Cennet ve cehennem öyküleri: Köşebaşındaki İğde
Can Gürses’le son konuştuğumuzda harika bir fikirden bahsetti. Heybesinde adı “Cennet de Cehennem de Bu Ellerde” olan bir öykü dizisi vardı. “El” öyküleri anlatacaktı; iyiliği de kötülüğü de taşıdığımız, cennetimizi ya da cehennemimizi yarattığımız ellerimizin öykülerini…
Fikir öyle güzeldi mi soluğum kesildi. Ve çok geçmeden Can’dan ilk öykü geldi: “Köşebaşındaki İğde”.
Şimdi aradan çekiliyorum, lütfen Can’ın ilk öyküsünü okuyun.
İllüstrasyon: Ekin Urcan
Cennet de Cehennem de Bu Ellerde
Köşebaşındaki İğde
Kimi eller para saymak, kimi eller yaprak sarmak için yaratılmıştır. Yaprak saranların para saydığı pek görülmediği gibi, para sayanların yaprak sardığı da görülmüş şey değildir. Cennet’in elleri, yaprak saran ellerdendi. Gençken, binbir ihtimamla yaptığı yaprak sarmalarından bile ince olan parmakları, hüneri para saymak olan ellerin evlerini temizleye temizleye, baştan savma sarılmış, pirinçleri fazla pişmiş, yaprakları katır kutur kurumuş, kalın mı kalın sarmalara dönmüştü.
Çok şükür, para sayan çoğu elin aksine, Naciye Hanım’ın elleri, en az yüreği kadar açıktı. Naciye Hanım, Cennet’in bal rengi arap sabunuyla halı silmekten, doğal limon özünden yapıldığı iddia edilen ne idüğü belirsiz kimyasallarla bulaşık yıkamaktan -ki Naciye Hanım ona her defasında bulaşık makinesini kullanmasını söylese de Cennet, ömründe sahip olamayacağı incelikteki tabakların canı varmış da incinirmiş gibi endişelendiğinden hanımının bu önerisini kulak ardı ederdi- ellerinin keçe gibi olduğunu, bir bayram günü Cennet’in avcuna kızları için harçlık sıkıştırırken fark etmiş ve hemen birkaç gün sonra sadık ve hünerli hizmetkârına kendisinin de kullandığı beta glukanlı -bir diğer değişle piyasadaki en pahalı- el kremini hediye edip, her gece sürmesini tembihlemişti.
Gel gör ki Naciye Hanım’ın bu kıymetli kremi, mucizevi bir şekilde Cennet’in ellerini eski kadifeliğine ulaştırdı ulaştıracakken bitivermişti. Devasa şişelerdeki ekonomik boy ucuz el kremlerinin aksine, her nadide şey gibi Naciye Hanım’ın el kremi de iksirlere lâyık miniklikte bir şişede sunulmuştu. Cennet, Naciye Hanım’dan kremin yenisini isteyemeyecek kadar çekingendi. Kapı komşusu Şengül olsa, hani şu her gün işe 11’de gittiği yetmezmiş gibi bir saat kahvaltı edip üzerine bir saat de sigara keyfi yapan, geçen gün hanımına “Sen zeytinini mi değiştirdin Aslı Hanım? Pek tuzsuzmuş bu yahu!” dediğini güle oynaya anlatan Şengül, hanımından pekâlâ o kremden bilmemkaç kutu daha almasını isteyebilirdi. Cennet öyle miydi?
Otobüste oturacak yer bulabildiği eşsiz akşamlardan birine denk gelmişse, Cennet hemen çantasından Kuran-ı Kerim’ini çıkarır, merak ve adanmışlıkla, ineceği durağa dek başını kaldırmadan okurdu. Geçenlerde otobüste bir delikanlı kendisine yer verdiğinde Cennet minnettarlıkla sevinmiş, ancak yerine oturur oturmaz çok yaşlı görünüyor olmalıyım diye iç geçirip, hüzünlenmişti. Çantasından el alışkanlığıyla çıkardığı kitabını dizlerinin üzerine muntazam bir şekilde yerleştirirken bir süredir boyatmadığı saçlarını en yakın zamanda boyatma kararı almıştı. Aldığı kararla yaşlanma korkusunu başka bir iş dönüşüne ertelemiş ve rastgele bir sayfa açıp, okumaya koyulmuştu. Elbette önemli olan Cennet’in rahatlamasıydı ancak senin çok rahatlamaya hakkın yok okurcuğum. Zira Cennet, sarışın da olsa beyazlı-kestane saçlı da olsa başı bağlı çıkardı sokağa.
