Egoist okur

Deneyim aristokrasisi yahut Diane Arbus’un tekinsiz naifliği

Diane Arbus’un çektiği fotoğraflara, onlardaki ‘tekinsiz naifliğe’ bayılıyorum. Dahası, Arbus çekmese, varlıkları bile bilinmeyecek olan bütün o insanların, başkalarına benzememeye ve çirkin bulunmaya aldırış etmeyecek kadar büyük bir özgüven sahibi olduklarını hissediyorum. Ezik durmalarına, gizlenmemelerine, varoluşlarını dünyaya mağrurca ilan etmelerine bayılıyorum. Onlar birer aristokrat…

Diane Arbus diyor ki: “Hepimiz günün birinde travmatik bir deneyim yaşayacağımızdan korkarız. Benim ‘hilkat garibelerim’se dünyaya zaten bir travmayla gelmiş, yani hayat imtihanından geçmiştir. O yüzden hepsi birer aristokrattır.”

Şahane, değil mi? Okuyun. Bu yazıda Arbus’un trajik hayat öyküsü, intiharı falan yok. Onun bize verdiği harikulade bir ders var.

Deneyim aristokrasisi yahut Diane Arbus’un tekinsiz naifliği

Yüzü bandajlarla kaplı bir kadın 23’üncü kez estetik ameliyat oluyor. “Düzeltin beni” diye yalvarıyor doktorlara, “Hiç değilse azıcık normal görünmemi sağlayın.” Eller ve neşterler çalışıyor, ameliyat tamamlanıyor. Günler sonra, bandajlar açılırken kadının ayna isteyen sesini duyuyoruz. 

İşte dehşet anı! Zira aynaya yansıyan yüz çok güzel.

Kadın gözyaşlarına boğuluyor: “Hâlâ korkunç görünüyorum. Asla size benzeyemeyeceğim, normal biri olamayacağım.”

Bu kez doktorlarla hemşireleri gösteriyor kamera. Yerelmasına benzeyen yamru yumru suratlarıyla öyle çirkinler ki!

Sonunda kadını başkalarına benzemeyenlerin, yani ‘çirkin’lerin yaşadığı uzak bir adaya gönderiyorlar. “Korkma” diyor adada yaşayan genç bir adam, “Burada kimse seni aşağılamayacak. Her şeye rağmen birbirimizi sevmeye çalışacağız. Belki zamanla sen de öğrenirsin; güzellik bakanın gözündedir!”

Eh, sonuçta adada kamera da yok. Yani etrafta kadına çirkinliğini hatırlatacak fotoğraflar olmayacak… 

Ne ürpertici değil mi?

Ve hayır, ‘Nip/Tuck’ falan değil bu. ‘Alacakaranlık Kuşağı’ dizisinin 1950’lerde çekilmiş bir bölümü…

Nicole Kidman ve Robert Downey jr’ın oynadığı müthiş güzel filmde de vardı benzer bir hal. 

Moda fotoğrafçısı Diane Arbus’la bir ‘hilkat garibesi’nin aşkını anlatan ‘Fur’ (Kürk) insanın, normal-anormal, güzellik-çirkinlik, uyum-uyumsuzluk, aydınlık-karanlık, sanat-hayat kavramlarını bir kez daha düşünmesine yol açan bir yapımdı.

Bu filmin üzerine, geçenlerde Arbus üzerine bir seminere denk gelince, 
bu nevi şahsına münhasır fotoğrafçının hikayesinden size de bahsetmek istedim…

Bazıları ona “hilkat garibelerinin fotoğrafçısı” diyor. Kendisine göre, kimsenin görmek istemediği insanların, toplumun ötelediklerinin, varlıklarıyla bizi huzursuz edenlerin fotoğraflarını çeken biri. Bana göreyse çağının ilerisinde, ufuk açan, fotoğraflarıyla bizi gözlerimizi kaçırmak yerine doğrudan karşımızdaki kişiye bakmaya zorlayan büyük bir sanatçı. Üstelik bunu yaparken işimizi kolaylaştırmıyor, yani halimize acıyıp modellerini daha güzel, daha çekici, daha bize benzer hale getirmiyor. (Yersiz olduğuna aldırmayarak bir not düşeyim: Bu konuda anlatacak sağlam bir hikayem var ama sanırım henüz kelimelere dökmeye hazır değilim.)

1923 doğumlu Diane’in zengin bir kürk tüccarının kızı olduğunu, dadılarla, hizmetçilerle, aşçılarla, şoförlerle büyüdüğünü biliyoruz. Çocukluğunu şöyle anlatıyor: “Ailemin serveti bana hep bir kusur gibi göründü, bundan utandım. Hayatım Transilvanya civarında garip bir Avrupa ülkesinin film setini andıran ortamındaki yapayalnız bir prensesinkini andırıyordu.”

Diane 14 yaşındayken, annesiyle babasının dev mağazalarından birinin reklam bölümünde çalışan fotoğrafçı Allan Arbus’la evleniyor.  Kaçarak… Hem de annesiyle babasının her türlü itirazına hatta tehditlerine rağmen. O sırada 19 yaşında olan kocası bir süre sonra savaşa gidiyor, döndüğünde de birlikte bir fotoğraf stüdyosu açıyorlar. O arada epey yumuşamış olan annesiyle babası, Allan Arbus’u şirketlerine resmi fotoğrafçı seçiyorlar. Daha çok teknik işlerle ilgilenen Alan, karısının keşfedilmemiş bir dahi olduğuna inanıyor, kendine güvensiz Diane’se fotoğraf konusunda yeteneğinden asla emin olamıyor.

