Çocuğunuz bir androide âşık olsa ne yaparsınız?
Bir makine düşünür mü, aslında hesap mı yapıyordur? Yoksa ikisinin yolu da muhakemeye çıkıyorsa bir fark var mıdır arada? Binlerce bileşen ve milyonlarca kombinasyonla yaratılan hisler, sadece birer taklit midir? Bir “şey”in hissetmediğini nereden anlayabiliriz? Peki ya kendimizin bazen bir hissi taklit edip etmediğimizi anlayabilir miyiz? Veya karşımızdaki her kimse onun? Ve şu: Çocuğunuz bir androide âşık olsa ne düşünür, ne hisseder, ne yaparsınız? Bunu istememenizin, çocuğunuzun bir Siyahi’ye, Kürt’e, Ermeni’ye, Türk’e âşık olmasını, onunla evlenmesini istememenizden farkı olur mu?
Sorular sorular…
Henüz yüz yüze tanışmasak da Twitter’da laflamayı sevdiğim Kaan Kavuşan genç bir gazeteci. Epeydir Akşam gazetesinin hafta sonu eklerinde kıyak işler yapıyor, futbol, sinema, müzik falan yazıyor. Kafa dengi birkaç arkadaşıyla açtıkları Moon Station Z diye bir blogları var, açıkçası tam ağzıma layık bir yer, tavsiye ederim. Klasik Futbol diye bir blogu da var ama futbol beni pek alakadar etmediği için orayı es geçiyorum.
Kaan’ın sevdiğim yanı müzik zevki. Sıkı adamlara, sağlam gruplara takılıyor. Bir de tavizsiz bir tip, kafasına estiği gibi yazıyor, cevaplardan çok sorularla alakalı olduğu belli… “Başka neler var sende” diye sordum, anlattı. Hardcore Philip K. Dick hayranı. Hardcore The Clash’çı + Punk’çı. Hardcore Western’ci, hele spagetti olursa… Anlayacağınız Kaan’da “biraz” diye bir şey yok. Ya hardcore, ya hiççi… “Bilimkurgu ve felsefe ağırlıklı okumaları seviyorum” diyor. “Kafa açsın yani! Ha tabii, Fante, Kafka ve Knut Hamsun abilerimi de es geçmem. Dünyanın en iyi kitabı Açlık değilse nedir? Şiirle pek aram yok. Kaan Koç ve Ömer Kutluoba’yı seviyorum ama ikisini de şahsen tanıdığım için olabilir.”
Okuyacağınız bu yazıyı ondan ben istemiştim. Bir gün Blade Runner filmine dair bir şeyler anlatıyordu. “Anlatmayıp yazsan” dedim, kırmadı. Pek muhteşem oldu. Okuyunuz, okutunuz…
Blade Runner ya da İnsanlık muamması
“Kızın yaşamayacak olması çok kötü ama zaten kim yaşıyor ki?” der keskin nişancı Gaff, Blade Runner’ın son repliğinde. Bu soru, hayatın, düşlerimizin ve neyin gerçek olduğuna dair düşüncelerimizin yarattığı bin bir türlü paradoks bulutuna verilen yağmurlu bir cevaptır aslında.
Sorudur, soru olmasına…
Ama cevabını düşündüğümüzde işin içinden çıkamadığımız için, bir cevaba da ulaştırır bizi. Hepimiz için cevap farklıdır. Aynı kişi için bile farklı zamanlarda değişkenlik gösterebilir ve nihayetinde algımızla sınırlıdır.
Philip K. Dick’in müthiş eseri Do The Androids Dream About Electric Sheeps? ülkemizde hem Kavram Yayınları’ndan Bıçak Sırtı hem de 6.45’ten Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? adıyla yayınlanmıştı. Ridley Scott’ın Blade Runner filminin bu kitabın serbest bir uyarlaması olduğunu hatırlatmak lazım, kısaca konuyu özetlemeden önce;
2019 yılında, Dünya, savaşların ardından yıpranmıştır. Dünyadışı koloniler revaçtadır ve oralarda daha iyi bir hayat sağlanmıştır. Çok gelişmiş, düşünmeye ve hisleri taklit etmeye programlanmış androidler dış kolonilerde köle ve ağır işçi olarak kullanılmaktadır. Yaşam süresi 4 yıl olan bu androidlerden herhangi birinin dünyaya girmesi yasaktır.
Fakat kolonilerden birinde isyan çıkar…
Bir grup android Dünya’ya kaçar…
Amaçlarıysa piramit şeklindeki binasında androidler yaratan tasarımcı Dr. Tyrell’e ulaşarak, bu önceden belirlenmiş süreyi ortadan kaldırmaktır.