Cennet kutsal kitabını okurken, ona yer veren delikanlı da ayakta dikilmiş, sırt çantasından az evvel çıkardığı tuğla gibi -Anna Karenina olması pek muhtemel- romanı okuyordu boşta kalan eliyle; diğer eliyle de tutamaca asılmıştı, ömrünü yarı idamlık geçirmeye mahkûm bir adam gibi. Onların bu simetrik hâli, pek çok şeyi anlatmaya yeteceği için midir nedir, Cennet huzursuzlanıp, kitabını kapatıp, kitabın üzerinde istiflediği ellerini seyredalmıştı. Bir gece önce, “Hayırlı geceler” dilediği kocası -ki kendisi ülkemizin eşkıyası İşsizlik sağ olsun, kâh evde oturup semirir kâh kahvede lak lak ederdi- Cennet’e, “Kadınlığından bi hayır görmüyoruz yıllardır. Acık gel şöyle koynuma” deyip, yirmi altı yıllık karısını kendine çekmişti. Cennet, annesi hastalanıp, İstanbul’a yanına taşınalıberi gitmediği Müfettişler Köyü’nün süt kokulu serin rüzgârını duymuştu içinde. Diri bir ürperti. Yıllanmış bir canlılık. Kocasının göğsüne başını yaslayıp yummuştu gözlerini, alnında bir öpücüğün, ellerinde bir okşayışın yolunu gözlemeye.
“Öyle değil yahu! Kalbimde üfürme var bilmiyon mu? Ne koydun kafanı öyle tam kalbime? Nefes almıyım diye mi? Kaldır kafanı da şu benim cengâverle ilgilen hadi.” Bozuk süt tadı. Mide bulantısı. Açsa kapıyı. Yalınayak çıksa sokaklara. Baş örtüsüz, sade geceliğiyle sırtında. Kimse dönüp bakmasa. Sokak, Cennet yürüdükçe aydınlansa. Yol denize varsa. Cennet -yüzme de bilmez ama- geceliğini atıverip yüzse her nasılsa. “Ne duruyosun be kadın!” Cennet işte o zaman anladı, köşebaşındaki iğde gibi, gidemeyip orada duradurduğunu. Hamuru oklavayla incecik eder gibi öfkesini mırıldandığı duayla sakinleştirdi. Ürkütücü bir donukluktaydı. İstediği her şeyi yapabilecek kadar nefret ve inanç doluydu.
Kocasının ayakucuna doğru kaydı. Sol eliyle, bir celladın yumuşaklığıyla, kocasının, adını içinden bile söylemekten iğrendiği organını sıvazlamaya başladı. “Yetime merhamet eder gibi değil! Kadın gibi yap şunu!” Kaç gece rüyasında kocasını boğduğunu görerek ter içinde uyanırdı Cennet. Aklının derinliklerinde bile olsa böylesi bir isteğe kapıldığı için ne dualar okumuş ne rekatlar kılmıştı. Kocasının tek mal varlığı olan o el kadar çükünü boğazlamak -evet, Cennet bu sözcükle düşünen ve derhal tövbeler eden- kocasına verilebilecek en münasip ceza olurdu. Onca yılın, onca cefanın karşılığında ona bu bile azdı. Ne hikmetse bu arzu, az önceki sözcük kadar utandırmamıştı onu. Naciye Hanım’ın tabaklarının onda biri kadar kıymeti yoktu kocasının.
Tam zamanıydı. Ancak bunu yaparsa o denizde çırçıplak yüzebilecek kadar özgür olacaktı. Eli hızlanmıştı. Kocası boşaldı boşalacaktı. Ne duruyordu hâlâ? Kokoş Nalan Hanım’ın takma tırnaklarını düşledi ellerinde. Öyle tırnakları olsaydı, pençelerini geçirirdi kocasınınkine. O acıdan inlerken koşar kaçardı Cennet. O, Cennet koştukça aydınlanacak sokaklara… Derken ellerinde yapışkan bir şey duydu. Arap sabunuyla bulaşık deterjanı karışımı, yapay bir sıvı. “Çekil artık” diyordu kocası. Cennet, ürkütücülüğü ürkmüşlüğe evrilmiş donukluğuyla, “Tuvâlete gidip ellerimi yıkayabilir miyim?” diye sordu. Tuvalet derken a’yı uzattıkça uzatıyordu. Gülüyordu kocası. “Git. Sonra da bi krem bi şey sür ellerine. Kazık gibi olmuşlar.”
Sonsuz su sesi. Ölü beyaz florasan ışığı. Cennet’in musluğa gömülmüş yorgun yüzü. Canını çıkarır gibi yıkadığı elleri. Elinden kayıp düşen sabun. Sabunun zeytin kokusu. Şengül’ün hanımına ettiği zeytin lafı. Naciye Hanım’ın pahalı kremi. Cennet, birden buzul camda yüzüyle karşılaştı. Suyu yüzüne çarpamayacak kadar tiksiniyordu ellerinden. Su, avuç içinden akıp gidiyordu. Bir insan, kendi ellerine dokunamayabilir miydi? Gözlerinden göğüslerine önlenemez bir gözyaşı göçü. Merak eder şimdi kocası. Sızmıştır belki de. Şimdi kaçıp gitse? Hayırlısı mıdır şimdi?
Otobüs, Cennet’in evinin durağına varmıştı. Cennet, dün geceyi anımsayarak, bir yabancıya aitmiş gibi duran ellerine bakıyordu. Gözü sokağın köşesindeki iğde ağacına takılınca geldiğini anladı. Hızla davranıp, ayağının yanına yasladığı borcamı kucakladı -Naciye Hanım’ın oğluna sevdiği kekten yapmıştı. Onların evinde borcam yoktu. Cennet ne zaman kek yapacak olsa kendi evinde, kendi borcamında yapar, Naciye Hanımlar’a taşır, onların ince tabaklarının genişine keki özenle aktarır, borcamı bir güzel yıkayıp, gecesinde de evine getirirdi-. Cennet, Fransızca olduğunu bilmediği, ancak “hayırlısı”ndan sonra en çok kullandığı sözcük olan “pardon”u ortalığa büyük sesiyle saça saça kapıya ilerledi.
Cennet’e yerini veren delikanlı, kapının hemen aşağısındaydı. Cennet’in bir yandan eteğini toparlayıp, bir yandan da solcu olduğunu zanneden gazeteye sarılı borcamı zaptederek inmeye çalıştığını görünce, “Elinizdekini bana verin” dedi. Cennet, bir anlık tereddütten sonra borcamı oğlana verdi. Oğlan boşta kalan elini Cennet’e uzatıyordu. Güneş üzerine varmış gibi, Cennet’in saç diplerini, dudağıyla burnunun arasını, en çok da gerdanını ter basmıştı. “Hadisene bacım” diye huysuzlanıyordu arkadaki. Cennet, sol elini delikanlıya uzattı. Yalnızca iki basamaktı indiği. Sanki birazdan başka bir diyara atacaktı adımını. Masallardaki gibi olmasa da köyündeki gibi bir diyar. Hayırlısıyla sütbeyaz çocukluğuna varacaktı.
Sokak karanlıktı. Lamba gene bozuktu. Cennet, gözlerini kaçırarak, “Allah razı olsun” dediği oğlanın yanından çarçabuk uzaklaştı. Evine vardığında, arkasını dönüp, delikanlıya el sallamak istedi. Yapmadı. Hem nereden biliyordu oğlanın orada olduğunu? Biliyordu işte. Gece boyu, sırtı kocasına dönük, zamanı ezanlara bölmüş sabahı beklerken, delikanlının ellerine tutunmuştu. Sıcaklığı, tazeliği, dostluğu avcunun içinde sımsıkıydı. Ertesi gün, Nalan Hanım’ın günüydü. İşini erken bitirince, Nalan Hanım Cennet’e çıkabileceğini söyledi. Nalan Hanım, her seferinde Cennet’in gözü önünde sayardı paraları. Cennet hep utanıp, önüne bakardı. Keşke Nalan Hanım da Naciye Hanım gibi zarfa koyup usulca veriverseydi parasını. Parayı öyle gözü önünde sayınca kendini suçlu hissediyordu.
Kuaförün parıltılı aynasının karşısında ağır ağır çözdü başının bağını. Kuaför Firdevs onu sevgiyle karşılamıştı. “Kııız! Uzundur görünmüyodun. Her zamankinden mi? Holivud sarısı?” diye sordu. Gülümseyerek başını salladı Cennet. Saçlarına çiğ süt rengi boya sürülürken, “Manikür pedikür ister misin abla?” diye sordu kalfa kız. Cennet tökezledi. Ellerine bakım yaptıran kadınlar, o olamayacak kadar yabancıydı Cennet’e. Cennet’in elleri de onun olamayacak kadar yabancı değil miydi? Özür diler gibi, “Ele olan hangisiydi?” diye sordu. “Manikür ablam. İster misin?” Günâhını kabul eder gibi, başıyla olurladı Cennet.
“Ooo Cennet” diye atıldı Firdevs, bir başkasının saçını kabartırken, “Ne bu bakımlar filan?” Ayıp mıydı gençliğini yitirmiş bir kadının güzelliğine umutlanması? Nasıl bu kadar çabuk uydurduğuna şaşmaya bile zaman bulamayarak, “Bizim bi akrabanın düğünü var da… El sıkışıyosun onca insanla… Benim eller de temizlikten az biraz berbat… Ayıp oluyo…” deyiverdi. “İyi iyi. Yarasın!” dedi Firdevs, çapkın gülücüğüyle. Sonra, kalfa kıza yönelip, “O kremden de sür bitince!” diye seslendi. Cennet heyecanlanmıştı. Çocuk ilgisiyle seyretti parmaklarına olan şeyi. Sokulduğu o küçümen kabın içinde eğreti duruyordu nasırlı, emektâr elleri. Cennet’in ellerini kendi dizleri üzerindeki beyazı atmış havluya koyarken, “Oval mi keseyim küt mü?” diye sordu manikürcü kız. Cennet ikisini de gözünün önünde canlandıramamıştı. “Gönlünden hangisi geçerse” dedi kıza. Alıcı gözle Cennet’in ellerine bakan kız, “Oval yakışır senin ellerine. Öyle herkeslere de yakışmaz,” deyip, becerikli hamlelerle Cennet’in tırnaklarını Nalan Hanım’ınkiler gibi kesti. Naciye Hanım, tırnaklarını kendi keserdi. Süse ihtiyaç duymayacak kadar kendiliğindendi güzelliği.
“Ne renk oje sürelim?” diye sorunca kız, Cennet alev gibi endişelendi: “Gerek yok. Yeter bu kadar. Şu şeyden sürsen tamam olur…” Firdevs’ten edindiği “işini mükemmel yapmaya yemin içmiş” düsturuyla, kız, “Cila sürseydik bari ablacım” diye hayıflandı. “Gerek yok. Firdevs Abla’nın dediğinden sür sen.” Manikürcü kız, rengârenk ojelerin arasından yamru yumru bir el kremi çıkardı. Tüpü sıktı ama krem akmadı. Kremi yaprak sarar gibi rulo yapıp, var gücüyle üzerine bastırınca, nihayet bir top krem fışkırdı. Havluya bulaşan kremi serçe parmağının tersiyle sıyıran kız, kremi, ustalıkla Cennet’in ellerine yedirdi. Ellerinin sütlerle yıkandığını hissetti Cennet. O ucuz krem, kimseyi mutlu edemeyeceği kadar çok mutlu etmişti Cennet’i. Saçları yıkandı. Boyası tam kıvamındaydı. Aramızda kalsın ama bu saç rengi, Cennet’i olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Başının eşarbını sıkıca bağladıktan sonra, Cennet manikürcü kızın avcuna, tıpkı Naciye Hanım’ın usulüyle bir beşlik sıkıştırdı. Kız sevecen bir muziplikle, “Bir dahaki sefere kırmızı oje sürücem sana” deyince bir an evvel oradan çıkmak istedi Cennet. Parasını ödediği Firdevs’e, aceleyle “Hayırlı işler” dileyip kendini sokağa attı. Ellerini cebine saklayıp, yağmurun yağdığını bile duymayarak evine dek yürüdü.
Kuaförün kreminin etkisi bir gün bile sürmemişti. Ertesi güne, denizsiz bir coğrafyanın hâkimiyeti altındaydı elleri. Cânım elleri, o yok olmak bilmez deriyle silbaştan kaplanmıştı. O kırçıllı deri, Cennet’in başka bir hayatı yaşamasına engeldi. Naciye Hanımlar’ın yeşil – sarı mutfağı. Bağdaş kurup yere çökmüş Cennet. Önüne dünya gibi yuvarlak bir tepsi dizmiş. Gece beli ağrıyacak. Yapraklar bir tencerede, tarçınlı iç diğer tencerede. Sol avcunun içini açıyor Cennet, paletini tutan ressam edasında. Zarifçe bir yaprak alıp yerleştiriyor oraya. Yaprak ona hep yürek biçiminde görünüyor. Bir tutam pirinç alıyor sağ eliyle, renk seçer gibi eserine. Pirinci avuç içindeki yaprağın orta yerine dolduruyor. Önce sol, sonra sağ kanadını örtüyor yaprağın, kendi içine kapanan bir yürek gibi. En son uç kısmını da kapatıp, “Hayırlısı” dercesine sarıyor yaprağı ince ince. Tepsi tepeleme yaprak sarmayla dolana dek eğile doğrula çalışıyor Cennet.
Çok çok güzel, dil sade, konu anlaşılır, zevkle okunacak bir metin, kalemine sağlık Can.