Ece Gamze Atıcı’nın çok renkli dünyasında dolaşıyoruz
Hiper zeki, çok akıllı ve iştahla okuyan bir genç kadın Ece Gamze Atıcı. Genç edebiyatçılar içinde kalemi en kuvvetli olanlardan biri aynı zamanda. Nar, Adem Aynası, Sevdiğini Öldürmek Bizde Aile Geleneği adlı birbirinden şahane romanları var. Edepsizin El Kitabı adlı kitabını da unutmamak gerek.
Ece’yle bir “yangında ilk kurtarılacaklar” röportajı yapmazsam olmazdı, yaptım da. Üstelik birkaç hafta oldu yapalı ama sonrasında benim hayatımda bir şeyler ters gitti, dahası Egoist Okur’un alt yapısında vahim bir sorun yaşadık. Neyse ki şimdi tüm sorunlar çözüldü ve ben sonunda röportajı yayınlayabiliyorum.
Haydi başlayalım…
Ece Gamze Atıcı: “Hayatta en büyük yol göstericim, özgürlük ihtimali”
Ece Gamze Atıcı ve can acıtan romanı Sevdiğini Öldürmek Bizde Aile Geleneği
Ece Gamze Atıcı: “Romancı olmaya Tutunamayanlar‘ı okuduğumda karar verdim.”
Çocukken neler okuyordun? En sevdiğin kitaplar hangileriydi?
Stephen King’in Carrie’sini çok küçük yaşta okuduğumu ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Yani onu okurken ben de roman yazma hayalleri kuruyordum. Galiba hayal kısmı oralarda bir yerlerde başladı. Muhtemelen ilkokuldaydım. Yine o dönemi düşündüğümde ilk aklıma gelenler Gümüş Patenler ile Kibritçi Kız. Sonra Zühtü Bayar’ın Filler Mezarlığı var. Peşinden Beyaz Zenciler, Boyalı Kuş derken Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sı okuma uğraşımın başka bir noktaya taşındığı yer diyebilirim. Daha çok ciddiye almaya başladım galiba. Zira sonrası Camus, Sartre, Simone de Beauvoir, Nietzsche, Virginia Woolf, Dostoyevski, Yusuf Atılgan, Latife Tekin, Nazlı Eray, Nilgün Marmara, Kaan İnce falan diye gidiyor… Şiir de çok okurduk biz. Biz dediğim arkadaşlarım ve ben. Hep okuyan, okuduklarını konuşan, yazan çocuklardık. Bizim için bir insanın olabileceği en büyük şey yazardı. Çocukluk insanın yetişkinlik harcı oluyor tabii. Oradaki hayaller insanı şekillendiriyor. Bir sonraki kırılma noktam da Tutunamayanlar’dır. Ya orta sondaydım ya da Lise 1. Sayesinde roman yazmaya karar verdim. Karar da denmez aslında. Ne yapacağımı biliyordum artık. Bir daha sorgulamadım hiç.
O zamanlar senden kaçırılan kitaplar var mıydı? Gizli gizli neler okurdun?
Biz herhangi bir şeyin kaçırılmadığı, kısıtlanmadığı bir kuşağız galiba. Korku filmleri, Alacakaranlık Kuşakları, kırmızı noktalar, Ömer Seyfettinler falan epey rock & roll bir ortamda çocukluk yaşamışız. Otobüslerde sigara içiliyordu mesela. Bunu iyi ya da kötü bir yerden almıyorum. Dünya başkaydı. Gizli gizli okuduğum bir kitap hatırlamıyorum ama ailemin korku filmi kısıtlaması getirmeyi denediğini ve başarılı olamadığını hatırlıyorum. Çünkü video izlenen döneme denk geldi çocukluğum. Ben korku filmlerini çok seviyordum. Hâlâ severim. Üstelik o zamanlar türün altın yıllarıydı. Aileler çalışıyordu. Biz de kuzenlerim ve arkadaşlarımla bir araya gelir her fırsatta korku filmi izlerdik. Hatta izlediğim korku filmlerini okula giderken servisteki arkadaşlarıma sahne sahne detaylı biçimde anlattığımı hatırlıyorum. Radyo tiyatrosu gibi. Elm Sokağı’nda Kâbus 3 anlatmaktan en hoşlandığım filmdi. Hikâye anlatıcılığımın başladığı yer burası olabilir.
