Cem Erciyes: “El koyduğum Cevdet Bey ve Oğulları’nı yıllar sonra Orhan Pamuk’a imzalatıp sahibine geri verdim”
Posted by gülenay börekçi on August 27, 2014 · 1 Comment
Cem Erciyes’i çok uzun süredir tanıyorum. Arkadaşım olmasının hatta çeşitli vesilelerle kısa süreli de olsa birlikte çalışmamızın yanı sıra o aslında benim için “Bay Radikal Kitap”. Tanıştığımızdan bu yana çok şey değişti hayatında; kendi deyişiyle, “Evlendi, biraz kilo aldı, gözlük çerçevelerini değiştirdi…” Ama Radikal Kitap’ı yönetmeye hep devam etti. Gazetede bir sürü farklı işin, Kültür Sanat’ın, Cumartesi ekinin yöneticiliğini de aynı anda yürüterek… İşin güzel yanı Radikal kapandığında bile Radikal Kitap kapanmadı. Cem Erciyes, Derviş Şentekin ve Burcu Aktaş’tan oluşan ekibiyle Radikal Kitap’ı yapmaya devam etti, ediyor… Bir de Hamdi Işık’ın editörlüğünü yaptığı radikalkitap.com var, o da başlı başına bir kitap sitesi…
Cem işi okumak ve kitaplara dair yazmak olan biri. O yüzden yeni kitaplarla, klasiklerle ilgili olarak hep yazıyor, köşesinden takip edebilirsiniz. Fakat okuma maceralarını, bu işe nasıl başladığını, ilk olarak hangi kitaplarla büyülendiğini, yoldan çıktığını şahsen hep merak ettim. Aklımdaydı, “Yazsana bunları” diyecektim ilk kahve çay buluşmamızda ama daha iyisini yaptım ve ondan bir “Yangında İlk Kurtarılacaklar” röportajı istedim. Kırmadı beni, cevapladı.
Gerçi Radikal Kitap’ı yangından kurtaran Cem, 10 kitaplık bir liste vermeyi, “Ben böyle bir liste yapamam. Gerçekten… Üstelik yangından da çok korkarım” diyerek reddetti. Olsun, bunun dışında o kadar çok şey anlattı ki… Kimi zaman tehlikeli sularda gezindi, kimi zaman da kimsenin bilmediği harikulâde okuma maceralarını nakletti.
Cem’i Egoist Okur’da konuk ettiğim için çok mutluyum. Teşekkürler :)
“Ben daha çok kitap verip geri alamayan taraf oldum”
Çocukken neler okuyordun? En sevdiğin kitaplar hangileriydi?
Benim küçük bir çocuk kitapları kütüphanem vardı. Hepsi en az üçer dörder kere okunmuş kitaplar. Yaşadığımız küçük kasabalarda kitapçı yoktu, büyük bir yere gittiğimizde bana da illa bir iki kitap alınırdı ama ben onları hemen okur bitirir sonra da döner yine okurdum. Hayatımda en çok kütüphaneye de çocukluğumda gittim. Geçenlerde yazlık bir yerde İlçe Halk Kütüphanesi’ni görünce burnumun direği sızladı. İçine girip bordo ciltli, sararmış kitaplardan birisini alıp rutubetle karışık kağıt kokan serin salonda bir köşeye oturup okuyasım geldi. Evdeki kitaplar arasında Afacan Beşler, Gizli Yediler serileri, Kolo (Vedat Dalokay), Küçük Kara Balık, Okumak İstiyorum (Cubao), Sefiller (tabii ki kısaltılmış çocuk versiyonu) beni en çok etkileyenler, döne döne okuduklarımdı. Bir sürü Kemalettin Tuğcu kitabım da vardı. Tabii o zamanki tabirle ‘teksas tommiks’ yani çizgi roman okumaya da bayılırdım. Sanırım ben yarış atı çocukların öncü kuşağına mensubum. Anadolu Lisesi sınavları için test çözüp hazırlanmak zorundaydım ve o test kitaplarının içine teksas tommiks değil ama yakalanırsam daha az tepki çeksin diye romanlar koyup okurdum. Ve tabii yakalanırdım.
