Egoist okur

“Krala kafa tutmuşsan onu öldürmelisin!”

Son günlerde Batı’da çeşitli edebiyat eserleriyle ilgili arka arkaya birçok eleştiri yazısı yayınlandı. Bunların bazıları Fitzgerald ve Kafka gibi büyük edebiyat ikonlarını hedef alıyordu, o yüzden 2013’ün “tabu yıkma yılı” sayılması gerektiğini söyleyenler bile oldu. Yazıların bazılarıysa sahiplerinin “edebi alerji” diye tarif ettiği bir dürtüyle yazılmıştı.

Peki ya bizde durum neydi? Bizde edebi alerjiye falan daha çok yolumuz var. Bizim edebiyatımızda krala kafa tutmak büyük cesaret gerektiriyor. Eleştiri yazanlara da hâlâ küsülüyor. Yahut daha kötüsü yazıları yayınlanmasın diye elden gelen yapılıyor. İçimizi rahatlatan ve daha çok internette çiçeklenen oluşumlar var neyse ki… Yani eleştiriye giden bütün yollar kapalı değil.

edebi alerji egoistokur gulenay borekci

Sağdaki illüstrasyon Chetart’tan Edgar Allan Pug

“Krala kafa tutmuşsan onu öldürmelisin!”

Edebiyat eleştirisi zor iş. Bizde hele hiç yok, yapılamıyor nedense. Toplumsal dinamiklerimizden ötürü eleştirmeye, dolayısıyla eleştirilmeye alışık değiliz, muhtemelen o yüzden. Methiye konusunda cömert, eleştiri konusunda cimriyiz. Çoğu zaman bir edebiyat yapıtını eleştirmeyi doğrudan şahsa hakaret saydığımız için de o pek kıymetli nezaketimizden zinhar taviz vermiyor, susuyoruz. Bu yüzden herkesin birbirini ağırladığı dergilerde, kitap eklerinde eleştiriyi mumla arar hale geldik.

Toplumsal dinamikler deyince yanlış anlamayın lütfen, öyle derin analizlere falan gerek yok. Yeni çıkmış bir kitabı küçücük birkaç cümleyle eleştirmeye kalktığımda yayınevlerinden, editörlerden aldığım “Ne kadar kırıldık bilemezsin. Bu kadar insanın ekmek yediği sektöre bir darbe de sen mi vuracaktın?” tarzında sitemkâr e-postaları, telefonları hatırlamam yeterli. Oğuz Atay’ı sevmediğini, romanı Tutunamayanlar’ı da bir türlü okuyamadığını söyledi diye Şavkar Altınel’i günah keçisi ilan edişimizin üzerinden çok uzun zaman geçmediğini hatırlatırım size. Bu olay toplum olarak zevk aldıkları ya da almadıkları şeyler yüzünden birilerini ne kadar rahatça ve acımasızca karalayabileceğimizin ürkütücü bir kanıtı olduğu için önemli. Daha yeni bir örnekse genç romancı ve eleştirmen Irmak Zileli’nin başına gelenler. Zileli geçen kış Oya Baydar’ın O Muhteşem Hayatınız adlı romanını eleştirdiği yazısını yayınlamayı reddeden Radikal Kitap’tan istifa etti. Böylece “dokunulmazlarımızın” birini daha öğrenmiş olduk.

Bizdeki kadar olmasa bile eleştirmenin işi dünyada da zor aslında. Avrupa ve Amerika’da da edebiyatın saygıdeğer ikonları, “kutsal inekleri”, yani dokunulmaz yazarları, şairleri var. Onlara laf etmek hakikaten epey cesaret gerektiriyor. İşte size geçmişten birkaç küçük cesaret enstantanesi…

JAMES FENIMORE COOPER’A ELEŞTİRİ

‘Krala kafa tutmuşsan onu öldürmelisin’

Mark Twain, James Fenimore Cooper’ı eleştirirken onun, edebiyat sanatının 115 temel kuralından 114’ünü görmezden gelecek kadar ihmalkâr ve savruk bir yazar olduğunu ifade etmişti. O yazıyı bugün bir mizah başyapıtı olarak okuyup gülmekten kırılabiliriz ama Cooper’ın eğlendiğini şahsen hiç sanmıyorum. Şu da var: Ralph Waldo Emerson’un “Bir krala kafa tutmuşsan, onu öldürmelisin” sözü Mark Twain’in kulağına her daim küpeydi, o yüzden eleştirmenlerin de okurun da sevgisini, saygısını kazanmış olan Cooper’a, düpedüz onu “öldürmeyi” hedefleyerek saldırdı. Romanlarını bölüm bölüm, diyalog diyalog analiz etti ve hangi bakımlardan yetersiz olduklarını itiraz kabul etmez bir şekilde kanıtladı. Son Mohikan romanıyla tanıdığımız Cooper hâlâ çok okunan bir yazar ama Twain’in eleştirisinden beri artık kimse onu büyük edebiyatçı saymıyor.

