Doğa’nın hayatı Facebook’ta kaç beğeni alır?
Hakan Bıçakcı, Doğa Tarihi’nde hem unutulmayacak bir kadın karakter yaratmış hem de tam bugünün romanını yazarak ileride 2000’lerin başlangıcındaki edebiyatı inceleyecek olan araştırmacılara iyi bir dönem malzemesi sunmuş. Yazarın eleştirel söylemi kendi hayatımıza dönüp bakmaya ve bu sistemin neresinde durduğumuzu sorgulamaya itiyor bizi. Romanla ilgili aklıma takılan son soru ise şu: Acaba plaza kadınları bu romanı okur mu?
Doğa’nın hayatı Facebook’ta kaç beğeni alır?
Son birkaç yılda ses getiren eserlere imza atan Hakan Bıçakcı korku, gerilim ve fantastik edebiyat türlerinde yazdığı roman ve öykülerle tanınsa da son romanı Doğa Tarihi’nde tarzını biraz değiştirip bir kadın karakter üzerinden tüketim kültürünü, beton bloklara hapsedilmiş yaşamları ve teknolojinin insanları ağına alan tutsaklığını çok çarpıcı bir dille eleştiriyor. Kitap “Eski Ayna”, “Yeni Ayna” ve “İki Ayna Arasında” başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm, artık her an her yerde karşılaşabileceğimiz ve yazarın “plaza kadını” olarak tanımladığı başkarakter Doğa ile tanıştırıyor okuru. Gençlik yıllarında punkçı olan Doğa, üniversiteyi bitirince iş hayatının kâr odaklı düzenine kolayca uyum sağlamayı başaran bir işkadınına dönüşüyor. Üstelik bu dönüşüm süreci bilinçli bir tercihin sonunda oluyor. Çünkü Doğa bir Londra tatilinde elindeki son parayla hayranı olduğu Sepultura’nın cd’sini değil, üzerinde grubun fotoğrafının yer aldığı bir tişörtü almayı tercih ediyor. Çünkü herkesin, onun bir Sepultura hayranı olduğunu öğrenmesini istiyor. Doğa’nın dönüşümüyle birlikte yazar, üniversite yıllarında ideallerinin peşinden giden ancak okulu bitirip “hayata atıldıktan” sonra ideallerini bir anda unutup düzenin kendilerine dayattığı bir yaşama biçimini benimseyen insanları eleştirmiş aslında.
Doğa itici bir kadın. Sürekli dış görünüşüyle ilgileniyor, alışveriş yapıyor, iki ayda bir en yakın arkadaşını değiştiriyor, sevmediği bir adamla sırf parası ve itibarı var diye birlikte oluyor. Yani sürekli “mış gibi yapıyor”, hiçbir duyguyu tam olarak yaşayamıyor. Cinsellikle ilgili sorunları da var. Birlikte olduğu Onur’u çekici bulmuyor, hatta Onur’un pantolonundan taşan tombul bacakları ona itici geliyor. Eski sevgilisi Ulaş, Doğa’yı geçmişine bağlayan bir köprü görevi görüyor. Spor eğitmeni Engin ise cinsel çekiciliğin karşılığı. Engin’in kaslı vücudunu çok beğeniyor Doğa ve düşlerinde bu üç erkeği birleştiriyor zaman zaman. Romanda bu üç erkek ayrıntılı olarak tahlil edilmemiş, romandaki tüm karakterlerle okur arasında bir mesafe var. Bu, yazarın bilinçli bir tercihi. Yoksa yaratmak istediği yabancılaşma duygusu eksik kalırdı.
Doğa’nın dış görünüşüyle ilgili takıntıları var. Kendini bir türlü beğenmiyor, zayıf olmasına rağmen kilo aldığını düşünüyor. Kendisi de zaten insanları dış görünüşlerine göre yargılıyor, ondan iyi görünenleri rakibi sayıyor. Birkaç kez estetik operasyon geçiriyor. Yüzünde kırışıklık olmasın diye mimik yapmamaya çalışıyor.
Hakan Bıçakcı kadınlara has duyarlıkları iyi bir şekilde gözlemlemiş. Bazı yazarlar için “Kadınları çok iyi anlatıyor, kadın dünyasını iyi biliyor” gibi ifadeler kullanılır. Bence burada Bıçakcı da Doğa’nın sürdüğü kremlerden, giydiği kıyafetlere kadar iyi ayrıntılar yakalamış. Kadınların fiziksel görünüşlerine verdikleri önem hakkındaki tespitler de yerinde. Herkesin birbirine nasılsın sorusundan önce kilo almışsın ya da vermişsin dediği ve sürekli kalori hesabı yaptığı bir dönemde yaşıyoruz neticede.