Bunu ben de yapıyordum. Hatta boyum uzun olduğu halde öğretmenler “Bundan sonra burada oturacaksın” diyerek ön sıraya alıyordu hep. Ders kitaplarının içinde romanlarla yakalandığım için… Gittiğin kütüphanelerden bahsetsene biraz…
İlçe kütüphanesinde en çok Doğan Kardeş ciltleri ilgimi çekerdi. İki Yıl Okul Tatili, Küçük Erkekler, Küçük Kadınlar, Cevat Şakir’in Turgut Reis ve Uluç Reis’lerini de yanlış hatırlamıyorsam oralarda okumuş, pek sevmiştim. Hâlâ denizcilik maceraları okumaya bayılırım. İlkokuldan sonra gittiğim yatılı okulun iyi bir kütüphanesi vardı ve iki yıl boyunca o kütüphaneyi neredeyse yağmaladım. 1984’ü, Moby Dick’i, Goriot Baba’yı, Kızıl ile Kara’yı, birçok klasiği ilk kez orada okudum. Bir sürü de saçma macera kitabı okumuştum, şimdi adları aklımda değil. Tabii daha ilkokul yıllarından itibaren kendi kitaplarım yetmediği için anne babamınkilere de tebelleş olmuştum. Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanını ve devam kitaplarını ilkokuldayken okudum. Aziz Nesin’in sayısız öykü kitabını da… Tekin Yayınevi baskıları hâlâ gözümün önünde.
Senden kaçırılan kitaplar var mıydı? Gizli gizli neler okurdun?
Kitap kaçırmazlardı, ‘Bu sana ağır gelir’ diye uyarırlardı o kadar. Okumanın teşvik edildiği bir evdi bizimki. Ben anlasam da anlamasam da yetişkin kitaplarını okumaya çalışırdım. Ne bileyim, Arthur Hailey’in Hastane, Mario Puzo’nun Baba, Cengiz Tuncer’in Kerkenez, Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade, Yaşar Kemal’in İnce Memed gibi o zamanlar popüler olmuş, kimi klasik kimi çok satar pek çok kitabı biraz erkenden okumuş oldum. Aslında ‘ağır gelir’ lafı çok da yanlış olmasa gerek; çünkü mesela Kozinksy’nin Boyalı Kuş’u beni çok etkilemiş, içindeki şiddet hakikaten ağır gelmişti; biraz daha büyüyünce okusam hiç fena olmazmış yani.
“El koyduğum Cevdet Bey ve Oğulları’nı yıllar sonra Orhan Pamuk’a imzalatıp geri verdim”
Peki kitapla ilgili kötü alışkanlıkların oldu mu? Mesela hiç kitap çaldın mı? Veya ödünç aldığın bir kitaba el koydun mu?
Hmmm, bu söyleşinin tehlikeli sulara girme ihtimali belirdi. Ama bu konuda genelde iyi bir çocuk olduğum için, gönül rahatlığıyla konuşabilirim. Önce söyleyeyim, TÜYAP’tan hiç kitap çalmadım. Buna heveslenmedim mi, heveslendim. Ama ne yeterince cesaretim ne de maharetim vardı. Üstelik ben üniversitenin daha ikinci sınıfında Dünya Kitap’ta çalışmaya başlamış yani sektöre katılmıştım, kitap çalsam ayıp olurdu. Ben daha çok kitap verip geri alamayan taraf oldum. Buna da artık fazla hayıflanmıyorum. Bir kez bir kütüphaneden, fotokopi de çekmedikleri için lazım olan kitabı resmen çalmış sonra da götürüp bırakmaya üşenmiştim. Sonra o kütüphane kapandı, hâlâ suçluluk duyuyorum. Bizim lise kütüphanesinde 60’lardan kalma ciltlenmiş, her biri kitap kıvamında resimli sanat tarihi ödevlerini, çöpe atmak için bir kenara yığmışlardı. Üç kişilik sanat sever çete hepsini yağmalamış, süveterlerin altına doldurup kaçırmıştık. Bana temel sanat bilgisini veren o el yazısı kitapları saklıyorum. Ödünç alma meselesinde şöyle güzel bir hikayem var: Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nı üniversitedeki sevgilimden ödünç aldığım halde geri vermemiştim. Yıllarca bende kaldı. Can Yayınları baskısı, pek çok kişinin okuyup iyice eskittiği o kitabı, Nobel’den sonra bir buluştuğumuzda Orhan Pamuk’a hem de sahibinin adına imzalattım ve iade ettim. Çok havalı oldu…
Şahane hikayeymiş. Kitaplarımı geri vermeyenlere duyuralım buradan, bari böyle güzellikler yapsınlar. Devam edelim… Bir insan okumayı ne kadar severse sevsin, nihai seçimini en baştan yapmaz, farklı ve değişik şeyler okur, arada “yaramaz” seçimler yapar. Senin de bu tür ara dönemlerin oldu mu? O ara dönemler şimdi de sürüyor mu?
Pek edebi sayılmayacak macera romanlarını, savaş romanlarını filan çok okuduğum zamanlar oldu. Artık biraz iş icabı yine böyle şeyleri elime alıyor ve sonuna kadar gidiyorum. Şimdi sen sorunca uzun zamandır Conan ve Örümcek Adam okumadığımı farkettim mesela. Ortaokul yıllarımın fenomenleri. Biri o eski albümleri önüme koysa, hemen atıştırmaya başlayacağımdan eminim. Klasikleri hep çok severek okudum. İşin açıkçası, güncel edebiyatın kendi içine doğru kıvrılan helezonlarından çok sıkıldığım bir zaman (çok uzak bir zaman değil) kendimi tekrar 19. yüzyıla vermiştim. Şimdi her sene biri yaz mevsiminde olmak üzere en az iki 19. asır romanı mutlaka okuyorum. Hâlâ iyi geliyor, herkese de tavsiye ederim.
“Havaalanları ve uçaklardaki sonsuz sıkıcılıktaki beklemeler de okumak için şahanedir.”
Okumak için tercih ettiğin özel bir saat ve yer var mı? İdeal okuma deneyimini paylaşır mısın bizimle?
Ben yatarak okurum. Kanepede yatarak ya da koltukta kaykılıp mutlaka ayaklarımı bir şeyin üzerine uzatarak. Herkes gibi, okumak için en ideal zaman bence de gecedir. Kendini bir romana kaptırıp onu gecenin geç saatlerinde, hatta sabaha karşı bitirmenin hazzı hiçbir şeye değişilmez. Yolda da iyi kitap okurum, yani otobüste uçakta filan. Havaalanları ve uçaklar sonsuz sıkıcılıktaki beklemeler, çaresiz koltuğa çakılmalar ama nezih atmosferi ve otobüs gibi sallanmaması sayesinde okumak için şahane yerlerdir. Gürültülü yerlerde de kitap okuyabilirim. Sık sık dikkati dağılan biri olduğum için kitaptan kafamı kaldırdığımda bakacak bir şeyler olması hoşuma gider ve kafelerde okumaya bayılırım. Saatlerce aynı yerde oturup, bir ton da sigara içip bir kitabı bitirip kalktığım olmuştur. Hatta akşamları televizyon açıkken, ekranın karşısında bile oturup okurum. Mutlaka yanımda kalem bulundurum, kitapları hunharca çizer kenarlarına notlar alırım. Köşelerini kıvırırım, ayraç pek kullanmam. Yani nesne olarak âşık olsam da aslında kitaplara çok iyi davranmam. Onların da benimle birlikte ölüp gideceklerini pek azını benden sonra bir başkasının alıp okuyacağını bildiğim için böyle davranıyorum. Bazen aşka gelip elimdeki kalemle deftere bir küçük yazı başlangıcı yapar, o kitapla ilgili ya da aklıma getirdiği meseleyi yazarım.