Adem Aynası
“Ergenlik yıllarımda, sınırlarımı zorladığım çağda kitap çaldım, evet ama asla ödünç aldığım bir kitaba el koymadım”
Okumayla ilgili kötü alışkanlıkların oldu mu? Mesela hiç kitap çaldın mı? Ya da ödünç aldığın bir kitaba el koydun mu?
Kitap çaldım, evet. Ergenlik yıllarında insan sınırlarını zorluyor ya, o döneme ait anılarımda var öyle şeyler. Ama asla ödünç aldığım bir kitaba el koymadım. Prensipleri olan biriyim ben :) Hatta kitap ödünç almayı pek sevmem. Bir an önce geri verme tedirginliğine kapıldığım için gidip satın almayı tercih ederim. Ama benim verdiğim kitaplara el konduğu olmuştur. O yüzden ödünç kitap da vermem. Hediye etmeyi tercih ederim. Rollo May’in Yaratma Cesareti en çok hediye ettiğim kitaptır bu arada. Fazladan olur kitaplığımda ve hoşuna gideceğini düşündüğüm arkadaşlarıma mutlaka veririm. Beni büyüten kitaplardan biridir. İlk romanım Nar’ı yazmaya başlamadan önce en büyük desteği aldığım kitaptır.
Bir insan okumayı ne kadar severse sevsin, nihai seçimini en baştan yapmaz, farklı ve değişik şeyler okur, arada “yaramaz” seçimler yapar. Senin de bu tür ara dönemlerin oldu mu? O ara dönemler şimdi de sürüyor mu?
Kitaplardan yana yaramaz diyebileceğim seçimlerim pek olmuyor galiba. Yaramaz olduğunu düşündüğüm kitapları direkt yarım bırakıyorum. Sen “guilty pleasure” olarak sordun tabii. Mahcup zevk olarak mı çeviriyoruz onu? Utanç veren zevk falan da olabilir belki. O ihtiyacımı dizilerle, filmlerle gideriyorum. Magazin de severim bir noktaya kadar. İnsan, zihnini dinlendirecek şeylere ihtiyaç duyuyor. Schopenhauer da demiştir bunu benzer bir şeyler. Hemen arkamıza huysuz bir ihtiyar alalım da sözlerimiz sayılsın, değil mi? :) Sürekli entelektüel faaliyet üretemez zihin. Verimli olmaz yani. Dinlenmeye ihtiyaç var. Fakat dijital temsilimizin de olduğu bir çağdayız ya… Hatta analogdan çok dijitaldeyiz. Tüm beğenilerimiz de görünür halde. Ve o beğenilerimiz kimliğimizin önemli bir kısmını oluşturuyor. İnsan diğerlerinin kendisi hakkında ne düşündüğünü haddinden fazla önemsediğinde o kimliğin temsil ettiklerini de çok ciddiye alıyor. Kendi gerçekliğinden uzaklaşıyor yani. Bende yok o his pek. Evlilik ya da yemek programları kadar olmasa da magazin izlerim. Popüler kültür de severim. Zira zihnim yeterince yoruluyor. Bu mahcup zevklerin benden bir şey eksilttiğini hissetmiyorum. Bilakis. İnsanım.
“Her yerde her saatte okuyabilirim. Kitabın gücüyle ilgili bir şey o. Bir de tabii benim o kitabı okuma arzumla”
Okumak için tercih ettiğin özel bir saat ve yer var mı? İdeal okuma deneyimini paylaşır mısın?
İdeal bir saat ve yer yok aslında. Her yerde her saatte okuyabilirim. Kitabın gücüyle ilgili bir şey o. Bir de tabii benim o kitabı okuma arzumla. Yani mükemmel randevu gibi bir şey var benim için. Çok okumak istediğim ve beni içine alıveren bir kitapsa elimdeki, mekân ve zaman kaybolur gider. Bitirene kadar bırakmam elimden. Bunu ilk yaşadığım kitap Tutunamayanlar’dı. Lise 1’deydim galiba. Kitabın atmosferine, kişilerine o kadar bağlanmıştım ki ayrılamıyordum. Her yere onunla gidiyor, kendime bir kuytu bulup okumaya devam ediyordum. O dünyada kalmaya çalışıyordum bir nevi. Ailece gittiğimiz misafirliklerde evde boş oda bulup kitabı okumaya devam ediyordum. Okulda da. Aklımda bir sahne var bununla ilgili. Kimya dersindeyiz. Ben o kocaman kitabı sıranın üstüne koymuş okumaya devam ediyorum. Kimya hocamız geldi. “Ne yapıyorsun Ece?” dedi. Ben de sanki herkesin yapması gereken buymuş da kimyayla ilgilenerek oyalanıyorlarmış gibi “Tutunamayanlarokuyorum hocam,” dedim. Ukala da bir çocuktum. Kimya hocası hemen ikna olup “Peki” diyerek hafif mahcup bir şekilde uzaklaştı. Hissimi geçirmiştim yani. Romanlarla ilgili ilk küçük zaferim olarak kalmış aklımda o an.
Kütüphanenin bir haritasını çizmeni istesem neler anlatırsın? Okumayı en az senin kadar seven biri kütüphaneni görse ne hazinelerle karşılaşır?
Edebiyatın yanı sıra dil, felsefe ve psikoloji kitapları var epey. Bir ara benim için kıymetli kitapların eski baskılarını toplardım. Paradise Lost’un çok eski bir baskısı vardır mesela, Avustralya’da bir sahafta bulmuştu yakın bir arkadaşım. Aldığım süper hediyelerden biridir o. Yazarların hayatlarının anlatıldığı kitaplardan (işte magazin sevgim) bahsedebiliz. Ya da yazarların yazmak üzerine kaleme aldıkları kitaplar var epey. Yazmak çok kendi başına bir iş olduğu için önce gelenlerden anı paylaşımı bana iyi geliyor. Düştüğümde hemen elimden tutan kitaplar onlar oluyor genellikle. Bir de kitap yazdığım bir dönemse kurmaca dışı okumayı tercih ediyorum. O da genelde psikoloji, felsefe, popüler bilim türlerinde oluyor. Bu söyleşide adı geçen yazarların çoğunun tüm eserleri halihazırda vardır. Kütüphanem kaset, cd, plak ve dergi de içerir. Başyapıt olan albümlerin eski, orijinal kayıtları; kült dergilerin eski sayıları -hatta ciltlenmiş halde- vardır. Ama birkaç sene önce kütüphanemi ayıkladım. Benim için çok önemli olan parçalar haricinde her şeyi verdim, dağıttım. Zihnim dijitale geçti. Benim için içeriğin kalitesi önemli. Eğer o baskının sıra dışı bir özelliği yoksa kitabı matbu olarak saklamak artık bir şey ifade etmiyor. O içeriğin orijinal haline en kolay biçimde ulaşmam yeterli.
Kütüphanende bizi şaşırtacak, senden beklemeyeceğimiz ne bulurduk?
Kütüphanemin küçük bir bölümünde parti malzemeleri, renkli peruklar falan var. Tanımasanız şaşırırsınız belki.
Şimdi neler okuyorsun, sehpanın, masanın üstünde hangi kitaplar duruyor?
Cortázar’ın Seksek’ini okuyorum yeniden.
Ece ve onun zengin okuma dünyasından yazar portreleri: Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Rollo May, Ursula K. Le Guin, Oğuz Ayat ve Engin Geçtan
“Doğrusu ben pek ‘asla’ insanı değilim. Fazla büyük geliyor bana ‘asla” kelimesi”
Asla almam dediğin kitaplar var mı, ne tarz kitapları ya da yazarları hiç okumazsın?