Doğa’nın anne ve babası ayrılmış. Annesi, babasının bir gün ona döneceği umuduyla yaşarken babası da genç sevgilisiyle, üstelik Doğa’nın büyüdüğü evde yaşıyor. Aslında Doğa’nın eski evindeki odası romanın sonlarına doğru önemli bir mekân olarak karşımıza çıkıyor; çünkü annesiyle birlikte yaşadığı konforlu ve içinde her türlü teknolojik cihazın bulunduğu yeni evinde “kendine ait bir odası” yok. Doğa’nın kişiliğinin oluşma(ma)sında anne ve babasının önemli bir rolü var.
Arka kapak yazısında bir distopya olarak tanımlansa da romanda anlatılan dünya bize çok uzak değil. Biz bu distopyanın içinde yaşıyoruz zaten. Kentsel dönüşüm projeleri adı altında insanların yaşam alanlarından uzaklaştırıldığı, apartmanlarının camlarından bakanların karşıdaki başka apartmanları gördüğü, yeşil alanların talan edilmesinin üstünün “şu kadar ağaç diktik” söylemleriyle örtüldüğü, şehirlerin belediye başkanlarının alışveriş merkezlerinin fazla olmasıyla övündüğü, yüksek binaların artmasıyla iklimin değiştiği bir ülkede yaşıyoruz. Bütün şehirler birbirine benziyor artık, şehirlerin kendilerine ait bir siluetleri pek kalmadı. Yazar bu ortamı iyi betimlemiş. Doğa, yerin yedi kat altındaki ofisine gidebilmek için evden çıkıyor, evinin karşısındaki işyerine arabayla gidiyor. Alışveriş ve spor merkezi en çok vakit geçirdiği yerler. Doğa, böyle bir yaşama sahip bir roman kahramanı olarak kendi tarihini yok ederken insanoğlu da kendi doğasının tarihini yok ediyor.
Bıçakcı insanların görünür olmayı sevdikleri, beğenilmeyi ve onaylanmayı önemsedikleri bir çağda bize bu ortamı en çok sunan mecra olan sosyal medyayı da eleştiriyor. Tabii ki sosyal medya çok geniş bir alan ve onu hangi amaçlarla, ne kadar sıklıkla kullandığımız önemli. Burada özellikle facebook’tan bahsedilmiş. Üstelik ismi o kadar çok tekrar ediliyor ki bir süre facebook’a girmek istemiyorsunuz. Doğa facebook’ta sık sık fotoğraflarını paylaşıyor, yorum yapıyor, yapılan yorumları okuyor. Günümüzün sloganının “Görünüyorum, öyleyse varım” cümlesi olduğunu söyleyen yazar, insanların içinde bulundukları anı yaşamaktansa, o anı yaşadıklarını başkalarının da görmesini istemelerini anlamsız bulduğunu Doğa üzerinden dile getiriyor.
Doğa’nın işyeri ortamını anlatırken iş hayatındaki rekabet ve hırs savaşlarına da değiniyor yazar. Doğa şirketin üst düzey yöneticisi olmasına rağmen pek bir iş yapmıyor aslında. Kendisinin yerine geçeceğini düşündüğü rakibi Alev’den nefret ediyor, onun her hareketini gözlüyor. Alev nasıl biri tam olarak bilmiyoruz. Doğa nasıl anlatırsa o şekilde tanıyoruz onu. Alev bir kişilik kazanmıyor romanda, Doğa’nın hırsının ve korkusunun karanlık arzusu haline geliyor.
Kitapta çok az diyalog var. Doğa, hakim anlatıcının gözünden anlatılmış. Son bölümde ise onun bilinçaltı ve rüyaları devreye giriyor. Doğa’yı konuşurken pek göremiyoruz ama kendi adıma yazar, bu “plaza kadını”nı Türkçe-İngilizce karışımı bir dil olan “plaza Türkçesi”yle konuştursaydı nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Romanın bir yerinde onun bebek gibi konuştuğunu öğreniyoruz. Son birkaç yılda sayıları hızla artan “bebek taklidi yaparak konuşan kadınlar”, yeni bir insan türü haline geldi adeta. Doğa da onlardan biri.
Romanın kurgusu ilk bölümde biraz sıradan bir şekilde ilerlerken ikinci bölümün sonlarında ve üçüncü bölümde yazarın tedirgin edici anlatımı ve gerilimi hissettiren üslubuyla birleşince etkisi artıyor. Başlardaki kapitalist sistem eleştirisi bir kadının mutsuzluk ve kayboluş hikâyesiyle birleşiyor. Romanın özellikle üçüncü bölümünün okuru rahatsız eden bir atmosferi var. Yazar burada gerçeküstü öğelere yer veriyor. Yaşam tarzının yapaylığından bunalan Doğa, içinde bulunduğu durumdan kurtulamadığı için nevrotik tavırlar sergilemeye, panik atak krizleri geçirmeye başlıyor ve hızla kayboluyor. Gerçeklerden uzaklaştıkça da eski yaşamına ait hatıralara, rüyalara sığınıyor; kabusların ve karabasanların içine düşüyor. “Ürkek, tekinsiz ve kasvetli” anlatıların yazarı Bıçakcı; Doğa’nın rüya ve kabuslarında “dondurulmuş hayvanları, suları, renkleri, erkek arkadaşlarını, babasını, köpeğinin tasmasını ve küçük adamları” bir araya getiriyor.
Doğa Tarihi’ni inceleyen Hikmet Hükümenoğlu, Dave Eggers’in “The Circle”; Cem Erciyes ise Jonathan Lee’nin “Joy’un Son Günü” romanıyla Bıçakcı’nın romanı arasında benzerlikler keşfetmişler. Üç romanda da farklı coğrafyalarda yaşasalar da hayatlarından memnun olmayan ve bir şekilde uçuruma sürüklenen kadınlar anlatılıyor. Benim aklıma da kitabı okurken Woody Allen’in “Blue Jasmine” filmi geldi. Her ne kadar Jasmine, Doğa gibi varlıklı biri olmasa ve kendisini aldatan, insanları dolandıran zengin kocasından ayrılmayı sınıfsal bir gerileme olarak görse de iki kadının yaşadıkları arasında benzerlikler var. Cate Blanchett’ın canlandırdığı, hayli kırılgan yapıda bir kadın olan Jasmine karakteri de tıpkı Doğa gibi kendi kendine konuşuyor, sinir krizleri geçiriyor, ilaç kullanıyor.
İlk bölümlerde uzaklık ve soğukluk duygusuyla karşıladığımız Doğa için sonunda üzülüyoruz. Her ne sebeple olursa olsun yaralanmış bir kadınla karşılaşıyoruz. Kitabın adını aynalardan alan üç bölümden oluştuğunu yazının başında belirtmiştim. Doğa, iki bölümde de odasındaki aynaları kırıyor ve kendine zarar veriyor. Sonunda ise “iki ayna arasında” kalıyor. Romanı Lacancı psikanalist yaklaşımla okumak biraz abartılı olabilir ama yazarın aynayı romanın farklı yerlerinde bir simge olarak kullandığını görüyoruz. Doğa’nın gittiği bir falcı ona; “Senin içinde iki kadın var kızım.” diyor. Doğa’nın “ben”i ve “öteki ben”i bunlar. Doğa’nın kendini bulması ve kendi öznesini yaratması gerekiyor ama o “öteki”nin karşılığını tam olarak bulamıyor: Annesi, Alev ya da eskiden punkçı olan ve Ulaş’ı “gerçekten” seven Doğa… İçindeki diğer kadının kim olduğuna bir türlü karar veremiyor. Kendisiyle barışamadığı için de aynalarla da barışamıyor.
Hakan Bıçakcı, Doğa Tarihi’nde hem unutulmayacak bir kadın karakter yaratmış hem de tam bugünün romanını yazarak ileride 2000’lerin başlangıcındaki edebiyatı inceleyecek olan araştırmacılara iyi bir dönem malzemesi sunmuş. Yazarın eleştirel söylemi kendi hayatımıza dönüp bakmaya ve bu sistemin neresinde durduğumuzu sorgulamaya itiyor bizi. Romanla ilgili aklıma takılan son soru ise şu: Acaba plaza kadınları bu romanı okur mu?
Sibel Yılmaz
Subscribe
0 Comments
oldest