En güneşli ütopyanın üzerinde bile baskıcı bir gücün gölgesi hep var
Posted by gülenay börekçi on October 7, 2019 · 1 Comment
Dünyanın geleceğine dair kurulmuş aydınlık ve karanlık hayallere, ütopyalara ve distopyalara bakıyoruz bu yazıda. Ve görüyoruz ki en güneşli ütopyaların üzerinde bile baskıcı bir gücün, bir çeşit toplum mühendisliği çabasının gölgesi duruyor hep. Bu kitaplarda birilerinin ideali daima ötekilerin yıkımı, bir grubun aydınlığı mutlaka ötekilerin karanlığı oluyor. Kısacası ütopyaların peşindeki ısrarlı yolculuklar mutluluk getirmiyor.
En güneşli ütopyanın üzerinde bile baskıcı bir gücün gölgesi hep var
Bir arkadaşım, “Öyle korkunç bir çağda yaşıyoruz ki, ütopyalar dönemi çoktan geride kaldı” demişti. Son zamanlarda distopya türünde çok sayıda eser yayımlandığını düşünürsek, onun gibi düşünen çok kişi olabilir. Yeni çıkan kitaplar rafında ütopyalara pek yer yok. Savaşların, terörün ve küresel ısınmanın etkisiyle dünya hızla daha karanlık ve tehlikeli bir yer haline gelirken, edebiyatçılar da iyimser kalamıyor belki. İnsanların mutlu hayatlar sürdüğü ütopik diyarların hayalini kurmak artık imkansız.
Öte yandan, bir yazınsal tür olarak ütopyanın tek sorunu imkansızlığı değil; sıkıcılığı. Hikaye anlatıcılığının temel koşulu olan “çatışma” unsurunu yoğun olarak içeren distopyalar, okura çok daha fazla heyecan vaat ediyor. Yine de bir açıdan aynılar: Her ütopya içinde bir distopyayı gizliyor, her distopya da başlangıçta birilerinin ütopyası olarak inşa edilmiş oluyor.
Devam etmeden önce, ütopyaların ortaya çıkış sebebine bakalım. Dünyanın neresinde olursak olalım hepimiz yoklukla, öfkeyle, acıyla, gelecek kaygısıyla, düş kırıklığıyla yaşıyoruz ve bizi bezdiren, yıldıran irili ufaklı şahsi veya toplumsal meselelerle boğuşuyoruz. Hem de binlerce yıldır. Bir yandan da bizimkinden başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini hayal ediyor, zihnimizde kimsenin kimseden nefret etmediği, insanların barış içinde yaşadığı kusursuz sistemler kuruyoruz. Her nasılsa adaletsizliklerin önü alınmış, terör, açlık, savaş ve hastalık gibi sorunlar yok edilmiş, bilim ve sanat çok ilerlemiş hatta ölümsüzlüğün sırrı bile bulunmuş oluyor.
Yaygın görüşe göre, ilk ütopyanın yazarı, antik Yunan düşünürü Platon. Hatırlayalım; diyaloglardan oluşan Devlet adlı eserinde Platon, iyilik, eşitlik ve adalet gibi değerlerin hüküm sürdüğü ideal bir devlet yönetimi önerisini sunuyor. İnsanları altın, gümüş, bronz, yani yönetenler, gözleyenler ve çalışanlar olarak üç sınıfa ayıran düşünüre göre, bu sınıfların melezleşmemesi, yönetenin yönetmeye, ezilenlerin ezilmeye devam etmesi sonsuz refah ve mutluluğun ön koşulu.
İşte Platon’un resmettiği kusursuz toplumun cilası kazındığında altından nasıl bir distopyanın çıkacağını gösteren bir alıntı: “Her iki cinsin (gümüş ve bronzların) en iyilerinin en fazla, en kötülerinin en az çiftleşmeleri gerekir. Sürünün cinsinin bozulmaması için, en kötülerin değil, en iyilerin çocuklarının büyümesine izin verilmeli ve bu konuda ne yapılacağını yalnızca devlet adamları (altın sınıf) bilmeli, yoksa bekçiler (gümüş sınıf) arasında çatışmalar çıkabilir.”
Burada toplumu “sürü” olarak adlandıran Platon, insanların neyi okuyup neyi okumayacağına altın sınıfın karar vermesi gerektiğini savunarak sansürü de açıkça destekliyor. Onun ideal toplumunda, yanlış fikirlerin etkisine girme potansiyellerinden ötürü sanatçılara yer yok. Her yapıtı onu doğuran koşullar çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini söyleyeceklere, en karanlık cinsinden bir distopya sunan Devlet’in dünyaya yüzlerce yıldır “ütopya” diye kakalanmasının sebeplerini ve sonuçlarını merak etmek hakkımız değil mi diye sormak isterim.
Öte yandan, Platon dahil tüm ütopya yazarlarının iyi niyetle yola çıktıkları söylenebilir. Cesur Yeni Dünya adlı romanında, “hipnopedya” denen uykuda eğitim yöntemiyle yetiştirilen bireylerin sınırsız ve “sanal” bir mutluluk ve haz içinde yaşadığı bir ülkeyi anlatan Aldous Huxley gibi. Oysa Huxley’nin anlattığı ülke ne yeniydi ne de cesur. Ayrıca her şeyiyle Kuzey Kore’nin güney sınırındaki Barış Şehri kadar sahteydi. (Barış Şehri’nde kimse yaşamıyor. Binalar, üzerlerine kapılar, balkonlar, pencereler boyanmış dev bloklardan ibaret. Caddeler de aynı şekilde sıra sıra dükkânla dolu. Geceleri müzik sesleri geliyor, sabaha kadar ışıklar yanıyor ama hepsi bu kadar. Koca şehir sırf propaganda amacıyla inşa edilmiş. Turistler sınırda bolca fotoğraf çeksin, Güney Koreliler de kuzeydekileri zengin ve mutlu zannetsin diye.)
Edebiyata dönersek; bu tür düşsel hikayelerin gerçeğe uyarlanınca neye dönüştüklerine çok defa şahit olduk aslında. Kadim kuzey efsanelerinden aldıkları ilhamla Alman halkına bolluk, bereket, sağlık ve mutluluğun hüküm sürdüğü, rahatsız edici her unsurdan, güçsüz her bireyden arındırılmış ütopik bir ülke vaat eden Nazileri hatırlamak bile, ütopya ile distopyayı birbirinden ayıran o çok ince çizgiyi fark etmemizi sağlayabilir. (Nazilerin ütopik vaatleri, akıl almaz insanlık suçlarının işlenmesiyle ve kitlesel katliamlarla sonuçlanmıştı.)
Anlayacağınız, ütopyalara salt sıkıcı ya da imkansız bulduğum için itiraz ediyor değilim, onlar aynı zamanda yanlış hayallerin savunucuları. İlk bakışta harikulade görünen ama çatışmasız, ironisiz, dahası tekdüzeleşme potansiyeli fena halde yüksek hayaller sunuyorlar bize. Daha da beteri, en güneşli ütopyaların üzerinde bile baskıcı bir gücün, bir çeşit toplum mühendisliği çabasının gölgesi duruyor. Her Robinson’a bir Cuma’nın tahsis edildiği bu kitaplarda, birilerinin ideali daima ötekilerin yıkımı, bir grubun aydınlığı mutlaka ötekilerin karanlığı oluyor. Kısacası ütopyaların peşindeki ısrarlı yolculuklar hiçbir zaman mutluluk getirmiyor.
Margaret Atwood’un Başka Dünyalar: Bilimkurgu ve Hayal Gücü adlı kitabından bir cümleyle bitirmek istiyorum: “Gerçek olanları bir kenara koyup sadece edebi olanları ele alsak bile, her ütopya eninde sonunda aynı problemle yüz yüze kalır: Bu düzene uymayan insanlara ne olacak?”
Olmayan evin, hiç gelmeyecek trenin peşine düşenler…
Umberto Eco, Efsanevi Yerlerin Tarihi adlı kitabının önsözünde kurgusal yerleri gerçek zannederek aramaya çıkan okurlardan da bahsediyor. Mesela bir zamanlar New York’ta birçok kişi, polisiye yazarı Rex Stout’un “orkide düşkünü” dedektifi Nero Wolfe’un kumtaşı tuğlalı evinin peşine düşmüş. Fakat haliyle yazarın şuraya buraya serpiştirdiği ipuçlarının hiçbiri onları 35 Numaralı o eve götürmemiş. Romandan romana sürekli değişen sokak adları da yanlış çıkmış, bina numaraları da…
Aslında buna dair elimizde çok bilgi var. J.K.Rowling’in “Harry Potter” serisinin hayranları da Hogwarts Expresi’ni görmeyi o kadar istemiş ki, sonunda bu trenin temsili bir kopyası bile yapılmış. Gerçek yerlerden esinlenen romanlar ve o romanların geçtiği yerlerde dolaşarak sevdikleri kitapların izlerini arayan okurlar da var. Mesela “Ulysses”in hayranları, her yıl 16 Haziran’da Dublin’deki Eccles Street’te Leopold Bloom’un evini bulmaya çalışıyor ya da artık James Joyce Müzesi haline gelen Martello Kulesi’ni ziyaret ediyormuş. Falan eczacıya gidip 1904’te Leopold Bloom’un satın aldığı limonlu sabundan isteyenler de oluyormuş.
Yine de Eco, kitabında kurgusal mekânlara yer verme gereği duymadığını, çünkü bunu meslektaşı Alberto Manguel’in zaten yaptığını söylüyor. Manguel’in bizde YKY tarafından yayınlanan iki ciltlik Hayali Yerler Sözlüğü‘nde, Homeros’un Yürüyen Kayalar’ı, Alice’in Harikalar Diyarı, Borges’in Labirent’i, Michael Crichton’un Jurrassic Park’ı, Harry Potter’ın Hogwarts Şatosu ve daha başka birçok enteresan yer anlatılıyor. Hatta John Lennon’ın “Mind Games” albümünde yarattığı ve kozmik yasalar dışında hiçbir yasanın geçerli olmadığı Nutopia’yı ve Pierre Cardin’in gardrobu, Jacqueline Susann’ın bütün eserleri gibi şahaneliklerin saklandığı Nimpata’yı bile okuyabilirsiniz…
Anti-ütopya: Gülliver’ın Gezileri
18. yüzyıl İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından Jonathan Swift’in başyapıtı Gulliver’in Gezileri, okuru ters köşeye yatırarak bir distopya (aslında dört distopya) okuyacağı hissine kapılmasını sağlayan ama aslında ütopya türünü yerden yere vuran bir eser.
Mutlu mesut aile hayatını macera uğruna terk edip uzak denizlere açılan Britanyalı doktor Gulliver, her seferinde ülkesine hiç benzemeyen diyarlarda bulur kendini. Cüceler ülkesinde bir dev, devler ülkesinde bir cüce olur mesela. Ve kendi sömürgeci ülkesinin idarecilerinin, başta onu korkutan, tedirgin eden ya da en iyi ihtimalle farklılıklarıyla, saçmalıklarıyla güldüren bu yabancı ülkelerin idarecilerine göre çok daha vahşi, çok daha zorba, çok daha ahmak olduğunu anlar. Üstelik bir göçmen olarak yaşamak zorunda olduğu bu “distopik” diyarların halkları onu hiçbir zaman hor görmez. Her seferinde krallar gibi ağırlanan Gulliver, kendi ülkesinde yabancılara ne kadar kötü muamele edildiğini hep hatırlamak zorunda kalır. Bir hiciv ustası olan Swift edebiyat tarihinin en ağır finallerinden birinde Gulliver’ın ülkesine, vatandaşlarına olan tüm inancını, bağlılığını yitirmesini de gösterir.
“Gulliver’in Gezileri”, edebiyat tarihinde mülteci sorunlarına eğilen ilk eser aynı zamanda. Hollanda’da kurulan ve mülteci sorunlarıyla ilgilenen kuruluşun adı, tam da bu yüzden Gulliver Projects.
Kurt Vonnegut’ın ütopyası
“İnsanlar bir gün elbette daha mutlu olacak. Ama kanserin çaresi bulunduğu, Mars’a yolculuk gerçekleştiği ya da ırk ayrımcılığı ve diğer önyargılar ortadan kalktığı zaman değil, yeniden ilkel toplumlar olarak yaşamaya başladığımız ve birbirimizle gerçekten iletişim kurabildiğimiz zaman. Benim ütopyam bu.”
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Filed under egoist okur kitaplığı, okuma odası, vitrin · Tagged with alberto manguel, distopya, doğan kitap, efsanevi yerlerin tarihi, egoistokur, gülenay börekçi, gulliver'ın gezileri, jonathan swift, kolektif kitap, kurt vonnegut, umberto eco, ütopya
….yeniden ilkel toplumlar olarak yaşamaya başladığımız ve birbirimizle gerçekten iletişim kurabildiğimiz zaman… çok hoşuma gitti.