Ben pek “asla” insanı değilim. Fazla büyük geliyor bana “asla.” Kişisel gelişim türü bana göre değil diyebilirim mesela. Yani şimdiye kadar ilgimi çekmedi. Ama herkesin okuduğu ya da söz ettiği bir şeye bir iki laf edeceksem önce bir bakmayı, okumayı tercih ederim. Zira lisansım İngiliz Dili ve Edebiyatı. Aynı bölümdeniz seninle, malum. Eleştiri dersi aldık. Ayrıca “Neden?” diye nasıl sorgulanacağını Zeynep Ergun’dan öğrendik. Bir şey hakkında etraflıca konuşmadan önce hem üslup hem de yöntem öğretildi. İlginiz, beğeniniz, zevkinizden bahsetmeniz değil kast ettiğim. Ben bir şeyi eleştirmekten bahsediyorum. Eğer kötüleyeceksem de onu ciddiye alıyorum. Mecbur kalmadıkça yapmamaya çalışıyorum. En azından artık. İlk nesil ekşi sözlük yazarıyım ben. O ihtiyacımı yıllar içinde sözlükte karşılamış olabilirim. Onun yerine beğendiğim, çok hoş bulduğum şeylerden bahsetmeyi tercih ediyorum. İlgi alanıma beğendiklerimi alıyorum yani. Ama eleştiride bulunacaksam da fikrimin altının doldurmaya çabalarım. Bir nevi refleks olarak. Eğitimini aldım çünkü. Öyle düşünmek ve kendini ifade etmek öğretildi. Üniversitede yıllarımız “Justify your idea,” yani “Fikrinizi ispatlayın,” cümlesiyle geçti. Diğer bir deyişle, kişisel gelişim yerine psikoloji okumayı tercih ediyorum. Çok da zevk alıyorum. Bilginin derinliğini daha tatmin edici buluyorum çünkü.
Seni düş kırıklığına uğratan ya da aşırı övüldüğünü düşündüğün kitaplar hangileri? Hoşlanman beklenen ama hoşlanmadığın bir kitap oldu mu?
Murakami sevemiyorum. Benim hoşlandığım, aradığım derinlikten yoksun bir anlatı gibi geliyor. Kitaplarındaki atmosferi anlıyorum, o atmosferin hissinden hoşlanıyorum ama daha iyi olabilecek bir şeylerin günümüz yavanlığına uyarlanmış hali gibi geliyor bana. Kalbimi koyamıyorum yani okurken. Tam heyecanlanmıyorum. Defalarca denedim kötü birer randevu gibi oldu her defasında. Müzik zevkleri hiç birbirininkine uymayan iki insanın müzikten bahsetmesi gibi. Üstelik edebiyatın beni katı gerçeklikten uzaklaştırmasını beklerim. Anlatılan hikâyenin ayakları yere basmasın ya da anlatıcı güvenilmez olsun isterim. Ona rağmen olmadı. Bir de Márquez’e bayılmam. Edebiyat dünyasında ona bayılma refleksi var. Bende yok o. O da sohbet etmekten hoşlanacağım biri gibi değil. Benim Hüzünlü Orospularım’ı biraz sevmiştim. Çabuk bitti diye olabilir tabii. Ama sakin olalım, Game of Thrones’u da sevemedim mesela ben. Üç defa falan başlayıp aynı yerde bıraktım diziyi. Hiç çekmedi beni. Ama House of Cards’ı dört-beş kez izlemişimdir baştan sona. Son sezonunu bile müthiş bir zevkle izledim. Jenerik dışında hiç müzik kullanılmayan bir anlatı. Öyle de temiz ve iddialı. Başyapıt.
Hakkı yenmiş kitaplar dendiğinde aklına hangileri geliyor?
Trevanian daha çok okunmalı gibi geliyor bana yazar olarak. Müthiş buluyorum kendisini. Çocukluğumda da beğendiğim yazarlarla tanışma arzusu olmazdı bende. Şimdi tanışırız da gıcık biri çıkar ve kitaplarından soğurum gibi son derece haklı bir savunmam vardı. Bir tek Trevanian’la tanışmak isterdim. Çok ilginç biriymiş zira. John Wick karakteri sinemada bu kadar sevildiyse -ki ben de bayılıyorum- sebebi Trevanian’ınŞibumi’sidir. Neden kimse bundan bahsetmiyor? Katya’nın Yazı da hâlâ çok etkilendiğim romanlardan biridir. Bitirdiğimde evde yalnızdım ve bütün ışıkları açıp oturmuştum, içim ürperdiği için. Bergman’ın Persona’sını izlediğimde de aynı hisse kapılıyorum. Ya da İbn Arabi okuduğumda. Her biri kendine has bir sarhoşluk yapıyor bende.
