Egoist okur

CAN GÜRSES: “Yalnız öleceksek bari birlikte yaşayalım!”

Adını ilk olarak unutulmaz televizyon dizisi “Öyle Bir Geçer Zaman ki”nin senaryo yazarlarından biri olarak duyduğumuz Can Gürses, ilk romanıyla okur karşısında.

Size daha önce burada bahsetmiştim, romanının adı, “En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın”. Genç romancı daha önce pek denenmemiş bir şeyi yapıyor ve bütün hikayeyi cansız nesnelerin ağzından anlatıyor…

Bu kadar da değil; karakterler üzerine bilinecek ne varsa okura “sevmedikleri yemekler üzerinden” bildiriyor. Çünkü diyor, “Sevenle sevilen arasındaki tuhaf bağa dair başka birinin söyleyebileceği söz genellikle sınırlıdır. Oysa insanın sevmediği şey üzerinden ona avuç avuç tanım, kabahat veya nitelik bulabiliriz.”

En azından Can Gürses bulabiliyor. Böylece bir ailenin farklı kuşaklardan mensuplarının korkuları, endişeleri, saplantıları, takıntıları, suçları, kavgaları, aşkları irili ufaklı dertleri, sevinçleri, kederleri üzerine söyleyecek bir sürü şeyi, anlatacak hikayesi oluyor…

Aşağıda bu çok genç yazarla röportajımızı okuyacaksınız. Daha önce de söylemiştim, tekrar ediyorum, çok yakında onun adını çok sık duyacaksınız…

Sizi onunla baş başa bırakacağım, fakat önce küçük bir ekleme yapabilir miyim?

3 yaşında sahilde Kafka okuyan küçük kız

Can Gürses röportajından aklımda kalan en güzel şeylerden biri, bir fotoğraf oldu… Sahilde Kafka’nın “Günlükler”ini okuyan 3 yaşındaki küçük kızın fotoğrafı. “Yani tabii ki okumuyorum ama her bulduğum kitabı karıştırmaya meraklı olduğum için onu da okuyormuş gibi merakla karıştırıyorum” diye anlatıyor fotoğrafı Can. Çok güzel değil mi?

Evet, şimdi başlayabiliriz.

“İyi roman hem iştah kabartmalı, hem iştah kapatmalı”

İştah açan veya iştah kapatan roman diye bir şey var mı, yoksa bu okuyanın karakterine, ruh haline göre mi değişir? Mesela bence sizinki epey iştah kabartan cinsten bir roman…

İyi bir kitap karşısında okur nefsine hakim olamaz. Çünkü iyi bir kitap, dediğim dediktir. O an aşk sarhoşu da olsa varoluş bunalımında da olsa öfkeli de olsa huzurlu da olsa gözünün yaşına bakmadan okuruna kafasındakini yapar. Ama “En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın” iyi bir kitapsa eğer; aynı zamanda hem iştah kabartmalı hem iştah kapatmalı.

Neden kapatsın iştahımızı?

Çünkü evet, okurumu mükellef bir aile sofrasında ağırlıyorum ama söz konusu aile olunca iştahın kapanmaması da elde değil. Okurun ruhunda, zihninde ve dahi vücudunda türlü duyguları iştahlandırıyorsam ne mutlu bana! Dilerim okuyan o sofradan edebiyata doymuş olarak kalkar.

“En Güzel Yıllarını Demek Bensiz Yaşadın” ilk romanınız… Büyük bir aile sofrasına benzeyen bir roman yazmışsınız. Yemeklerin hepsinin hikayesi var. İnsanların zihinlerinde bir şeyleri açığa çıkarıyor, sırlarını ifşa ediyor… Bunu anlatır mısınız, soframızdaki yemekler bize, sadece şahsımıza değil ailelerimize, memleketimize dair neler söyler aslında?

İnsanı sevdiği bir şey üzerinden anlamak ve anlatmak, zannettiğimizden zor. Ben vapur iskelelerini seviyorsam, siz eflatun seviyorsanız, bir başkası zeytinyağlı pırasa seviyorsa oturup bunlar üzerinden o kişileri bir yere kadar açıklayabiliriz. Sevenle sevilen arasındaki tuhaf bağa dair başka birinin söyleyebileceği söz sınırlı. Oysa insanın sevmediği şey üzerinden ona avuç avuç tanım, kabahat veya nitelik bulabiliriz. Ben de bu inançla, romanımın her bölümüne aile üyelerinden birinin sevmediği yemeğin adını verdim ve bir başka aile üyesinin o yemeği sevmeyen akrabası üzerine iç dökmelerine kulak verelim istedim. Düşünsenize; biri size revani sevdiğini söylüyor. Siz de o kişiyi seviyorsanız ona en iyi revaniyi yedirmeye çalışırsınız. Ama o sonuçta revaniyi seven nicesinden birine dönüşür. Revani sevmediğini öğrendiğiniz biriyse aklınıza o şekilde kazınır. Ve bu bilgi üzerine insan ne güzel kafa patlatır! Neden revani sevmiyor sorusu bizi o kişiye dair keşfedilmemiş gizemlere götürür. Abarttığımı düşünüyorsanız, etrafınızdaki insanlara hangi yemeği sevmediğini bir sorun.

“Edinburgh’taki en güzel yemeklerim, bir dilenci arkadaşımla yediklerimdi”

Romanınızı kısmen Edinburgh’da yazmışsınız. İstanbul ve Edinburgh’un sofraları, yiyecekleri, yiyeceklerinin tarihi ve sizde yarattıkları hissiyat bakımından benzeştiğini veya çeliştiğini düşünüyor musunuz? Yerken ne hissettiniz bu iki şehirde?

Romanımın yüzde doksanını Edinburgh’ta yazdım. İskoçya’nın bir sofrası yok. Şahane somonu var, o kadar. Ben daha ziyade Fransa’dan, İtalya’dan gelmiş peynirleri yiyordum. Zaten daha çok tatlıyla beslenen biriyim. Gözüme kestirdiğim bir iki pastane sağ olsun hayatta kaldım. Oysa her zamankinden iyi ve çok yemem gerekiyordu, çünkü hava eksi 25 dereceydi ve ben daima hastaydım. Hasta olup kendime çorba yapmak zorunda kaldığımda bir lokma daha büyüdüm. İşin fena yanı, ben o çorbayı taş çatlasa iki üç kez yaptım. Hem halsizlikten hem insansızlıktan… Tek başına yemeyi hiç mi hiç sevmeyen biriyim. Bunu da büyüyememiş yanıma vermeli. Zaten her an zihnimdeki o mükellef roman sofrasında oturduğum için birden doyuveriyordum. Edinburgh’taki en güzel yemeklerim, bir dilenci arkadaşımla yediğim, daha doğrusu içtiğimdi. Ne zaman buzlu sokakta oturur görsem ona sıcak çikolata, kendime çay alıp yanına gidiyordum. Ve yanına oturup onunla beraber içiyordum. Bir kez olsun konuşmadık. Ama o gökyüzü rengi gözleriyle bana nasıl baktığını bir ömür unutamam. Türk mutfağına gelecek olursak… Benim için yemeğin ne olduğundan çok kimin elinden çıktığı önemli. Annesinin yemeklerine alışmış birine başka birinin yemeklerini beğendir beğendirebilirsen! Benim annem çok az yemek yapmayı bilir ama ne yapsa herkesten iyi yapar. Çünkü sevgiyle ve beraber yiyelim diye yapar. Uzun sözün kısası, yemekleri milletlere değil kişilere, daha doğrusu annelere mal etmeli! Ama sofra denen şeyin her millet için aynı anlamı taşıdığına inanıyorum. Ailenin kim olduğu, sofra başındaki insanlardan belli olur. Her toplum için bu böyledir.

“Eşyalar, bu dünyadaki en sabırlı varlıklardır, görmedikleri, bilmedikleri şey yoktur”

“Kalabalık”la başlayıp “Yalnızlık”la bitiriyorsunuz… Demek ki bunca iştah kabartan lezzet boşuna, yiyeceklerin insanları birleştirdiği, sofranın bizi bir ara getirmek, iletişim kurmamızı sağlamak adına şahane bir araç olduğu falan bir yere kadar doğru. Yol yalnızlığa, ölüme çıkıyorsa eğer; hayatı güzel kılmak için oyunlar, oyuncaklar icat etmenin ne anlamı var?

Aslında roman kalabalık içinde yalnızlıkla başlıyor ve yalnızlık içinde kalabalıkla bitiyor. Kalabalık ve yalnızlık, aynı ironinin iki ayrı yüzü. Hele söz konusu aileyse… Kimi akraban bazen varlığıyla bazen yokluğuyla seni ısrarla yalnız eder. Kimi akraban ise seni var da olsa yok da olsa daima kalabalık tutar. Hayatı güzel kılmak istiyorsak güzel sofralar kurmalı ve oturup beraberce, keyifle yiyip içmeliyiz. Hayatı güzel kılmak istemiyorsak, dahası buna becerimiz yoksa zaten o sofraları kurmak içimizden bile gelmez. Sonuçta yol her zaman yalnızlıktan açılıp yalnızlığa çıkar. Kalabalık denen şey bir his yanılmasıdır. Herkes yalnız kendi hayatını yaşar ve kendi hayatını ölür. Yalnız öleceksek bari birlikte yaşayalım.

Romanda dikkat çeken şeylerden biri de nesneleri konuşturmanız; karakterlerin hikayelerini sadece sesleri ve iç sesleri değil, hayatlarına tanıklık eden nesneler aracılığıyla anlatmanız… Bu durumda Osmanlı sarışını duvar, fotoğraflar, kamera, çiçek dürbünü, cam sürahi, antika ayna, masa örtüsü hep birer anlatıcı… Hayatımızdaki suskun görünen nesneler dile gelse, ne yapardık, sevinir miydik yoksa onları bir an önce yeniden susturmanın yollarını mı arardık?

Eşyalar, bu dünyadaki en sabırlı varlıklardır. Görmedikleri, bilmedikleri şey yoktur. Senin unuttuğunu eşya hatırlar ve iyi bir romancı gibi tam zamanında sana hatırlatır. Eşyalar canı istediğinde domuz gibi susar, canı istediğinde bülbül gibi öter. Ser verir sır vermez derken kafası atar, gider senin sırrını başkasına döker. Ne yapacağı hiç belli olmaz. Hakkı da vardır. Eşya, zaman dışı bir masal kahramanıdır. Çünkü bazen bir tek eşya, bir insanın bütün bir zamanıdır.

“Rüyanı sadece sen görürsün, giysini cümle âlem”

İlgiyle takip ettiğimiz Edebiyat Gardrobu köşenizden bahseder misiniz?

Ne şanslıyım ki 2011’den bu yana nefis Bir+Bir dergisinde edebiyat eserlerinde başrolü oynayan kılık kıyafetlerin öykülerini yazıyorum. Şimdiye dek gardıroptan Marguerite Duras’ın Sevgili’sindeki pembe erkek şapkasını, Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam’ının amma da mantosunu, Tolstoy’un Anna Karenina’sının Anna kırmızısı çantasını, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sının ruhani kürk mantosunu, Lewis Caroll’ın Alis Harikalar Diyarı’ndaki Çılgın Şapkacı’nın zamanı çaya batıran şapkasını, Sait Faik’in dünyaya küsen İpekli Mendil’ini, Mehmet Rauf’un Eylül’ündeki aşkın eldiven tekini, Gonçarov’un Oblomov’unun hırkasını ve Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un hüzünlü küpe tekini çıkarıp, ballandıra ballandıra anlattım. (Kaçıranlar internet sitemden tüm yazılara ulaşabilir.) Edebiyat Gardırobu’na dair iki hayalimden biri, En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’da Koza’nın giydiği gülkurusu pantolonu ve geçen yaz tamamladığım ikinci romanım Kırık Beyaz’ın baş kahramanın mor kadife sabahlığını bir gün Edebiyat Gardırobu’nda görmek. Diğer hayalim ise İstiklâl Caddesi’nin orta yerine, anahtarının çok az sayıda edebiyat tutkununda olacağı, devasa bir Edebiyat Gardırobu yerleştirmek.

Roman karakterlerinin ne giydikleri, ne giymedikleri niçin önemlidir? Gerçek hayatta ne giyip ne giymediğimiz de aynı şekilde önemli midir?

Bir insanı yargılamanın en zahmetsiz yolu onu görüntüsü üzerinden yargılamaktır. Bunu aklımızın bir köşesinde tutarak giyiniriz. Ancak ne giyersek giyelim, istediğimiz gibi görünemeyiz. Çünkü herkes aynı şeyi başka görür. Ben yine de giysilerin, ön yargılara dair elimizdeki en büyük kalkan olduğuna inanıyorum. Çoğu insan giydiğine bilinçle yaklaşmaz, anlam yüklemez. Oysa ben yüklerim. Korkunç önemserim giydiklerimi. Çünkü hayatım boyunca önyargılarla karşılaştım ve daha nice önyargıyla karşılaşacağıma da eminim. Madem öyle, ben de beni en iyi ifade eden şeyi giyer, yargımı herkesten önce kendim koyarım. Roman kahramanları, giysilerine bu bilinçle yaklaşmazlar. Ama her kişinin, ister hayat kişisi olsun ister roman kişisi, giysi seçimini bilinçaltındaki bir şeylerle yaptığını düşünüyorum. En nihayetinde giyinmek, her gün yenilenen bir seçimdir. Renk, kumaş, doku, kalınlık, incelik, desen, uzunluk, darlık, bolluk, silme felsefeye, silme -izm’e taş çıkartacak kadar derindir. Giyinmeyi sevmemin bile edebiyat sevgimle bir ilgisi olmalı. Çünkü ikisi de ayrıntıcılığı, inceliği ve bütünü görmeyi gerektiriyor. Benim için giysi yorumlamak, rüya yorumlamaktan daha matrak. Çünkü rüyanı yalnız sen görürsün ama giysini cümle alem görür.

en guzel gunlerini demek bensiz yasadin egoistokur can gurses 1

Benzetme bana ait. Kemal Gökhan Gürses’in çizdiği ıspanaklı gül böreğini Alis’in Tırtıl’ına benzettim, Can çok güldü. bilmem siz ne dersiniz? Bence yanılmıyorum, Can da anlatıyor zaten macerayı uzun uzun aşağıda. 

Çizimler Kemal Gökhan Gürses’e ait

Romanınızdaki illüstrasyonlar babanıza ait, nasıl bir çalışma yaptınız onunla?

Ne zaman resimli bir roman okusam, “Bir gün bir kitabım olacaksa böyle olmalı!” derdim. Romanımın kitap olacağını öğrendiğimde hemen düşlerimi gelin ettim. Babam Kemal Gökhan’a koşup, ondan her bölüm başı için desen çizmesini istedim. Keyiflendi tabii. Her bölümde ne çizileceğine tek tek ben karar verdim, nasıl bir şey istediğime dair uzun uzun tasvirler koydum babamın önüne. İkimiz de zor insanlarız. O, yaptığının eleştirilmesine pek dayanamaz. Bense sorumluluğu bana ait olan bir şeye dair çok zor beğenirim. Takdir edersiniz ki romandaki sürahi herhangi bir sürahi olamazdı, biber dolmasının domatesi aşikar olmalıydı, irmiğin tıpkı Haziran’ın yaptıkları gibi bademi olmalıydı, lüle Shirley Temple lülesi değil Botticelli lülesi olmalıydı ama Boticelli’nin lüleli bin tane çizimi vardı “tamam işte” dediğim şuydu, ıspanaklı gül böreği nar gibi kızarmış, tırtıl gibi kıvrılmış, bulgur pilavının kekiği belirgin, kerevizin yeşilleri bol, süt çorbasının dumanı üstünde olmalıydı, ayna tabii ki üst kat aynamız olacaktı, Koza-Alis’in ayakkabası benim Alis ayakkabılarım olacaktı ama şu açıdan görülmesi olmazsa olmazdı… Baktık, ne bunca yıllık dildaşlığımız ne de dilinden anladığımız sözcükler bize yetiyor; öyleyse ben kafamdakine benzeyen eşyaları toparladım, annem kimi yemekleri sırf aklımdaki gibi olsun diye tek tek pişirdi, yemekleri istediğim tabaklara yerleştirip, tüm bunların fotoğraflarını çekip, babama gönderdim. Babam da döktürdü. Beni bu işbirliğinde en mutlu eden şey, tıpkı yakında çıkacak İnce ile Uzun adlı küçük ve büyük çocuk kitaplarım için yaptığı gibi, babamın alışageldiği üslubuyla çizmek yerine romanın atmosferine uygun bir üslup yaratması oldu. Böylece yalnızca benim değil romanımın da gönlü oldu

Edebiyatta kahramanlarınız kimler?

Sait Faik, Edip Cansever, Tezer Özlü, Turgut Uyar, Oğuz Atay, Jean Rhys, Kafka, Marguerite Duras. Tüm bu isimler kahraman olamayacak kadar insandılar. Belki tam da bunun için benim kahramanlarım onlar.

Kitaptaki “sevilmeyen” yemekler

Süt Çorbası: Sütü sebebiyle Koza’nın hâlâ içemediği çorba.
Yaprak Ciğer: Haziran’ın artık yiyemediği et yemeği.
Kekikli Bulgur Pilavı: Kekiği yüzünden Mine’nin yemediği pilav.
Acılı Ezme: Laubali bir bahaneyle, Semih’in geri çevirdiği meze.
Ispanaklı Gül Böreği: Ispanak sevmeyen Yılmaz’ın yemediği börek.
Biber Dolması: Hicaz’ın, kabuğunu ayırdığı dolma.
Zeytinyağlı Kereviz: Ruhunun açlığını doyuramayacağını anlayan Kor’un yemediği yemek. Mine’ye göre Edibe’nin en güzel yemeği.
Topik: Ermeni mezesi olduğundan Kıvanç’ın ağzını sürmediği, Kor’unsa kişilikli bulduğu meze.
İrmik Helvası: Tatlı sevmeyen Korkmaz’ın tenezzül etmediği, Haziran’ın elinden çıkan tatlı.
Brie Peyniri: Koza’nın, ilk defa Rosa’nın elinden yediği, pek beğendiği ve hep ekmeksiz yediği Fransız peyniri.
Levrek: Hicaz’la Haziran’ın, Neşe çok seviyor diye, Galata Köprüsü’nden tuttukları balık. Kılçığı Hicaz’ın boğazına kaçan.
Simit: Haziran’ın, Kamer’le bölüşüp yediği nimet.
Kurabiye: Haziran’ın, kucağında bebeğiyle dilenen genç kadına hediye ettiği tatlı.
Börülce, tahin-pekmez, badem: Edibe’nin babası Cemal Bey ile annesi Belkıs Hanım’ın ’64 senesinde İstanbul’a, Edibeler’e, sandıkla gönderdiği gıdalar.
Dondurma: Tarih dersinde başına gelen olay sonucu huzursuzlanan Mine’nin annesinden gizlice alıp yemeyi düşlediği tatlı.

Gülenay Börekçi, Habertürk

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
10 years ago

İlginç bir röportaj olduğunu düşünüyorum sizin için. Aynı zamanda okuyucuda merak uyandıran bir yazı olmuş. En kısa zamanda edinip okumaya çalışacağım kitabı. Çok ilginç ve farklı bir kitaba benziyor ve farklı olmak (mantık çerçevesinde kalarak) güzeldir. :)