Ne tür kitapları sever, okursun?
En çok roman okurum. Sonra tarih, sonra da sanat. Tabii ki benim okuma listem çok kalabalık ve karışık, çünkü bir kitap eki yönetiyorum. Kendim için yukarıda dediğim gibi klasik romanları okurum. Bilim kurguya bayılırım. Bir dönem Yüzüklerin Efendisi, Yerdeniz Büyücüsü gibi fantastiğin babalarını da çok severek okumuştum. Ama şunu söyleyeyim, mesela tarihi romanları sevmem. İyisi yazılmadığı için mi, o tür romanlar ister istemez çok geveze olup ha bire bana bildiğim şeyleri anlatmaya çalıştıkları için mi yoksa her birinin illa bir büyük fikri ama hamaset ama tabu devirme derdi olduğu için mi bilmiyorum. Ama tarihi romanlar bende hep tatsız bir etki bırakır.
“Okumayacağım kitabı evime götürmemeye çalışıyorum”
Okumayı en az senin kadar seven biri kütüphaneni görse ne hazinelerle karşılaşır? Orada bizi şaşırtacak, senden beklemeyeceğimiz ne bulurduk?
Artık bu soruya geldiğimizde pek bir sır, bu konuda şaşırtıcı bir şey kalmadı aslında. Kitap dünyasındaki arkadaşlarım çoğunlukla benim sanatla, görsel sanatlarla ne kadar ilgili olduğumu bilmezler. O nedenle belki Ömer Uluç’dan, Adnan Çoker’e bütün iyi modernlerin katalog ve kitaplarına, birincisinden sonuncusuna İstanbul Bienali kataloglarıma, güncel sanat alanında ne çıktıysa her şeye… yani sayısız sanat kitabının varlığına şaşırabilirler. Bir de sıradan bir kitap kurdundan daha fazla kitaba sahip olmamama. Nereden baksan son 20 yıldır, çıkan çoğu kitabın yollandığı kişilerden biriyim. Benim gibi başkalarının, kitap evleri, depoları filan var. Şöyle yaş kıvamını bulduğunda bir üniversiteye filan bağışlıyorlar, adlarına raflar konuyor. Ben ise okumayacağım kitabı evime götürmemeye çalışıyorum. Tabi sadece çalışıyorum, o ayrı…
Ben de böyleyim, ilgileneceğini düşündüğüm insanlara veriyorum…
Ben ara ara büyük temizlikler yapıyor, koliler dolusu kitabı sahaf arkadaşlara ‘bila ücret’ veriyorum. Eve gelenlere kitap vermeyi sevmem çünkü kitap olsun da ne olursa olsun diyenlere gıcığım. Hele artık hali vakti yerine gelmiş arkadaşlarımın beleş kitap peşinde koşmasına çok kızıyorum. Sahafa veriyorum, çünkü bazıları hakikaten çok uzmanlık işi bu kitapların ancak orada meraklısıyla buluşacağına inanıyorum. Zaten gazetede de en sevdiğim şey, bir kitabı tanıtımı bitince onu en çok sevecek meraklısına vermektir. Bu nedenle fazla eski kitabım yok. Mesela bir dönem siyaset bilimi kitapları pek çoktu, sonra ilgimi kaybedince onları verdim. O arada tarih kitapları da gitmiş. Sonra tarih programı yapmaya başlayınca bir sürüsünü yeniden almak zorunda kaldım.
“Ah bir de Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi olsa diye hayıflanıyorum”
Kütüphanenin bir haritasını çizmeni istesem neler anlatırsın?
Salonun tamamını ve çalışma odasını kaplayan beyaz Billy (İKEA) kütüphanemin bazı bölümleri camekanlı. Oralarda çoğu imzalı Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Selim İleri, Murathan Mungan, Elif Şafak, Ahmet Ümit külliyatları ile ikisi hariç hepsi imzasız Margareth Atwood, Jose Saramago ve Ian McEwan külliyatları durur. Ve tabii ki Nazım Hikmet’ler, Sabahattin Ali’ler ve diğerleri. Ağır oldukları için sanat kitapları hep en alt rafları kaplar ve bir kuşak gibi bütün kütüphaneyi dolaşır. İki büyük raf tıklım tıkış tarih kitaplarına ayrılmıştır. Bu tür, dağınık biçimde bütün kütüphaneye sirayet eder. Raflardan biri, özel bir alan olarak bahriye kitaplarını taşır. Eski donanmalar üzerine Türkçe ve İngilizce ne bulursam edinmeye çalışırım. Deniz Kuvvetleri yayınları bile vardır aralarında. Çok sayıda Çanakkale Savaşları kitabı da bu raftadır. Ben Çanakkaleli olduğum için bu konuyla doğuştan alakalıyım :) Bembeyaz Can Yayınları ile simsiyah Yapı Kredi rafları büyüklükleriyle bu kütüphanede hemen dikkat çeker. Çalışma odasında daha eski kitaplar karmakarışık durur. Buradaki şiir ve oyun kitapları bölümü de hatırı sayılır büyüklüktedir ve karıma aittir. Okuma koltuğunun (kendisini pek az kullanırım) hemen yanındaki rafta üst üste yeni çıkanlar yığılı durur. Benzer bir yığın da son zamanda çalışma odasının zemininde oluştu. Bu yığın, içinden çekip çekip karıştırayım, okuyayım diye oradadır ve bana keşif imkanı verdiği için pek kıymetlidir. Keşfe değer bulunmayanlar hızlıca tasfiye edilir ve yerlerine yenileri gelir. İki küçük rafta toplanan sözlüklerimi hiç kullanmasam da (artık herkes gibi internetten hallediyorum bu işi) çok severim. Kütüphanemde hiç dergi yoktur. Oralardaki yazılara bir daha dönülmeyeceğini bilirim. Ansiklopedi olarak da bir tek Tarih Vakfı’nın İstanbul Ansiklopedisi var. Ona sıkça başvurur, bir de Reşat Ekrem Koçu’m olsa ne güzel olurdu diye arada hayıflanırım.
Sehpanın, masanın üstünde hangi kitaplar duruyor şu an?
Hemen bakayım: Hew Strachan-Birinci Dünya Savaşı, Say. Mehmet Eroğlu-Issızlığın Ortası, İletişim’deki yeni baskısı. İlyas Barut, Bil Ki Hayat Virane, İletişim, The First World War, R.Prior/T.Wilson. Bunlar bugün açtığım tatil valizimden çıkanlar; oradayken okumuştum, çalışma masasının üzerine koymuşum duruyor. Salondaki sehpanın üzerinde ise dergilerle birlikte sözünü ettiğim o yeni çıkanlar yığınından çekilmiş iki kitap var Melida Tüzünoğlu’nun Size Müthiş Bir Yemek Hazırladım romanıyla Dilek Yankaya’nın Yeni İslami Burjuvazi’si.
Rafta gördüğün zaman seni hangi kitaplar heyecanlandırıyor?
Kitapçı rafında varlığından haberdar olmadığım, yeni çıkmış iyi edebiyat, farklı bir araştırma ve güzel tasarlanmış her şey beni heyecanlandırıyor. Daha bugün Robinson Kitabevi’nin yeni yerinde tuhaf fotoğraf kitaplarını karıştırarak epey vakit geçirdim. Ama başkalarının rafında eski kitaplar ilgimi çeker. Çok eski baskılar, unutulmuş çok satanlar, vaktiyle pek kıymetli olmuş yabancı dildeki kitaplar hatta kalın ciltli meslek kitapları bile… Sırf eski oldukları için. Unutamadığım kütüphane Paris Türk Büyükelçiliği’nde gördüğümdü. Dekor gibi tavana kadar dizilmiş ve belli ki onlarca yıldır yüzüne bakılmamış o ciltleri çektikçe 18. yüzyıl Mitoloji kitaplarından, 19. yüzyılda basılmış Verlaine’ler, Voltaire’ler, Adam Smith’lerle karşılaşmıştım. O kitapları karıştırmak o zaman beni benden almıştı.
Radikal Kitap’ı yapan üçlü… Derviş Şentekin, Burcu Aktaş ve Cem Erciyes.
“Çok satsın diye yazılan romanları, kişisel gelişimleri ve benim yazarım olmayanların kitaplarını okumam”
Asla almam dediğin kitaplar var mı? Ne tarz kitapları ya da yazarları hiç okumazsın?
Aşk kitaplarını, hele ki çok satan olsun diye yazılmış, basılmış aşk kitaplarını almam. Kişisel gelişim kitapları hiç okumam. Görev icabı herkesi ve her şeyi okuyorum ama ‘benim yazarım değil’ dediğim tabii ki çok sayıda isim var.
Bir de senden on kitaplık bir tavsiye listesi istiyorum. “Bana sadece bunlar yeter” dediklerin… Yangında ilk kurtarılacaklar…
Ben böyle bir liste yapamam. Gerçekten… Üstelik yangından da çok korkarım.
Son olarak… Radikal Kitap’la kaç yılın geçti? Bu maceranın önemli anlarından söz eder misin?
Mart 2001’de çıkmaya başladı Radikal Kitap yani 13 yıl olmuş. Tabii ki en önemli an, bir kitap eki yapmaya karar vermemizdi. Ben tabii bayıldım bu habere, çünkü mesleğe yine bir kitap ekinde, Dünya Kitap’ta başlamıştım ve bu iş nasıl yapılır diye epey bir fikrim vardı. “Ama bana karışmayın” koşuluyla daldım. O zaman biraz kızdılar bana hatırlıyorum, ama hakikaten serbest de bıraktılar. Edebiyat dergisi tadında bir ilave tasarladık. En önemli farkı da popüler kitaplara açık olmamızdı. Ama sonra 2001 krizi patlak verdi ve yayına başlayamadık. Komikti halimiz, her hafta yeni bir Radikal Kitap yapıyor ama bir türlü basamıyorduk. Bu böyle bir iki ay sürdü. Baktık krizin biteceği yok, yayımlamaya karar verdik. Kuruçeşme Zihni’de düzenlediğimiz çıkış kokteyli çok havalı olmuştu. Bizim Radikal Kitap partileri uzunca bir süre yayın dünyasının en önemli en eğlenceli yıllık etkinliği olarak kaldı. Üçüncü sayıda Harry Potter’ı kapak yapmamız da önemli bir çıkıştı. Popüler, çok satar kitaplara yer verecek bir kitap eki o zaman pek beklenmedik bir şeydi. Neyse, Radikal Kitap, her hafta ortalama 60 sayfa filan çıkmaya başladı. Aradakileri bir çırpıda sayamam ama en büyük dönüm noktası basılı Radikal’in kapanması oldu. Neyse ki Radikal Kitap kapanmadı ve şimdi onu hem de üç kat daha fazla basarak Hürriyet’le birlikte dağıtıyoruz. Bilmiyorum medya tarihinde gazetesi kapanıp da çıkmaya devam eden başka ‘ilave’ var mıdır? Galiba yine bir ilke imza attık :)
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Radikal Kitap’ı artık bulamıyorum, Hürriyet’le birlikte dağıtıldığı söyleniyor ama sadece birkaç noktada, bunun sebebi nedir acaba?