Bu böyle 10 yıl kadar sürüyor, sonra Diane esrarengiz bir şekilde kocasından boşanmaya ve Vogue, Harper’s Bazaar, Esquire gibi dergilere çekim yapmak yerine mesleki hayallerinin peşinden gitmeye karar veriyor. Zira o moda fotoğraflarının gerçekte var olmayan bir dünyaya ait olduğunu biliyor. “Modeller hep aynı tornadan çıkmış gibi” diyor, “Bakışlar aynı, duruşlar aynı, gülüşler aynı…” Bu emniyetli alanda hiçbir şey insanı şaşırtamaz, şaşırtmadığı için de büyüleyemez diye düşünüyor. 

Hakikati süslü bir yalandan daha fazla istediğini idrak ettiğinde de, stüdyoyu terk edip sokağa çıkıyor.

Önce dönemin ünlü fotoğrafçsı Lisette Model’dan ders alıyor. Bağımsız ruhlu bir kadın Model, yani Diane’in tam tersi. Onunla çalışmak genç fotoğrafçının özgüvenini kazanmasını sağlıyor. İlk olarak da meşhur Hubert’s Freak Museum yani Hilkat Garibeleri Müzesi’ne gidiyor. Sokağın insanlarını, uyumsuzları; eşcinselleri, travestileri, sakatları, ucubeleri, delileri çekmeye başlıyor. Tehlikeli bir maceraya atılır gibi… Fotoğrafını çekeceği insanlarla uzun zamanlar geçiriyor, kimi zaman günler, kimi zaman haftalar… Hepsi çoğu zaman tek bir kare için.

Eski kocası şöyle anlatıyor: “Onu aslında boşanmamız fotoğrafçı yaptı. Evli kalsaydık, o yerlere onu asla göndermezdim. Ha bire döküntü barlara, acayip insanların evlerine gidiyordu. Onu arkadaşça da olsa hâlâ seviyor, o yüzden yaptıklarını korkutucu buluyordum.”

Sonradan sevgili olduğu Marvin Israel’e göre ise Diane’e heyecan veren şey, fotoğraf yahut sanat falan değil aslında. O, bir fotoğrafı çekene kadar yaşadığı deneyimi heyecan verici buluyor daha çok.

İlk sergisini açtığında kimileri hayranlıkla alkışlıyor Diane Arbus’u. İnsanların çirkinliğini vurgulamanın etik olmadığına inananlarsa onu yerden yere vuruyorlar. Susan Sontag, saldırgan bir makale kaleme alarak Arbus’un modellerinin tuzağa düşürüldüğünü, fotoğraflarda nasıl gülünç ve trajik göründüklerini bir an olsun fark etmediklerini yazıyor. 

Tartışmaları umursamayan Arbus ise sokaklarda tanımadığı insanlarla arkadaş olup onları görüntülemeyi sürdürüyor. Aslında başkalarının “hilkat garibesi” deyip geçtiği insanlara kelimenin tam anlamıyla hayran. Onlara büyük bir hassasiyetle, saygıyla yaklaşıyor. Bunu bir röportajında, “Göstermeye çalıştığım şey tam olarak şu: Hiç kimse derisinden kurtulup başka biri haline gelemez. Nihayetinde hepimiz dünyaya kendi trajedilerimizi yaşamak üzere doğuyoruz” diye anlatıyor.

Bense  Sontag’ın biraz da aşağılayarak kullandığı terimle Arbus’un fotoğraflarındaki ‘tekinsiz naifliği’ çok seviyorum. Dahası, Arbus çekmese, varlıkları bile bilinmeyecek olan bütün o insanların, başkalarına benzememeye ve çirkin bulunmaya aldırış etmeyecek kadar büyük bir özgüven sahibi olduklarını hissediyorum. Kibirli bir gözle bakıldığında en acınası görünenin bile ezik durmamasına, gizlenmemesine, varoluşunu dünyaya mağrurca dikte etmesine bayılıyorum. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz bigudili genç travesti bence Arbus’un Vogue için fotoğrafladığı patenli küçük kızdan çok daha gerçek ve güzel. 

Üstelik o bir aristokrat!

Çünkü Diane Arbus diyor ki: “Hepimiz günün birinde travmatik bir deneyim yaşayacağımızdan korkarız. Benim ‘hilkat garibelerim’se dünyaya zaten bir travmayla gelmiş, yani hayat imtihanından geçmiştir. O yüzden hepsi birer aristokrattır.”

Bir nevi deneyim aristokrasisi! Öyle ya; bazıları yaşayarak öğrenir, bazıları doğuştan bilir.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
11 years ago

* DIANE ARBUS 1923–1971) “Hiçbir şeyi düzenlemeyi sevmiyorum. Fotoğrafını çekeceğim bir şeyin önünde dururken, o şeyi düzenlemek yerine, kendime çeki düzen veriyorum. Çünkü bir fotoğraf bir sır hakkında başka bir sırdır. Ne kadar çok şey anlatırsa, o kadar az bilirsin.” Çağdaş fotoğrafta önemli bir yer tutan ‘Bireysel Belgeselcilik’ akımının en önemli öncüleri arasında yer alan Diane Arbus; objektifini hep akıl hastalarına, travmatik kişiliklere, spastiklere, cücelere, devlere, travestilere, fahişelere, çirkinlere, şişmanlara, sirk insanlarına, yaralılara, ezik, dışlanmış, kopuk tiplere çeviren ve benzeri sıra dışı temalara çeviren bir Siyah-Beyaz fotoğraf sanatçısıdır. Onun amacı, herkesin ve her şeyin daima mükemmel olamayacağını; hayatta çirkinlerin, kaybedenlerin… Read more »