İstanbul’un ruhları
“Zavallı Bayezid-i Cedid Camii… Hemen yanında. Zavallı, çünkü 2000 yılında Fatih Müftülüğü’nün tabelasını yenilediği anlaşılan cami, perişan sıfatını taşıyan fukara, kadersiz, ruhu zedelenmiş, itilip kakılmış küçük bir çocuğu hatırlatıyordu. Hüzünle oradan kaçmak istedim, içeri girmemle çıkmam bir oldu. Yol üzerinde duvarın içine tıkıştırılmış bir çeşmeyle karşılaştım. Suyu akmayan, sen şurada dur yeter, dercesine, alelacele oraya bırakılmış, susturulmuş, ne ailesine ne kendisine saygı gösterilmiş bir diğer çocuk; donmuş gibiydi ama ilginçtir gülümsüyordu…”
Emine Çaykara
İstanbul’un ruhları
Yıllar önce Türkiye’nin arkeolojik gönüllüler ağı Tay Projesi’nin Halının Altı başlıklı bölümünde bir İstanbul gezimi anlatırken şunları yazmışım:
“İstanbul, ne kadar bildiğinizi sansanız da bilemeyeceğiniz, hep keşfedeceğiniz yeni yerleri, köşeleri, hikâyeleri olan bir şehir. Ben bu şehrin sürprizlerinin, tanımlanamazlığının, büyüsünün ve çok yaşamışlığının peşine düşmeye bayılıyorum. Anlatacakları bitmiyor, bitmeyecek de… O yüzden derviş misali yollara koyulup kendimi kente bırakıveriyorum. Ancak bu şehirde insan hem güzellikleri, hem çirkinlikleri, hem huzuru, hem de huzursuzluğu bırakın bir günde, birkaç dakika içinde bile yaşayabiliyor. Hem gördüklerinizle ilhamlanıyor hem de isyan edebiliyorsunuz. Böyle şizoid bir durum. Bazen hepsi üzerinize geliyor ve dayanamıyorsunuz; hiç durmadan anlatmak, yazmak istiyorsunuz.”
Yine aynı şey oldu. Bir ziyaret nedeniyle Cerrahpaşa’nın arka sokaklarına yolum düştü. Aradığım adresi bulmak için dura ilerleye çıktığım yokuştan Cerrahpaşa Camii’ne kadar çıkıp Langa’ya indim ve kendimi tekrardan aynı yokuşta buldum. Sonradan anladım ki yürüdüğüm yollarda karşıma çıkan İstanbul; çeşmeleri, camileri, sokaklarıyla bir mıknatıs gibi beni kendine çekmişti. Sanki birisi beni ısrarla İstanbul’un ruhlarında dolaştırmak istemişti.
Samatya Caddesi üzerinde ilerliyordum ki sadece inşaat tabelası olan, tarihi taşların arasına hapsedilmiş ve bir çeşmeye ait olduğu intibaı veren bir levha, bak, dedi bana. Ne olduğu yazmıyordu, zaten alan inşaat halindeydi. Demirlerin arasından içeri giren bir inşaat ustası imdadıma yetişti: ‘Burası Kadem-i Şerif Tekkesi, peygamber efendimizin ayak izi burada bulunur, getiren zatın mezarı da burada.’ Kafamı kaldırınca üzeri açık, yükseltideki yeri gördüm, dua ettim. Hey gidi İstanbul… Kadem-i Şerif Tekkesi; Halil Hamid Paşa ve Nakşi Kadem Tekkesi olarak bilinirmiş. Bugünkü sahibinin Vakıflar olduğunu, esasının ahşaptan yapıldığını sonradan öğrendim. İstanbul Kültür Envanterine kayıtlı, Fatih ilçesindeki bu tescilli eserin 1970 fotoğrafından geriye hiç bir iz kalmamıştı.
Envanter ve İBB bilgileriyle yetinemezdim, o sihirli mekan bana çok daha fazla şey söylemek istiyordu. Prof. Mustafa Kara’nın Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi’ne, İslâm Âlimleri Ansiklopedisi’ne baktım, Kadem-i Şerif Tekkesi’nin peşine düştüm ve burada yatan zatın, Kadem-i Şerif’i Şam’dan İstanbul’a getiren, Nakşiliğin kolu Sadiyye’ye mensup Seyyid Muhammed Ziyâd Efendi olduğunu öğrendim.
Muhammed Ziyâd Efendi, Şam civarındaki Kadem köyünde Kadem-i şerîfin bulunduğu câmiyi yaptırmış, Sultan I. Abdülhamid’in kendisini Dersaadet’e daveti üzerine, Kadem-i saâdet de denen Kadem-i Şerif’i başına alıp yürüyerek İstanbul’a getirmiş. Çok hürmet görmüş, sevilmiş. Ona intisap eden, sohbetlerinden çok etkilenen dönemin sadrazamı Halil Hamid Paşa da bu yeri satın alıp vakfetmiş; üzerine de bugün yerinde yeller esen dergâh/tekkeyi yaptırmış. 1776’dan itibaren tasavvuf ilmi öğrenmek için buraya pek çok genç, yetişkin gelmiş. 1791’de vefat edince buraya gömülmüş.
Sadrazam Halil Hamid Paşa kim peki? Isparta’da doğan, eğitimi için İstanbul’a, dersadete gelen paşanın hikâyesi padişahla, I. Abdülhamid’le tanıştırılmasıyla değişiyor. Sadrazamlığa kadar yükselen ve çok sorunlu bir dönemde görev yapan Halil Hamid Paşa ıslahatçı bir devlet adamı; ulemanın ve padişahın gazabına uğrayarak darbe teşebbüsüyle suçlanıyor. Gelibolu, arkasından da Bozcaada’ya sürülüyor. 27 Nisan 1788’de Bozcaada’da kafası kesilerek öldürülüyor, kellesi getirilip adet olduğu üzere teşhir ediliyor ve Karacaahmet Mezarlığı’na gömülüyor. Gövdesi de Bozcada’daki Alaybey Camisi bahçesine… Bozcaada’ya gidenler kavuğuyla hemen kendini belli eden mezarını ziyaret edebilir. Muhammed Ziyâd Efendi, tüm bu korkunç gelişmelere tanık olduktan üç yıl sonra vefat ediyor. (Halil Hamid Paşa ile ilgili ayrıntılı bilgilenmek isteyenler buraya bakabilir.)
Zavallı Bayezid-i Cedid Camii… Hemen yanında. Zavallı, çünkü 2000 yılında Fatih Müftülüğü’nün tabelasını yenilediği anlaşılan cami, perişan sıfatını taşıyan fukara, kadersiz, ruhu zedelenmiş, itilip kakılmış küçük bir çocuğu hatırlatıyordu. Hüzünle oradan kaçmak istedim, içeri girmemle çıkmam bir oldu. Yol üzerinde duvarın içine tıkıştırılmış bir çeşmeyle karşılaştım. Suyu akmayan, sen şurada dur yeter, dercesine, alelacele oraya bırakılmış, susturulmuş, ne ailesine ne kendisine saygı gösterilmiş bir diğer çocuk; donmuş gibiydi ama ilginçtir gülümsüyordu…
Yokuş Çeşmesi’ni tırmanmaya başladım. Bir sokak tabelası beni eski bir tanıdıkla buluşturdu. O kadar sevindim ki üzerindeki Fırat Mini Hal yazısını bile sonradan gördüm:
‘Müverrih Naima Sokağı’.
Osmanlı tarihinin ilk resmi vakanüvisi olan meşhur tarihçimiz bana bir sürpriz yapmıştı sanki. Yüzyıllar öncesinden bugünün tarihine, tarihçilerine ışık tutan Naima’yı ben yaban ellerde, Patras’ta aramış, onu yalnız bırakmamıştım.
İstanbul aynı zamanda bir ruhlar şehridir, okudukça, öğrendikçe bir bakarsınız yüzyıllar öncesinin karakterleriyle aranızda gizemli bağlar oluşur. Halep’te doğan ve Halil Hamid Paşa gibi İstanbul’a yolu eğitim için düşen Naima, tarih yazımına getirdiği renkli ve özgün tarzla tanınıyor; resmi görevli olmasına rağmen cesaretle bürokrasinin de sultanların da hatalarını yazmasıyla da. Amcazade Hüseyin Paşa’nın yanında çalışırken Anadolu Muhasebeciliği’ne kadar yükseliyor, haksızlığa göz yummadığı ve devrin ileri gelenleri hakkında tenkit edici sözleri nedeniyle 1706’da önce Hanya’ya, sonra Bursa’ya sürülüyor. Onu koruyup kollayan Çorlulu Ali Paşa sayesinde İstanbul’a geri dönüyor ve tekrar devlet hizmetine giriyor. Paşa onu Mora seferine yanında götürüyor. Ne var ki bu seferde de açıksözlülüğü başına bela oluyor, görevlerinden el çektirilip Patras kasabasında (o zaman kasaba) muhasebeci olarak görevlendiriliyor. Hayatının son dönemlerinde çok çile çeken Naima -acaba onu Hanya’dan Bursa’ya getirmek için mektuplar yazan eşi Patras’a gelebilmiş midir?- 1716’da, 60’larının başında Patras’ta ölüyor, bir rivayete göre oradaki bir caminin avlusuna gömülüyor, Yunan isyanı, özgürlük savaşı derken cami tahrip edilince geriye ne cami ne de mezarı kalıyor. Bir diğer rivayete göreyse Fethiye Camii yanına gömülüyor.