Polis teşkilatının göz bebeği Rick Deckard’ın göreviyse bu androidleri emekliye ayırmaktır. Bu işleme ‘emekliye ayırma’ denir, çünkü cansız olan bir şeyi öldüremezsiniz. ‘Kanlı canlı’ karşınızda olsa bile cansızdır çoğunluğun gözünde. Bir nevi vicdani mastürbasyon yaptıran bu kelimeyi kullanmak zorundasınızdır eğer polisseniz.
İnsandan daha insan!
Kahramanımız Rick Deckard’ın peşine düştüğü kaçak androidler standart androidlerden daha tehlikelidir, çünkü onlar ‘İnsandan daha insan’ sloganıyla üretilen Nexus-6 modelinin mensubudur. (Tam şu sıralarda Philip K. Dick’in kızı, bu ismi kullandığı için Samsung’a dava açmış durumda.) Her neyse, Nexus-6 tipi androidler düşünürken ve hissederken (ya da bakış açısına göre hisleri taklit ederken) hiçbir şekilde insandan ayırt edilemezler. Farklı zekâ seviyelerine ve çeşitli tepki modellerine sahiplerdir. Bir süre geçtikten sonra, programlarındaki karışık ve çok yönlü hesaplama algoritmaları sebebiyle kendi karakterlerini ve fikirlerini geliştirmiştirler. Bu, aklımızda yaradılışa dair dinsel soruları ateşler önce:
♦ Düşünen ve hisseden (en azından hisleri taklit eden) bir şey yarattıysak bizde de Tanrısallık mı oluşmuştur?
♦ Ya da yarattığımız şeyler nihayetinde Tanrı’nın bir yaratısı mıdır?
♦ Yoksa “yarattığımız” yanılgısına düşerek kötü taklitlerin peşinde mi koşuyoruzdur aslında?
İşte Deckard’ın ve Philip K. Dick’in ve de dolaylı yoldan bu ikisini yorumlayan Ridley Scott’ın paradoksu bu… Binlerce karmaşık algoritma sayesinde, milyarlarca kombinasyon kurarak, bir şeyleri işleme sokan ve sonucunda benzersiz tepkiler veren bir android beyninin tek farkı, insan beyninin organik olması mıdır?
Kitap ve film boyunca Deckard’ın zihnini kurcalayan bu ‘yaradılış’ muamması sonunda öyle bir muammaya dönüşür ki, Rick Deckard kendinin insan olup olmadığını da anlayamaz hâle gelir. Hatta kitapta, sadece tepki süresine göre gözbebeğinin büyüyüp küçülme oranını ölçen, ama Nexus-6’lar için çok da net bir cevap vermeyen Voight-Kampf testini kendine uygular. Bizim aklımıza da şu soruyu getirir: “İnsan nedir?”
♦ Bir makine düşünür mü, yoksa aslında hesap mı yapıyordur? Yoksa bu ikisinin yolu da muhakemeye çıkıyorsa bir fark var mıdır arada? (Çünkü Blade Runner dünyasında androidler kendi varlıklarını da korumak isteyen, zevkleri olan kompleks ‘canlılar’dır.)
♦ Binlerce bileşen ve milyonlarca kombinasyonla yaratılan hisler, sadece birer taklit midir? Bir “şey”in hissetmediğini nereden anlayabiliriz? Ya da biz kendimizden yola çıkarak, bir hissi taklit edip etmediğimizi anlayabilir miyiz?
♦ Çocuğunuz bir androide âşık olsa ne düşünür, ne hisseder, ne yaparsınız? Bunu istememenizin, çocuğunuzun bir Siyahi’ye, Kürt’e, Ermeni’ye, Türk’e âşık olmasını, onunla evlenmesini istememenizden farkı olur mu?
hay allah tüylerim diken diken oldu şimdi.
birinin Blade Runner hakkında mantıklı ve amaca hitap eden bir yazı yazmasına sevinelim yoksa böyle bir filmin varlığına mı bilemiyoruz.
ama blade runner demişken, pk dick demişken filmdeki görsel setting’in çıkış noktasından da bahsetmemek olmaz.
Mr. Scott ciddi şekilde Jodorowsky-Moebius ikilisinin işlerinden etkilenmişdir.
laf lafı açar, konu konuyu ama bir gün belki Jodorowsky ve Moebius ikilisinin işlerinden de bahsetmek isteyebilirsiniz.
O konuyu da belki bir gün siz yazarsınız :)) Sevgiler