DOSTOYEVSKİ’YE VE SHAKESPEARE’E ELEŞTİRİ

Sanki bunlarda daha şahsi bir sebep gizli…

Bernard Shaw’un William Shakespeare eleştirisi de edebiyat tarihinin unutulmazlarından. Ne hikayeleri, ne üslubu, ne zekası, ne insanlığı; Shaw’un meslektaşı Shakespeare’de beğendiği hiçbir şey yokmuş anlaşılan. Lolita’nın yazarı Vladimir Nabokov’un sayısız başka edebiyatçıyı acımasızca eleştirdiğini biliyoruz ama Suç ve Ceza’nın yaratıcısı Dostoyevski’ye duyduğu nefret bilhassa ünlü. Onu kötü ve değersiz bir yazar saydığını yazılarından biliyoruz. Hakkında şöyle bir anekdot ible var: Nabokov’un Rus edebiyatı derslerine yazılan bir öğrenci, Dostoyevski’nin yıl boyunca hiç ele alınmayacağını öğrenince başka bir hocadan ek ders talebinde bulunmuş. Bunu öğrenen Nabokov ne yapmış dersiniz? Soluğu müdürün odasında almış ve öğrenciyi kovdurtmuş.

2013 hakikaten tabu yıkma yılı mı?

Sadede gelelim, bu yazının esas sebebi başka: Son günlerde Batı’da çeşitli edebiyat eserleriyle ilgili arka arkaya birçok eleştiri yazısı yayınlandı. Bunların bazıları Kafka gibi büyük edebiyat ikonlarını hedef alıyordu, o yüzden 2013’ün “tabu yıkma yılı” sayılması gerektiğini söyleyenler bile oldu.

EDITH WHARTON’A ELEŞTİRİ

Fiziksel görünümün eleştirisi ne alaka?

Mesela ünlü yazar Jonathan Franzen, Masumiyet Çağı ve Keyif Evi gibi romanların yaratıcısı Edith Wharton’u epeyce sert bir dille eleştirdiği için tepki topladı. Yazısı bence de gayet sevimsizdi, hoşgörülebilecek bir yanı yoktu, zira Wharton’un sadece edebiyatına saldırmıyor, onun fiziksel yetersizliklerinden, haydi daha açık konuşalım, çirkinliğinden falan da dem vuruyor ve ona sempati duymanın zorluklarını anlatıyordu.

FITZGERALD VE MUNRO’YA ELEŞTİRİ

Eleştiri kimseyi küstürmeden yapılabilir mi?

Kathryn Schulz, yönetmen Baz Luhrman’ın Muhteşem Gatsby uyarlaması gösterime girince F. Scott Fitzgerald’ın ünlü romanını eleştiren bir yazı yayınladı. Ama dikkatli ve düşünceli olmaya gayret ettiği için en tutkulu Fitzgerald okuru bile kendisine çok öfkelenmedi. Christian Lorentzen’in Alice Munro’ya saldırdığı yazı biraz daha sertti ama doğrusu o da terbiye sınırlarını pek aşmıyordu. Lorentzen Munro’nun sık sık kendini tekrar ettiğini ve gereksiz yere hüzünlü bir dil kullanarak okuru ajite ettiğini söylüyordu.

FRANZ KAFKA’YA ELEŞTİRİ

‘Havyar gibi leziz, besleyici ama uzun süre okursanız sıkıntıdan öldürebilir’

Joseph Epstein’ın Franz Kafka eleştirisiyse bombaydı. Epstein’a göre 100 senedir şişirildikçe şişirilen Kafka’yı ancak küçük pasajlar halinde okursanız zevk alabilirdiniz, onun dışında Kafka okumak insanı depresif kılmaktan başka işe yaramazdı. Anton Çehov bile Kafka’nın yanında eğlenceli sayılırdı. Havyar gibi değerli, besleyici ve lezizdi Kafka, lakin insan sadece havyardan oluşan bir akşam yemeği yerse mide fesadına uğrar, bütün akşamı Kafka okuyarak geçirirse de delirirdi.