Tabelasının karşı duvarında koca tarihçinin hayatı, okunmaz formatta, yırtık pırtık bir seçim afişinin altındaydı. Çocuklar onun adını taşıyan sokakta pür neşe futbol oynuyorlardı, öylece bir süre kalakaldım ve sonra yokuşu hızla tırmandım.
Cerrahpaşa yolundaydım artık. Cerrah Mehmet Paşa’nın ve oğullarının kabrini geçip caminin giriş kapısından kafamı uzattım. Led ışıklarla yeşil panolar gözümü aldı. Daha doğrusu külliyenin bütünlüklü estetiğini yok eden bu paçozmodern sunum zaten herşeyin önüne geçmiş, heyhey diyordu, bu ne gariplikti. Korkarım bu, bir veba salgını gibi yavaş yavaş şehri sarmaya başladı; pek çok cami kimin onayı ve isteğiyle olduğunu bilmediğim led ışıklı çirkinliklerle donatılıyor. Camilerin önüne geçen çirkin tuvalet ibareleri, beton uyduruk eklentiler salgınına bir de bu eklendi. Herkesin milli mücadelesi kendine desem olmaz, milli bu. Milli kültür, bizi biz yapan, boşuna yaşanmadığını ortaya koyan estetik, sanat, geçmiş, ortak hafızamız değil mi? Şehir(ler), sokaklar , semtler, müzeler, hangi kültürden olursa olsun tarihi eserler bizim, hepimizin. Belli süreler için emanetçisi olan yöneticiler onlara aynen bir çocuğa gösterilen sevgi ve ilgiyle yaklaşmak zorunda değil mi?
Karşı kaldırıma geçip külliyenin bütününe, mimarinin edep ve tevazusuna uzaktan baktım. Kendimi İstanbullu, Cerrahpaşalı hissederken bir kez daha farkına vardım ki, göçlerle birlikte ortak hafıza, kültür bilinci geliştirememiştik. Belediyeler, kültürü arada bir ilgilenecek ve şablonların ötesine geçmeyecek basamakta bırakıp, görev bilmemiş, politika geliştirmemiş, yaratıcı yanın ortaya çıkmasına asla izin vermemişti. Yaratıcılıktan anladıkları tabiri caizse pavyonvari bu ışıklarsa bu salgını ne yapacaktık? Bir de yine tuhaftır hepimizi birleştirmesi gereken kültür parça parça edilip sen ben ayrımından nasibini almıştı. Tarihi eserlerin yanından geçip gidenler acaba nerede yaşadıklarının farkında mıydılar emin değilim. Bırakın Naima’yı, Cerrah Paşa’yı tanıyor, niye cerrah dendiğini biliyorlar mıydı? Çeşmelerin, tarihi dokuların karşısına geçip kaç kişi bu güzellikleri seyrediyordu?
Şu bir gerçek, siz istediğiniz kadar semtlerin ruhunu değiştirin, bu değişikliği kültür potasında birleştirmeyin, İstanbul bu, herkese meydan okur ve zamanını bekler, şüpheniz olmasın.
Langa’dan ilerleyip tekrar aynı yokuşu tırmanmaya başladım. Müverrih Naima Sokağı’nı geçip aradığım sokağa saptım, mutlu, huzurlu, garip duygular içinde zili çaldım. Eski İstanbullu Gülsen Hanım kapıyı açtı ve bir saati aşan gecikmemi, buralarda kaybolmamı, bundan memnuniyetimi olağan karşılayarak sakin bir ses tonuyla dedi ki:
“Anneannem, bilmediğin bir muhite gittiğinde sokaklarda dolaşıyorsan, aa ben burayı görmemiştim diyorsan, boşuna değildir. Gece perilerin geçmiştir, gündüz de sen geçiyorsundur.”
Emine Çaykara
Subscribe
0 Comments
oldest