Son zamanlarda yayımlanan kitapları düşünürsen, bir keşiften söz edebilir misin? “Bir gün herkes şu kitaptan ya da şu yazardan söz edecek,” gibi…
Her şeyin çok belirsiz ve geçici olduğu bir yerdeyiz. Bahsettiğin duyguyu yakalayamıyorum. Ya da diğer bir deyişle epeydir beni çok etkileyen bir eserle karşılaşmadım. Edebiyattan çıkıp baksam öyle bir film ya da şarkı söyleyemem mesela. Her şey hemen oracıkta tüketilsin diye üretiliyor zaten. Bunu bir eleştiri değil, bir tespit. Derinlik yerine erişilebilirlik, kolay temas var. Daha fazlasının içinde bulunduğumuz zamanda taşınması neredeyse imkânsız bir duygu olduğunu düşünüyorum. Aşk gibi. Şimdi olmaz yani. Her şeyin o kadar da büyük olmadığı bir yerde bu da sorun değil aslında. Bizim kuşak ve bizden öncekiler “büyük” şeylere çok alışkın olduğundan zamanın ruhunu anlamakta ve uyum sağlamakta zorlanıyor. Belki de her şeyin o kadar büyük olmaması şimdilik iyi bir şeydir. Koşullar ve biz bu haldeyken büyük şeylerle ne yapabiliriz ki? Yani bizim de durumumuz yoktur belki. Bir şeyi kaybettik de kimse ne kaybettiğimizi söylüyor ne de neyi kaybettiğimizi. Kalın bir kadife perdenin ardından dünyaya bakmaya çalışıyoruz gibi. Burada bir yerde ertelediğimiz kocaman bir yas var yani. Bütün temaslarımız da yüzeysel bu yüzden. Hem kendimizle hem birbirimizle hem de dünyayla. Çok yorgunuz. Ve bir sürü derdimiz var. Sadece hayatta kalmaya çalışıyoruz. Ölmemek için uğraşıyoruz yani. Yaşamak için değil. Belki bu anlatıldığında “kayda değer” bir şey anlatılmış gibi hissedebilirim. Belki o zaman iyileşiriz. Şimdi böyle düşününce bir tek White Lotus geliyor aklıma. Derinlikli meselelerin günümüz üslubuyla şahane anlatıldığı bir dizi. Haneke filmi hissi aldım ben o diziden. Bahsettiğin duyguya hitap eden bir iş bana göre. Bunu yapan daha nice güzel iş yapabilir diyebiliyorum ancak. Bir de belki Elena Ferrante keşke Türkiye’de daha çok okunan yazar olsa diyebilirim.
Ece’nin yangında ilk kurtaracakları
Benim için edebiyat hem insan ruhunun derinliklerini kavramayı sağlıyor hem de yaradılıştan, kendi varoluşundan memnuniyet duymanı. Bu iki tema benim için vazgeçilmez. Peşinde olduğum iki duygu aynı zamanda. O yüzden Rollo May’in Yaratma Cesareti’nden bahsettim ama yine anmak isterim burada. Ben bir şeyler yaratacağım, üreteceğim diyen herkes için iyi bir dost bu kitap. Engin Geçtan’ın İnsan Olmak ve Hayat kitaplarını da anmak isterim. İbn Arabi, Mevlâna, tasavvufa dair elinize ne geçerse, o memnuniyet ve bütünlük hissini yakalamaya yardımcı olacağını düşünüyorum. Kaba saba gerçeklikten, dünyadan kurtarır. Buradan kurmacaya geçiyorsak herkesin bildiği klasikleri yeniden sayarak sıkıcı olmak istemem. Klasiklerin neden klasik olduklarını hatırlatmak yeterli. Çünkü zamansız ve evrenseller. İnsanı yakalamışlar. Ve belli ki unutulmaz biçimde gözler önüne sermişler. Kaybolduğunuzu hissettiğinizde size kendinizi hatırlatırlar.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest