Hepimizi yaran dil uysal, efendi olabilir mi?
“Dev gökdelenler ya da cam plazalar değil; camdan mezbahalar… İroni değil, dokundurma, anıştırma, ima etme değil. Metafor hiç değil. Daha çok nesnelere, eşyalara ve şeylerin ruhuna sinmiş bezginliğe karşı, aslında gayet iyimser bir nihilizmle beslenen gizli bir mizah. Ama nasıl bir mizah İzzet Yasar’ınki? Kahkahalar mı atacağız Camdan Mezbahalar’ı okurken? ‘Hesaplanmış şakalara gülmesi garanti’ okuyucu ne bulacak bu hikayelerde?”
İzzet Yasar’ın toplu öykülerinde ne bulacağımızı ve onun hiç de uslu olmayan edebiyatını kendisi de yayınlanmasını çok istediğim birkaç müthiş romanın yazarı olan arkadaşım Alp Buğdaycı yazdı. Neden bi türlü yayınlanamadıklarını belki buradan okursunuz. Ama bu ayrı konu, bugünkü konumuz İzzet Yazar… Alp’in deyişiyle, “Saf gerçeklik, duru dil. Hayata indirilen kıldan ince kılıçtan keskince kelimeler, darbeler; eleştiri değil, tespit değil. Acımasızca biraz. Ama hepimizi yaran dil, efendi veya uysal olabilir mi, boyun eğebilir mi, yerlerde sürünebilir mi?”
Unutmadan, Alp’le gelecek için birkaç projemiz var, vakitsizliğimden belki de tembelliğimden ötürü bir türlü el atamadığım ve başlayamadığımız… Ama o zamanda dek Egoist Okur’da yazılarını okumayı çok istiyorum.
Hepimizi yaran dil uysal, efendi olabilir mi?
Dev gökdelenler ya da cam plazalar değil; camdan mezbahalar… İroni değil, dokundurma, anıştırma, ima etme değil. Metafor hiç değil. Daha çok nesnelere, eşyalara ve şeylerin ruhuna sinmiş bezginliğe karşı, aslında gayet iyimser bir nihilizmle beslenen gizli bir mizah. Ama nasıl bir mizah İzzet Yasar’ınki? Kahkahalar mı atacağız Camdan Mezbahalar’ı okurken? “Hesaplanmış şakalara gülmesi garanti” okuyucu ne bulacak bu hikayelerde?
Modern Cam Mezbahalar’daki hayata karşı bizi ayakta tutan kelimeler bunlar. Uslu edebiyat? Hayır. Çoksatar roman tasarımları? No! Reklam ışıklarının, parlak neonların ötesinde; edebiyat baronlarıyla işbirliği içindeki ajanların ilgilenecekleri yazarlardan değil. Saf gerçeklik, duru dil. Hayata indirilen kıldan ince kılıçtan keskince kelimeler, darbeler; eleştiri değil, tespit değil. Acımasızca biraz. Ama hepimizi yaran dil, efendi veya uysal olabilir mi, boyun eğebilir mi, yerlerde sürünebilir mi? İzzet Yasar, bağırmadan, haykırmadan saplıyor çuvaldızı.
İzzet Yasar’ın hikayelerinde, “hayatımızı geri dönülmez biçimde değiştiren olaylar dizileri” vardır; ama bunlar, sanatçının hikayeler yoluyla tartışarak gizlediği “gerçeküstü” mekanlarda geçiyor gibidirler; geride, soyut arkaplanlar ve kültürel genetiğinin şifrelerinde gizli mevcudiyet biçimleri vardır. (Ece Ayhan’ın “Belediye Şairleri” diye küçümsediği ekolün tam zıddıdır İzzet Yasar.)
‘Özel Sektör İmamı’ndaki (2003) hikayelerin çoğu; kentli insanın, seçilmiş ve süreli sabitliklere çaresizce uzaklaşmaya çabaladığı, üretim ilişkilerinden, işbölümünden, kentin kargaşasından, kaosundan kaçtığı, “En güzel, ama en korkunç yaz tatillerinin geçtiği kıyı kasabalarındaki pansiyonlar”da hayat bulur. Mevsim genellikle yaz sonudur, ailelerin, taşkın tatilcilerin ve çılgın kalabalığın nispeten hafiflediği zaman. İşte o vakitlerde bu tatil kasabalarında, Yasar’ın anlatıcısı bize, içinde yaşadığımız ama asla farketmediğimiz garip dünyanın, bilinmeyen görünmeyen hikayelerini, usul usul, damla damla anlatır.
Gökdelenler yoktur bu hikayelerde. Artıdeğer üretirken, emeklilik ve sağlık sigortaları ve toplukonut taksitleri ile beraber otuz yıl boyunca insan ruhunun her gün kesildiği bu mezbahalardan uzaklardadır dil. Kentteki kargaşadan sonra elde avuçta kalan ‘artık’ zamanları ısrarla yazan bu hikayelerde, ‘mekan’ daima, ücretli kölelik ile zihinlerin bulanmadığı, nispeten az tahrip edilmiş, uzak bir ölüdoğadır. Cam Mezbahalar’daki elementlerden beslenen bazı tuhaf canlılar, acayip hin ve kötücül fikirlerle, bu tabiatta arz-ı endam ederler. Hayal, fantazma, bakış’ları ucubeleşmiş varlıkların düşünceleri ve eylemleri, hepsi, bir ülkeyi, bir dili, bir coğrafyanın zamanını çağrıştırır gibidirler ama aynı zamanda bu hikayelerdeki zaman ve zemin, bütün dünyadır ve bütün dillerdir.
Hikayecinin dili, öyle bir yalınlıktadır ki bebeklere masal anlatıyor gibidir sanki. ‘Temiz Tarih’ hikayesinde, Tavşan Adasına giden çocuk, “Yanıma birkaç tane havuç almıştım. Tavşanlara attım, yediler. Ama bir tanesi hiç yemedi,” der. Çocuk daha sonra, zaman içinde yolculuğu mümkün kılan bir çeşit, ‘Einstein-Rosen köprüsü’ bulacaktır; istihbarat teşkilatının görevlendirdiği genç ve güzel nükleer fizikçi Nükhet aracılığıyla kurmayların eline geçen bu bilgi sayesinde ise, yaşadığımız toplumun tarihini ‘temizleme’ görevini başarıyla yerine getiren ‘Siliciler’ peydahlanacaktır.
‘Özel Sektör İmamı’ adlı hikayede, entegre et tesislerinin kapısında vazifesini ifa eden bir İmam’ın çevresinde örüntülenen ve nakledilen Hayalgerçek Evren, incealay’ın doruk noktalarındandır: “(…) Sığırlar o tesise bir kapısından canlı olarak girerler, diğer kapısından paketlenmiş çeşitli parça etler ve et ürünleri olarak çıkarlar. İşte ben o tesiste çalışıyorum. Sığırların girdiği kapıda… Kesimlerin İslami kurallara uygun olması için her sığıra kesilmeden önce bir dua okunması gerekir. İşte ben o işi yapıyorum. (…)”
‘Doktor Mengele’nin Asistanı’ adlı hikayenin bir yerinde anlatıcı şöyle der: “(…) Hapis tutulduğum bu pansiyondan kurtulabileceğimi hiç sanmıyorum. Kalemimde kalan son mürekkep zerreleriyle yazmaya çalıştığım bu satırları benden başka okuyan olacak mı? İnsanlığı bekleyen büyük tehlikeyi dış dünyaya haber vermeyi başarabilecek miyim? Bilmiyorum. Yine de umutsuzca yazmaya devam ediyorum. (…)”
‘Dönüşü Olmayan Hikayeler’ kitabı, Cem Yayınları’ndan 1981’de çıkmıştı. Bu incecik kitap, Haydarpaşa Endüstri Meslek Lisesi Elektrik Bölümü son sınıf öğrencisi beni, öyle etkilemişti ki oturup, İzzet Yasar hınzırlığı tarzında hikayeler yazmayı denemiştim. Unutulmaz bir kitaptı ve yıllarca baskısı yapılmamasına rağmen, az sayıdaki sadık okuyucunun zihninde ve hatırasında, hatırladıkça kıkır kıkır güldüren hikayeler vardı. Yasar, o küçücük kitapla inanılmaz bir etki ve iz bıraktı. Mesela, ‘Sarnıç’ hikayesi olağanüstüdür, sarnıcın dibindeki serinlik gibi, sakin. ‘Hasanbasan Hikayeleri’, ‘Astra (Köy Hikayesi)’, ‘Her Şey Umutsuzca Yeniden Başlar Gibi’, ‘Yaşar’ın Sinoptik Hikayesi’, Sait Faik için yazılmış o güzelim hikaye ‘Lusi De Fresko’ ve tabii endüstriyel kapitalizmin hacamat etmeye daha yeni başladığı 1980 Türkiye’sinde yazılmış, ‘Kapital Hikayesi’… Dönüşü Olmayan Hikayeler’di kitabın adı. Haritanın sessizce yırtıldığı yerlerdi, gemiyi iskeleye bağlayan halatın geceyarısı gizlice kesilmesiydi ve sonra, vira edebiyat, okyanusun sonsuzluğu…
Kökenleri ve dili son derece ‘kentli’ bu yazarın, kentin pisliğini anlatmayı seçmediği, diliyle bu mesuliyeti üstlenmediği pek açık. Ancak yıllar sonra İzzet Yasar’ı yeniden okuyunca, acaba dedim bu kalem şehre demir atsaydı, neler yazacaktı?
‘Özel Sektör İmamı’ (2003) olsun, ‘Dönüşü Olmayan Hikayeler’ olsun, İzzet Yasar’ın, nev-i şahsına münhasır derinlikli Türkçesiyle, yalın ifade gücüyle tatlandırdığı lezzete, okuyucuyu da ortak ettiği kitaplar. Yasar’ın hikayelerine, popüler edebiyatla beyni yıkanmış okuyucuların, “ilkokul öğrencisi mi yazmış” merakı ve ilgisiyle yaklaşma ihtimalleri yüksek. Oysa o duru ve basit dilin içinde, en karmaşık hakikatler gizli. Ve İzzet Yasar, edebiyat magazininde görünmese de veya gazetelerin haftasonu eklerinde evini ve çalışma odasını teşhir eden yazarlar sınıfına hiç girmese de, bir kez okuyanın asla bıyıkaltından gülmezlik edemeyeceği, unutulmayacak, unutulmaz bir yazar.
Alp Buğdaycı
Subscribe
0 Comments
oldest