleme hakkındaki düşüncelerini: (…) Ben şimdi yalnız fondanlarımla meşgul görünüyordum. Bir mücevher muhafazası seyreder gibi sevinçle kutuya bakıyor, içinden çıkardığım şekerleri, bir resimli gazetenin üstüne sıralıyordum. Aynı zamanda da saçmasapan şeyler söylüyordum: – Bunları yemek bir sanattır, Kâmran. Bak, mesela sen şu sarıyı kırmızıdan evvel yemekte bir zarar görmezsin değil mi? Halbuki ne yazık? Çünkü kırmızı; hem fazla tatlıdır, hem biraz nanelidir. Onu evvela yersem sanırım o nazik lezzetine, o şairane kokusuna yazık olur. Ah canım şekerler. İnsan, onları ağzında eritirken yüreği de beraber eriyor… Belki öğrenciliğinde Kâmran’ın ona fondan hediye etmesidir bu tutkunun sırrı. Belki başka bir şey. Ama biliriz ki Feride’yi Çalıkuşu’na ve hatta ‘Gülbeşeker’e dönüştüren etkenler arasında Kâmran kadar olmasa da fondanın da yeri vardır.
Elif Şafak, İskender
Elif Şafak’ın edebiyat dünyamızda çokça tartışılmış romanı İskender’in en sahici karakterlerindendir Elias. Londra’daki Eflatun Lokantası’nın şefidir aynı zamanda. 25 Aralık 1977 günü, lokantada Noel yemeğini hazırlamaktadır: (…) Kremalı mantar sosunu yavaşça karıştırdı. Neredeyse hazırdı. Ateşten almadan mutlaka bir tutam muskat ekleyecekti. Bu onun küçük sırrıydı. Ve bugün her şeyin mükemmel olması gerekiyordu, çünkü Noel’di. (…) Muskat ilave ettikten sonra sosu bir daha karıştırdı, ocağı kapattı. Yardımcı şef anında belirdi ve 55 porsiyon bonfilenin üzerine dökmeden evvel soğuması için porselen kaba aktardı. Elias kolundaki saate şöyle bir göz attıktan sonra, bir sonraki yemeğe başladı. Birkaç saniye sonraysa Pembe gelecektir Elias’ın yanına. Yeterince kalpten severse, Külkedisi olmaktan çıkarıp göz kamaştırıcı bir prensese dönüştürebileceğine inandığı, mahcup Pembe…
Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi
Pamuk’un pek çok eserinde olduğu gibi, güçlü bir cümleyle başlar Masumiyet Müzesi: “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Bu an neden mutludur; bu mutlu anda başlayan şey aşk mıdır, fiziksel bir düşkünlük müdür, yoksa Kürk Mantolu Madonna’da Raif Bey’in yaşadığına benzer hastalık derecesinde bir tutku mu, karar size kalmış. Bizim yorumumuz şöyle: Hayatta pek bir hedefi olmayan, Kemal, içine düştüğü ilişki üçgeni sayesinde kendine ilk kez sahici bir mücadele alanı bulmuştur. Mücadele, durağan yaşamını renklendirmiştir. Dolayısıyla ‘uzaktan akraba’ Füsun kendisinden koptuğunda bile, aslında ‘Füsun öncesi’ yaşamından daha mutludur. Çünkü artık bir hedefi vardır ve ona ulaşmak için her şeyi yapmaya hazırdır. “Her şeyi yapmaya hazırdır,” dememiz hafife alınmasın: Kızın evlenmesini bile umursamadan tam yedi yıl boyunca, 1593 kez akşam yemeğine gider Kemal, Füsun ve ailesinin evine. Elbette sorfadaki yemekler de, en az konuğun hissettiği duygular kadar çeşitlidir; acılısı da vardır tatlısı da, ekşisi de vardır tuzlusu da: Mercimek çorbası, enginar, ayvalı hoşaf, dolma, lakerda, börek, çay ve elbet bol buzlu rakı…
Aslı E. Perker, Sufle
Aslı E. Perker, üçüncü romanında, hayal kırıklıklarının en keskin sembolünü ve iyileşmek için en güzel ilacı bir yemek tarifinde, suflede bulan üç kırık kalbin hikayesini anlatıyor. Karısı Clara’nın yasından arınmak için yemek yapmayı öğrenen Marc, yatalak olmak için elinden geleni ardına koymayan annesinden tek kaçışı mutfakta bulan Ferda ve evinde kalan pansiyonerlere yemek yaparak geçmişin hayal kırıklıklarından kurtulmaya çalışan Lilia… Anlatıcı, sufleyle hayatın birbirine ne kadar benzediğiniyse, belki de en iyi şu satırlarla anlatıyor: (…) Lilia, suflesinin ortası her çöktüğünde kendi yaşamını görüyordu sanki. Kendi yaşamında da ne kadar çabalarsa çabalasın bir anda ruhunun ortası çöküveriyor, hayat etrafına yıkılıveriyordu. İniş çıkışları efsanevi sufleden farklı değildi. Ne zaman fazladan sevinecek olsa bir anda bir mutsuzluk gelip kapısını çalıveriyordu.
Orhan Kemal, Baba Evi
Baba Evi, Orhan Kemal’in çocukluğundan izler taşır. Okurken fark edersiniz: Kemal içini dökmüştür bu romanda. Ailenin huzurunu bozan otoriter babasından yakınır; merhametli annesiyse mutlu anlarının kahramanıdır. Diğer yandan yokluk ve açlık da Kemal’in romanında ön plandadır. Bu nedenle bazılarınız, son paragrafında “Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın küreyvelerinde duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahîm olan soyum, insan soyu, sen ebedî tokluğu fethedeceksin!” satırlarının yer aldığı bu romana, yemek ve edebiyat konulu bir çalışmada yer vermemizi yadırgayabilir. Ancak sakın ola unutmayın: Tok, açın halinden anlamaz. Açlığı yaşamamış kimse, bol soğanlı bulgur pilavının yanında yenilen turşunun lezzetini, Kemal’in Baba Evi’nde yaptığı kadar lezzetli anlatamaz!
Halide Edib Adıvar, Sinekli Bakkal
İkinci Abdülhamid devri İstanbulu’nun canlı bir kenar mahallesidir Sinekli Bakkal: “Evler hep ahşap ve iki katlı. Köhne çatılar; karşıdan karşıya birbirinin üzerine abanır gibi uzanmış eski zaman saçakları.” Renkli karakterlerden mürekkep kalabalığıyla, günümüzün kenar mahallelerini andırır. Ayrıca tıpkı bugün gibi, gelenekçi Doğu’yla yenilikçi Batı arasında sıkışmıştır mahalle sakinleri. Diğer yandan iki dünya arası çatışmanın yok edemediği bir şey vardır: Mahalle kültürü. Güzel sesli Rabia, şen şakrak Kız Tevfik, imam ve Rabia’yla evlenmek için din değiştireren İtalyan müzik hocası Peregrini, derviş, imam… Farklı sosyo-ekonomik sınıflara mensup bu karakterler, yer yer karşı karşıya gelseler de, mahallenin sıcaklığı onları bir araya getirir. Tıpkı bir Hıdırellez gününde olduğu gibi. Peki o gün menüde ne vardır? Biz susalım, Halide Edip söylesin: Tepelerinde mor, mavi gökte tepsi kadar beyaz bir ay, onlar altında kuzu kızartmasını, pilavı bir ayin ciddiyetiyle ağır ağır çiğnemeye başladılar…
Yusuf Atılgan, Aylak Adam
Yusuf Atılgan, bir ismin bile çok görüldüğü C.’nin hikayesini anlatır Aylak Adam’da. C., bir ilkyaz günü, Karaköy’de yüksekokul öğrencisi Güler’le tanışır. Ardından kimselere görünmemek için uzağa, Sarıyer’de bir balık lokantasına giderler. (…) Denizden yana köşedeki masaya Güler’i, ötekilerin bakışlarından tedirgin olmasın diye arkası onlara dönük oturttu. O aldırmazdı. Lokantalarda oturdupu masaya başka gelenler olursa, çevresine büyük şehir yalnızlarının bildiği görünmez perdeleri çekerdi. Garsonun uzattığı listeyi aldı. “Biraz sonra uğrarsın,” dedi. Biraz sonra uğrar garson. İki kılıç şiş, iki ıstakoz, iki bira ve bir ufak şarap isterler. Vakit geçtikçe, içkinin etkisiyle rahatlar Güler. Ardından C. sorar: – Artık çekinmiyor musun? – Onlardan mı? Sen yanımdayken vız gelirler bana!
Artanç Savaş
Subscribe
0 Comments
oldest