DAVID FOSTER WALLACE’A ELEŞTİRİ

‘Wallace’ı bir türlü hakkında edebi bir yargı geliştirecek kadar uzun süre okuyamadım’

Yıllar önce Amerikan edebiyatının dahi çocuğu olarak parlayan David Foster Wallace “fallokrat”, “görkemli narsisit” gibi kaba sıfatlarla andığı John Updike’ın romanlarını “atık madde” diye tanımlayan bir yazı yazmıştı. Wallace’ın trajik intiharı üzerinden birkaç yıl geçti ve o da nihayet bu yıl eleştirilebildi. Öykücü Geoff Dyer şahane bir açıksözlülükle enteresan bir makale kaleme alarak “David Foster Wallace’ın romanlarını sevmeyi, beğenmeyi çok istiyorum ama elimde değil, bir türlü yapamıyorum” dedi. “Onun yazdığı bir sayfa hatta kimi zaman tek bir satır bile beni çileden çıkarmaya yetiyor. Rica ediyorum, bunu edebi bir yargı saymayın. Zira Wallace’ı bir türlü hakkında edebi bir yargı geliştirecek kadar uzun süre okuyamadım. Benimki son derece fiziksel bir tepki, nasıl desem, eleştiri değil, sanki bir çeşit alerji…”

Bütün bu sözünü ettiğim yazıların kimileri tarafından tepkiyle karşılandığını söylememe gerek var mı? Lakin onları birer özgürleşme, zincirleri kırma deneyimi olarak değerlendirenler de yok değil. Şahsen bu ikinci gruptakilere katılıyorum. Öyle ya; kutsal kitapların bile eleştirilebildiği bir çağda edebiyat yapıtlarının eleştirilememesi sizce de tuhaf olmaz mıydı?

İSKENDER PALA’YA ELEŞTİRİ

‘5 Sayfalık önsözü biyografi diye kakaladılar’

İskender Pala’nın Mevlana biyografisini eline alınca çok mutlu olduğunu anlatıyor genç romancı Nur Yazgan Bahçe Yazı’da çıkan eleştirisinde ve “ortalıkta Mevlana hakkında bu kadar çok roman varken birisinin de çıkıp onun hakkında biyografi yazmasının çok güzel bir düşünce” olduğunu söylüyor. Yazısının devamı özetle şöyle: “Bu zavallı kitabın cenaze namazı kılınmış, gömülmek üzere gelmişti bana meğer. İskender Pala’nın internetteki herhangi bir sözlükte rastlanabilecek sığlıkta 5 sayfalık önsözünden sonra Mesnevi’den alıntılarla sayfa sayısı kabartılmış bir kitaptı aslında elimdeki. Mesnevi’nin kırpılıp sığlaştırılmasına mı, önsözün biyografi diye kakalanmasına mı, hangisine içerleyip kızacağımı bilemedim.”

ŞULE GÜRBÜZ’E ELEŞTİRİ

Şüpheli bir etkilenmenin yazısı

Bir süre önce romancı ve eleştirmen Oylum Yılmaz ve Ceren Ünlü, Şule Gürbüz’ü eleştiren birer yazı kaleme aldılar. Gene Bahçe Yazı blogunda. Onlar için zor ama gerekli bir eleştiri olduğu açıktı. Her şeye rağmen Gürbüz’e değer verdiklerini de hissediyordunuz. Yılmaz’ın girişinden alıyorum: “Ne kadar düşündürdü bizi Şule Gürbüz bir bilseniz. Dilinden, hikaye ediş biçiminden, yazınına damgasını vuran felsefi tutumundan ve edebiyat çevrelerince okunuş, karşılanış biçiminden çok etkilenmiştik şüphesiz ama şüpheli bir etkilenmeydi bu. Yazarın bize ne yapmaya çalıştığına bir türlü karar veremedik, neden kimsenin bizim gibi şüphelere gark olmadığına şaştık. Şaştıkça daha çok düşünüp daha dikkatli okuduk, daha dikkatli okudukça daha da çok şüphelendik. Sonra da işin içinden çıkmamaya karar verdik, ne güzel dedik, paylaşalım sorularımızı, işkillenmelerimizi yazarla ve okurla. Androjen dili, muhafazakar dünyası ve kahredici mizahıyla şüpheli bir Şule Gürbüz yazısıdır okuyacağınız.”

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments