“Sadece 10 kitaplık bir liste yapacaksam bırakırım yansınlar!”
Eylül Görmüş’ü ismen tanıyordum elbette, sevdiğim bir arkadaşımın kızıydı. Ama yüz yüze gelmemiştik hiç. Dem Karaköy ve Dem Moda’dan sonra adını daha sık duymaya başladım. Gelin görün ki, altı sene süren Dem macerası bir süre önce son buldu, daha doğrusu Eylül mekânı ortağına bıraktı ve başka rüyaların peşine düştü. Zor yolu seçenlerden olduğu için de şimdi web tasarımcılığı yapıyor. Anlattığına göre zaten çocukluğundan beri kod okumaya meraklıymış. Web tasarımcılığını da hem hiçbir projede kendini tekrarlamayan, yaratıcılığını sürekli kılan bir iş olduğundan hem de tek başına çalışmanın özgürlüğünü sevdiğinden yapıyor.
Ama onu ağırlama sebebim, sosyal medyada yaptığı işler. Mesela arkadaşı Tuğçe Arslan Üçer’le birlikte YouTube’da başlattıkları ama çeşitli podcast mecralarında süren 1 Kitap 1 Film yayınlarıysa tarifsiz. Her Salı o hafta okuduklarını, izlediklerini konuşuyorlar. (Instagram sayfalarına buradan bakabilirsiniz.)
“Ortalıkta öyle çok kitap podcast’i var ki, bunun farkı ne?” diye sorabilirsiniz. Eylül’ün yayınlarında sevdiğim şey, zevklerinden taviz vermemesi. Beğendiği kitapları coşkuyla anlatıyor, beğenmediklerini açık açık söylüyor. Beğenmedikleri arasında şaşıracaksınız ama Murakami’nin bütün romanları, Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”ü hatta Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” falan var. Sevmemesi değil bana tuhaf gelen çünkü hep söylediğim gibi, insanın şahsi tercihlerinin peşinden gitmesinden daha güzel şey yok. İlginç olan, Eylül’ün bunları dile getirebilecek kadar cesur olması. (Yıllar önce Radikal’de başlayıp Egoist Okur’da süren Tutunamayanlar polemiğini hatırlayın, insanın zevklerinden dolayı yerden yere vurulabildiği bir ülke bizimkisi.) Türk edebiyatıyla bir ilişkisi olamadığını anlatırken mesela, çok rahat. (Aşağıda sebeplerini okursunuz.) Gündeme uymak ya da birilerini kırmamak için kitap önermediği aşikar. En azından ben denk gelmedim.
Bir de şu var: Eylül, uzun süredir gerçekten -ama gerçekten- bana kitap ve yazar keşfettiren tek kişi. Kimi zaman sıra gelmediği için okumamış olduğum, kimi zaman da adını ilk kez duyduğum yazarları onun sayesinde tanıyorum.
Kendisine ilk olarak “Bu bir karar mıydı, yoksa işler kendiliğinden mi öyle gelişti?” diye sordum, anlattı: “Ben böyle konularda pek rol yapabilen biri değilim, beğenmediğim bir şeye beğendim diyemem, demek zorunda kalırsam da yalan söylediğim hemen anlaşılır. Bu bir karar değildi, hemencecik de olmadı. Bazı kitapların üzerinde tuhaf bir mahalle baskısı var, insan beğenmeyince ‘ya, herkes beğenmiş bunu, ben anlamadım herhalde,’ diye düşünüp susuyor. Çağdaş sanat gibi biraz! Çağdaş sanata da hiç ısınamadım, pek çok eserin kimse ‘kral çıplak,’ diyemediği için övüldüğünü düşünüyorum. (Ya da belki gerçekten ben anlamıyorumdur!) Edebiyatta da bu ‘ben anlamadım herhalde,’ duygusundan kurtulup özgüven kazanmam zaman aldı. Bir şeyi sırf popüler diye yermeyi ne kadar sıkıntılı buluyorsam, aynı sebepten övmeyi de çok sıkıntılı buluyorum. O nedenle kendi içgüdüme, okuma birikimime ve bakış açıma güvenmeyi seçtim zamanla.” Sırf beğenmezse söyleyemez diye kitaplarını okumadığı arkadaşları varmış Eylül’ün. Hatta bazı yayınevleri ona kitap yollamak istediğinde sevmeyeceğini düşünürse nazikçe izah edip kabul etmediği de oluyormuş.
Neyse, uzun bir giriş oldu. Bence daha fazla vakit kaybetmeden kütüphane sorularına geçelim.
Unutmadan, hiper zeki ve çok yetenekli Eylül Görmüş’ün yaptığı harikulade bir şey daha var aslında ama onu başka bir vakitte özel olarak anlatmak istiyorum. Şimdilik podcast’ini, Instagram sayfasını takip edin. Pişman olmazsınız.
1 Kitap 1 Film Podcast’in Spotify linki
“Sadece 10 kitap seçmem şartsa hiç seçmeden bırakırım yansınlar, en azından kendimi dövmem sonrasında ‘şunu aldım da onu niye almadım’ diye!”
Çocukken neler okuyordun? En sevdiğin kitaplar hangileriydi?
Çok kitap okunan bir evde büyüdüm. Annem İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu, babam gazeteci, dolayısıyla okumak evimizin olağan pratiklerindendi. Annemle babam bana hem bu alışkanlığı aşıladılar hem de kendi okuma yolumu bulmamda bana yardımcı oldular. Gerçi annem artık “abarttın, oku dedik de bu kadar oku demedik,” diyor ama olsun… Çocukluğumun pek çok unutamadığım kitabı var, en başta Roald Dahl’lar geliyor. Onları ne severdim! Hâlâ da çok seviyorum gerçi. Hem çocuk kitaplarını hem de yetişkinler için yazdığı eserleri… Jean-Jacques Sempé’nin resimlediği ve René Goscinny’nin yazdığı “Pıtırcık” serisine bayılırdım, Susam Sokağı’nın da tüm kitaplarını okumuştum. O yıllarda pek seçenek yoktu sanki, şu an çok daha fazla çocuk kitabı yazılıyor ve basılıyor ve bunu görmek beni çok mutlu ediyor. Çocukluğumun en unutulmaz kitabıysa, Martin Waddell ve Barbara Firth’ün “Uyuyamıyor Musun Küçük Ayı” kitabıdır. Kaç kere okuttum annemlere, ben kaç kere okudum, bilmiyorum. Yıllardır baskısı yoktu, meğer yakın zamanda yeniden basılmış! 2-6 yaş arası çocuğu olan ebeveynlere hararetle öneriyorum.
O zamanlar senden kaçırılan kitaplar var mıydı? Gizli gizli neler okurdun?
Kaçırılan kitaplar oldu tabii ama ben bir yaştan sonra kitaplıktaki her şeye bulaşmaya başladım. En net hatırladığım babamın Murathan Mungan’ın “Üç Aynalı Kırk Oda”sını elimden alışıdır. 12 yaşındaydım, kitap yeni çıkmıştı, ben de merak edip okumaya başlamıştım, çok da ilgimi çekmişti. Normalde hiçbir şeyimi kısıtlamayan babam, çok net bir şekilde yasaklamıştı kitabı bana :) Hala da okumadım, dolayısıyla yasağın sebebini öğrenemedim!
“Kitapla ilgili en kötü alışkanlığım herhalde asla kitap ödünç vermememdir”
Okumayla ilgili kötü alışkanlıkların oldu mu? Mesela hiç kitap çaldın mı? Ya da ödünç aldığın bir kitaba el koydun mu?
Yok, bunların hiçbirini yapmadım. Kitapla ilgili en kötü alışkanlığım herhalde asla kitap ödünç vermememdir. En yakınlarıma, sevgililerime bile kitaplarımı veremiyorum, olağanüstü mülkiyetçiyim bu konuda. Evin içinde diledikleri gibi okuyabilirler ama kitap evden çıktığı andan itibaren acayip bir huzursuzluk duymaya başlıyorum, “ya geri gelmezse” diye. Biri benden kitap isterse “ben sana hediye alayım” derim hemen ve gider alırım. Normalde çok daha paylaşımcı bir insan olduğum için bir arkadaşım bu huyumu hiç anlamadığını ve bana yakıştıramadığını söylemişti bir keresinde, ona “sen millete iç çamaşırlarını veriyor musun, aynı şey işte bence!” demiştim. Mahrem geliyor nedense.
“Kitap yorumları konusundaki ahlakçılığa varan dürüstlüğümde ‘bana oldu, başkalarına olmasın bari!’ hissinin payı vardır”
Bir insan okumayı ne kadar severse sevsin, nihai seçimini en baştan yapmaz, farklı ve değişik şeyler okur, arada “yaramaz” seçimler yapar. Senin de bu tür ara dönemlerin oldu mu? O ara dönemler şimdi de sürüyor mu?
“Yaramazlık” diye niteleyebileceğim kadar radikal tercihler yaptığım bir dönem olmadı son yıllarda. (Ergenliğim boyunca okuduğum o tuhaf “Çatı” serisi gibi yarı erotik garip beyaz dizimsi romanlara girmeyeyim şimdi…) Şu anda ne okumak istediğimi çok net olarak biliyorum, neyi sevip sevmeyeceğimi de büyük ölçüde doğru tahmin ediyorum. Ama bunu anlayana dek epeyce düşüp kalkmam gerekti tabii. Hiç sevmediğim bir sürü kitap okumak zorunda kaldım, çoğu da insanlar övüyor diye başıma geldi. (Belki de kitap yorumları konusundaki ahlakçılığa varan dürüstlüğümde bunun da payı vardır, başkalarının da başına gelmesin bari!) Ama tabii kafamda “girişmek gereken kitaplar” ve “kolay kitaplar” diye bir ayrım var. Kolay kitaplar kategorisi de edebi açıdan kıymetsiz kitaplardan müteşekkil değil, sadece okurdan diğerleri kadar kafa mesaisi istemeyen kitaplar bunlar. (Mesela Cortazar’ın öyküleri, kesinlikle kolay ve fakat bir yandan da her biri edebi açıdan bir hazine!) Bu “kolay kitaplar”dan yeterince okuyup dinlendiğimi düşününce “girişmek gereken kitaplar”dan bir tane okumanın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Mesela şu anda o girişilmesi gerekenlerin başında Musil’in “Niteliksiz Adam”ı ve Broch’un “Uyurgezerler Üçlemesi” var. Artık kendimi ne zaman hazır hissedersem!
Okumak için tercih ettiğin özel bir saat ve yer var mı? İdeal okuma deneyimini paylaşır mısın?
Bir süredir sabahları çok erken kalkmaya başladım. Sabah 7:00-8:30 arası okuyorum, güne böyle başlamak çok iyi geliyor. Yatmadan önce de mutlaka bir saatimi okumaya ayırıyorum, kafamı işten uzaklaştırıp gevşememi sağlıyor, başka yerlere gidiyorum, bu sayede çok daha rahat uyuyorum. Vapurda okumayı çok severim. Dükkân varken her gün vapura binerdim, o sırada geliştirdiğim bir alışkanlık bu. Ama genelde evimde ve tek başıma okumayı seviyorum. Dışarıda okurken mutlaka kulaklık takma ihtiyacım oluyor. Bu arada müzik evdeyken de ideal okuma deneyimimin bir parçası. Zbigniew Preisner, Eleni Karaindrou, David Lang, Nils Frahm gibi sözsüz müzik yapan bestecilerin eserleri kitap okurken çok iyi birer eşlikçi olabiliyor.
“Kütüphanemin haritası çizili zaten, herhangi bir dünya haritasına bakabilirsiniz”
Kütüphanenin bir haritasını çizmeni istesem neler anlatırsın? Okumayı en az senin kadar seven biri kütüphaneni görse ne hazinelerle karşılaşır?
Kütüphanemin haritası çizili zaten, herhangi bir dünya haritasına bakabilirsiniz :) Salonun iki duvarında iki kütüphanem var, biri Avrupa ve Uzak Doğu edebiyatı, biri ağırlıklı Güney Amerika edebiyatından oluşan Hispanik edebiyat; İspanyolca ve Portekizce eserler burada duruyor. Bunları ülkelerine göre ayırıyorum, bir yazarın okuduğum eserleri çok artınca onu da ayırıyorum. Mesela Carlos Fuentes’in eserlerinin ayrı bir bölümü var, hemen yanında Meksikalı diğer yazarların eserleri duruyor, sağında solunda da Şili, Arjantin diye devam ediyor. Biraz eski usul bir yöntem belki ama seviyorum bu şekilde ayırmayı. Bir de arası kötü olan yazarları bir araya getirmemeye çalışıyorum, mesela kavgalı olan Llosa ve Marquez kitaplığın iki ayrı ucundalar! (Bu tuhaflığı Carlos María Domínguez’in “Kağıt Ev” kitabındaki baş karakterin de yaptığını okuduğumda acayip mutlu olmuştum, evrende yalnız olmadığım için.) “Hazine” diye nitelenebilecek ne var bilmiyorum, birkaç değerli bulduğum şey var tabii, mesela “Yüzyıllık Yalnızlık”ın ciltli ve illüstrasyonlu 50. yıl özel baskısı, İspanyolca olmasına rağmen alıp sakladığım bir kitap. Ya da Juan Rulfo’nun fotoğraflarından oluşan “100 Fotoğraf” kitabı… Onun dışında da sanırım artık baskısı olmayan çokça kitaba sahibimdir, maalesef ekonomik koşullar tekrar baskı sayısını çok azalttı. Neyse, sonuçta hepsi hazine gibi bence.
Kendi adıma seninle tanışmasak da podcast yayınlarından okuma zevklerine dair epey şey öğrendim, o yüzden “Kütüphanende bizi şaşırtacak, senden beklemeyeceğimiz ne bulurduk?” sorumu hemen buraya da ekleyeyim.
Valla çok şaşırtıcı bir şey bulmazsınız bence. Artık neredeyse sadece kurgu okuyorum, o nedenle belki teorik eserler bulmak şaşırtıcı olabilir sizin için… Üniversite dönemimden kalma çok fazla siyaset bilimi teorisi kitabım var mesela. Bir tane de Elif Şafak kitabı var… O kadar sevmiyorum ki, bence şaşırtıcı.
Şimdi neler okuyorsun, sehpanın, masanın üstünde hangi kitaplar duruyor?
Norman Ohler’in “Harro ile Libertas”ını yeni bitirdim, müthişti, çok çok etkilendim. Genelde bir Avrupa, bir Güney Amerika gibi bir sırayla okuyorum, arka arkaya aynı coğrafyanın eserlerini okumayı tercih etmiyorum, aksi halde kafamda iç içe geçiyorlar sonrasında. İkinci Dünya Savaşı döneminde geçen ve aslında tüm Avrupa’yı didikleyen bu kitabın ardından şimdi Brezilyalı Machado de Assis’in “Mezarımdan Yazıyorum” kitabıyla uzaklara gitmekteyim. Bir okuma listesi yapmıyorum, okumakta olduğum kitabın dörtte üçünü tamamladıktan sonra kitaplığımın okumadıklarım bölümünün karşısına geçip bir sonraki kitabı seçiyorum. Okumakta olduğum kitaptan bambaşka bir konusu, hissi olan bir eser seçiyorum genelde, o nedenle karar vermeden önce büyük bölümünü okumayı bekliyorum.
“Kişisel gelişim kitaplarında verilen öğütlerin hepsini edebiyatta bulmak mümkün. Ama kimsenin keşfetmeye vakti yok”
Asla almam dediğin kitaplar var mı, ne tarz kitapları ya da yazarları hiç okumazsın?
Kişisel gelişim kitapları. Lütfen benden uzak, çok uzak olsunlar. Ben o kişisel gelişim kitaplarında hap gibi ağzımıza tıkıştırılmaya çalışılan tavsiyeleri kitaplardan, hikâyelerden kendim bulup damıtmayı seviyorum. O şekilde edinilen bilgi çok daha lezzetli, köklü ve kalıcı oluyor. Bir bardak kaynar suya bir poşetten toz döküp yapılan hazır çorba ile uğraşa uğraşa malzemelerini soyup doğradığınız, kavurduğunuz, haşladığınız bir çorba arasındaki lezzet farkı gibi görüyorum bunu. O kitaplarda verilen öğütlerin hepsini daha ham şekilde edebiyatta bulmak mümkün. Ama maalesef kimsenin didiklemeye, aramaya, keşfetmeye vakti yok.
Seni düş kırıklığına uğratan ya da aşırı övüldüğünü düşündüğün kitaplar hangileri? Hoşlanman beklenen ama hoşlanmadığın bir kitap oldu mu?
Tabii, hem de ne kadar çok. Kafa dergisindeki “Zorunda Mıyım?” köşemde genelde bunları yazıyorum. İlk aklıma gelenler, okuduğum üç Barış Bıçakçı kitabı, Murakami’nin okuduğum bütün eserleri, bence yüzyılın en iyi değil en kötü birkaç eserinden biri olan Harper Lee kitabı “Bülbülü Öldürmek” Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”ü, Yu Hua’nın yakın zamanda okuduğum ve hiç sevemediğim “Yaşamak” kitabı, Laura Esquivel’in “Acı Çikolata”sı, Fitzgerald’ın “Muhteşem Gatsby”si, Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” kitabı. Bu sonuncuyu kendime bile itiraf etmekte güçlük çektim ama ne yapalım, böyle oldu… Daha saymayayım!
“Curzio Malaparte yüzyılın en büyük yazarlarından, Alejandro Zambra’nın da ‘büyük yazar’ kategorisine girmesine az kaldı”
Hakkı yenmiş kitaplar dendiğinde aklına hangileri geliyor?
Curzio Malaparte’nin eserleri belki. Zor kitaplar yazdığının farkındayım ama bence yüzyılın en büyük yazarlarından biri kendisi, daha tanınır olması gerekirdi diye düşünüyorum. Başka da vardır muhakkak ama ilk aklıma gelen Malaperte oldu.
Son zamanlarda yayımlanan kitapları düşünürsen, bir keşiften söz edebilir misin? “Bir gün herkes şu kitaptan ya da şu yazardan söz edecek,” gibi…
Alejandro Zambra. Novellalar, öyküler ve denemelerden sonra sonunda “Şilili Şair” adında hacimli bir roman çıkardı, bence bu, kendisinin bir nevi lig atlamasına yol açacak. Şu an İspanyolca bilen bir arkadaşım okuyor ve çok iyi olduğunu söyledi, şaşırmadım. Zambra’nın “büyük yazar” kategorisine girmesine bence çok az kaldı. Onun dışında çağdaş Alman edebiyatını ve çağdaş Arjantin edebiyatını çok heyecan verici buluyorum. Malum her ikisi de ciddi edebiyat geleneği olan, büyük yazarlar yetiştirmiş uluslar. Ancak şu an yaşayan yazarlar, geleneği tamamen reddetmeden bambaşka bir şeye dönüştürüyor, üstelik bunu müthiş bir başarıyla yapıyorlar. Maalesef bizim yapamadığımız bir iş. 100 sene önce Doğu-Batı ikiliği ve taşra sıkıntısı yazılıyordu, hâlâ öyle. Edebiyatımız şehirlileşemedi, yazarlarımız sıradan ve günlük olandan edebiyat devşirmeyi başaramadı, bunu çok üzücü buluyorum. Sürekli “büyük konular” arıyor herkes. Neyse, soru bu değildi, pardon!
Eylül ve çok sevdiği yazarlar: Fuentes, Llosa, Calvino, Aleksiyeviç, Leguin, Juan Rulfo, Proust, Bolano, Cortazar, Marquez, Kundera, Saramago, Gary, Ernaux… İtiraf edeyim, ilk kez bahsi geçen herkesi görsele sığdırmak konusunda bu kadar zorlandım.
Eylül Görmüş’ün yangında ilk kurtaracakları
10 kitaplık liste istemek acımasızlık ama… Mümkün değil 10 kitap seçmem. 10 tane seçmem şartsa hiç seçmeden çıkar giderim, bırakırım yansınlar, en azından kendimi dövmem sonrasında “şunu aldım, onu niye almadım” diye, “hepsi gitti, ne yapalım” diyerek vicdanımı rahatlatırım! Ama illa bir şey seçmem gerekiyorsa sanırım hayatımın çeşitli dönemlerinde tekrar okumak veya elime alıp kurcalamak ihtiyacı duyduğum birkaç kitabı söylerim. Tek tek isim veremeyeceğim ama birkaç Fuentes, biraz Marquez, muhakkak Kunderalar ve çokça Saramago, hiç değilse bir tane Annie Ernaux (haydi adını da koyayım; “Seneler”), Romain Gary (onu da ifşa edelim; “Onca Yoksulluk Varken”), Cortazar’ın tüm öyküleri, en azından bir tane Proust, mutlaka bir Aleksiyeviç, biraz Llosa, Juan Rulfo’nun “Pedro Paramo”su, azıcık Roberto Bolano, bir kısım Calvino, azıcık da Ursula K. Leguin… Olmadı işte. Yemek tarifi gibi bir şey oldu. Hepsini güzelce yoğurup fırına verelim… Bu söyleşi de böyle bitsin…
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest