Fatih Erdoğan’la çocuklar için yazmanın sırlarını konuştuk
Fatih Erdoğan çocuk yayıncılığının en önemli isimlerinden biri. Kendi yazdıklarının dışında yayınladığı, çevirdiği, resimlediği kitaplar da var. Makaleleri ve çıkardığı süreli yayınlar da çok önemli. Yıllardır sürdürdüğü “Çocuklar İçin Yazmak” başlıklı seminerlerinden de söz etmek isterim. Yazarın aynı adı taşıyan kitabıyla birlikte bu seminerler, çocuk edebiyatı alanında ürün vermek isteyenler için şahane birer kılavuz. Fatih Erdoğan’la bir söyleşi yapma sebebim de tam olarak son derece ufuk açıcı, yol gösterici, besleyici olduğunu düşündüğüm kitabı ve seminerleri aslında.
Onunla çocuklar için yazmanın inceliklerini konuştuk. Tabii araya başka şeyler, mesela nasıl zaman yolculuğu yapabildiği gibi konular da girdi.
Çocuklar İçin Yazmak web sitesi. Atölyelere buradan ulaşabilirsiniz.
Fatih Hoca’nın Çocuklar İçin Yazmak kitabı
Fatih Erdoğan’la çocuklar için yazmanın inceliklerini konuştuk
Çocukların iyi yazılmış kitaplar okuması sizce neden önemli?
Öncelikle şunu söyleyeceğim: Çocukların boş zamanlarında okumalarını istediğimiz, umduğumuz kitaplar konusunu ille bilgilenme sürecinin bir parçası olarak görmekten yana değilim. Evet, ne okursak okuyalım, amacımız bilgilenmek olmasa bile her kitap bize bir “bilgi” taşır ama okumanın “haz” tarafının hiç öne çıkarılmıyor oluşunun son derece olumsuz sonuçları var. Bunlardan biri, üretici yani yazar için geçerli. Şöyle düşünebiliyor bazı yazarlar: “Çocuk yazdığımı sevmek zorunda değil, öğrensin çünkü ben ona çok değerli bilgiler veriyorum!” Aslında bu tam olarak şu anlama geliyor: “Güzel yazmasam da olur!” Çocuk için geçerli olan yanıysa şu: Niyetler kötü olmasa da ebeveyn, öğretmen ve “bilgili” yazarın oluşturduğu baskı, çocuğun okur olma hevesi için olumlu olmayabiliyor. Şöyle düşünüyor çocuk: “Okumak bilgilenmem için gerekli. Yani okul gibi tıpkı!”
İşte bu sürecin düzeltilmesi, yani okumanın haz yanının öne çıkarılması hem okuru çoğaltacak hem de bir şey öğretme yükünü üstünden atmış yazarın uçuk kaçık şeyler yazabilmesine fırsat verecek. Peki o zaman ne olacak? O zaman şu olacak: Zihinler çevrelerindeki dikenli tellerden kurtulacak ve yazardan okura uzanan geniş bir yayla önümüzde yayılacak. Beyinler ferahlayacak, bakış açıları çoğalacak, ufuk genişleyecek. Yani sağlıklı bir okuma eyleminden beklediklerimizi elde edeceğiz.
Bu noktada sizin yazarlık atölyelerinizi sormak istiyorum. İlk Hevesten İmza Gününe: Çocuklar İçin Yazmak adlı bir kitabınız hatta bir de web siteniz var. Atölyelerde yola çıkarken bu işin ABC’sinden başlıyorsunuz. Bir parça anlatır mısınız?
Çocuklar için yazma düşüncesini aklından geçirenlerin önlerindeki en büyük engel nedir derseniz, bu alana yönelik önyargıları derim. Gerçekten de çocuk edebiyatı ve çocuk kitapları alanı bilgi edinme ihtiyacı duyulmaksızın herkesin “zaten bildiği” bir alan. “Önüne gelen yazıyor” diye bir klişe var ya, ben buna katılmıyorum ve “önüne gelenin kendini çocuk edebiyatı uzmanı” sanmasını çok daha zarar verici buluyorum. Çocuklar için yazmaya içtenlikle niyet etmiş insanların fena halde kafalarını karıştırabiliyor, heveslerini köreltebiliyor, yanlış yönlendirebiliyor bunlar. Benim atölyelerimde yaptığım şey bu alandaki bazı yanlış ve yavan bilgileri ayıklamak. Hani heykeltıraş demiş ya, ‘taşın fazlalıklarını atıyorum” diye, onun gibi biraz. Asıl önemsediğim ise büyük bir şans eseri ortaya çıkmış olan o hevesin, hüdayınabitin kurumayıp tam da filizlediği yerde yeşermesini sağlamak. Çünkü o heves çok değerli.
Size göre çocuk kitabı yazmak öğrenilebilir bir şey mi?
Tabii ki öğrenilebilir bir şey. Süreç işi. İçten gelen bir yatkınlığa bağlı olarak bu süreç uzayıp kısalabilir. Bu yatkınlıktan kastım sadece yazma yeteneği değil, buna ek olarak çocukça düşünüp çocuk okuru yakalayabilecek fikirleri ortaya çıkarabilme becerisi. Çocuk okurun ilgisini çekmeniz şart. Yetişkin okurda durum farklı. Yetişkin okur önemsediği bir kitabı sıkıla sıkıla da okuyabilir; çocuk okumaz. Bırakır, bir daha da kapağını açmaz. O zaman “ilginç” olmayı başarmanız gerekiyor. Bu da farklı ve başka türlü bakabilmeyi gerektiriyor. Çok bilgili ama donuk bir beyne sahip bir çocuk yazarının çocuk okurun gözüne girebilme şansı yok. Yani, evet, öğrenilebilir ama yazarına bağlı olarak başarının ölçüsü değişebilir.
Çocuklar için yazmak isteyen birisi, neyin farkında olmalı, neyi gözetmeli, neyin peşine düşmeli?
İlk gözetmesi gereken şey ilgiyi üzerine çekmeyi başarmak olmalı ve bu ilgiyi sayfalar boyunca sürdürmeyi başarmalı. Anahtar şu: Çocuk, ilgisini çekmeyen kitabı okumaz! Peki ilginin sürekliliğini sağlamak yeterli mi? Hem evet hem de hayır. Bazen öyle metinler olur ki kahramanımız maceradan maceraya hoplar, zıplar ve bu hoplayıp zıplamalar nedeniyle ilgiyi sürdürür. Ancak öyle bir an gelir ki okur olarak şunu sorarız: İyi de şimdi bu kahraman bütün bunları niye yaşıyor? Amacı ne? Kahramanın bir amacı, bir hedefi olmalı. Evet, sarp bir yamaca tırmandı ve bu çok heyecanlıydı; ilgiyle okuduk. Evet, bir bataklıktan geçti ve bu çok heyecanlıydı; ilgiyle okuduk. Evet, bir mağarada dolaştı ve bu çok heyecanlıydı; ilgiyle okuduk. Eee? Bütün bu macera enstantanelerini yaşamak zorunda mıydı? Kurgu, hedefine bağlı olarak ona bu maceraları yaşamayı zorunlu mu kılıyordu? O zaman tamam. Ama sırf heyecan verici diye bu enstantanelerin amaçsız bir dizilimle çocuğun önüne konması bir süre sonra “Eee?” sorusunu sordurmaya başlar.
İyi bir çocuk kitabında olması gereken başka şeyleri de sorayım…
Dediğim gibi, iyi bir kurgu ve kahramanın tutarlı bir kimliğe, bir misyona sahip olması önemli. Bunlar tamam da misyonun fazla bayatlamamış olması da çok önemli. Bizim kitabımızdan önce okuduğu dokuz kitap da kayıp babasını arayan genç delikanlı motifi üzerine inşa edilmişse, bir yenisini okumak ne kadar heyecanlı yazılırsa yazılsın bir yerden sonra sıkmaya başlar. Tabii metnin “iyi” yazılmasının önemini göz ardı edemeyiz. Bundan kastım, metnin okurun tadına varabileceği bir dille yazılmış olması. Okurken, takılmalara yol açan, anlam belirsizlikleriyle dolu bir metin değil de okudukça akan bir dil ister okur.
Çocuklar için yazılmış bir kitapta olmaması gerekenler de var mıdır peki? Yoksa bunları düşünmek ve gereğinden fazla kurcalamak ortaya çıkacak işin ruhunu öldürür mü?
Öldürmez. Sanat esin işidir, emek işidir, doğru ama en başta bilinç işidir. Bilinçle yapılan bir uğraştır sanat.Bana sorarsanız en önemlisi, bir kitabı okuyup bitirdiğimizde zihnimizde neyin kaldığı… Yani hiçbir kitap kadını erkeği eşit görmeme, insanın insanın sömürmesi, insan haklarına aykırılık, ayrımcılık, şiddetin özendirilmesi, aklın hurafelerin ardına itilmeye çalışılması gibi olumsuzluklarla beslememeli okuru.
Son olarak, çocuk kitabı yazmak isteyen birine ben şahsen öncelikle yukarıda sözünü ettiğim kitabınızı, sonra da atölyenizi tavsiye ederim. Ama size de sormak isterim tavsiyelerinizi…
Tavsiyelerinize katılıyorum. Eklemek gerekirse: Bir şeyleri beklemeden yazmaya başlayın derim. Yazın ve içinizde ne varsa ortaya çıkarın. Olacaksa da olmayacaksa da belli olsun. Belki sizde yoktur, o zaman boşuna zaman kaybetmez, asıl olması gerekeni bulursunuz.
“Yazarken çocukluğumdaki ben’e sesleniyorum”
“Yazarken çocukluğumdaki ben’e sesleniyorum,” diyorsunuz. Bir yerde de “Çocukluk Ülkesi” diye bambaşka bir dünyadan söz etmişsiniz. O dünya bizimkinden hangi açılardan farklı? Kendi çocukluk ülkesini unutmuş birisi, çocuklar için yazabilir mi?
“Çocukluk ülkesi” bana yakışmayacak kadar şairane olmuş; neden ve nasıl dediğimi hatırlamıyorum. Ama evet, yetişkin ülkesinden farklı tabii. Sorumlulukların, kaygıların az olduğu, hayallerin sınırlarının olmadığı bir ülke. Sınırları yok çünkü sınırların olduğunu büyüdükçe öğreniyoruz. Yoksa “çocukların hayal gücü” güzellemelerinden yana değilim pek. Hiçbiri benim hayal gücümle yarışamaz! Neden? Gayet basit: Benim sahip olduğum bilgiye sahip değiller henüz de ondan. Hayal edebilmek bilgiyle olur. Ha, ama hayallerin sınırsızlığı derseniz işte o zaman çocukla da benim yarışmam mümkün değil. Değil çünkü bilgilerim ve “yetişkinliğim” benim sınırsız hayal kurmamı engelliyor. Birçok şeyin mümkün olamayacağını biliyorum artık, bu yüzden de onları hayal etmiyorum. Bu açıdan da farklı çocuklar bizden. Her şeyin mümkün olabileceğini düşünme, hayal etme olasılığı onlarda çok daha yüksek. Kendi çocukluğunu unutmuş birisi yazamaz diyemem. Yazabilir. Ve çocukları pekala yakalayabilir de. Sanat öyle bir şey çünkü. Ama hayata çocuk gibi bakabilmek biraz da o dünyayı unutmamış olmayı gerektiriyor sanki.
Çocukluk kitaplarımı dönüp yeniden okumak benim için bir bakıma zaman makinesine girmek gibi. Size zaman yolculuğu yaptıran bir “makine” var mı?
Kitaplığımdaki, çocukluğumdan kalan kitaplara bakarken ben de o duyguyu yaşıyor ve sizin yaptığınız yolculuğu yapıyorum. Özellikle, İyigün Yayınları’ndan çıkmış Jules Verne’lerin dizili olduğu bölüm beni bir anda çocukluğuma ışınlıyor.
“Roald Dahl itirazları umursamazdı çünkü kendi sesini bulmuş ve özerkliğini ilan etmişti”
Fatih Bey, Türkiye’de çocuk yayıncılığı sizin ilk başladığınız yıllardan bugüne nerelere geldi?
Benim alana girdiğim 80’lerin başından bugüne sırf nicelik olarak bakarsak bile çok ciddi bir gelişme görüyoruz. 1980 yılında çocuk ya da yetişkin her türden yaklaşık 6 bin çeşit kitap yayımlanırken bugün 80 bine geldik. Bir yılda bu kadar çok çeşit kitabın çıkmasını düşünmek bile zor geliyor, ama gerçek. “Patlama” dersek abartmış olmayız. Yine aynı zaman diliminin başlarında bir elin parmaklarını ancak aşabilen sayıda çocuk kitapları yayımcısı varken bugün hemen hemen bütün yayınevleri diğer kitaplarının yanı sıra çocuk kitapları da yayımlıyor. Ayrıca sadece çocuk kitabı yayımlayan birçok yayınevimiz de var ve bu yayınevleriyle çalışan birçok yazar çizer birbiri ardınca çıkan yeni kitaplarıyla kitapçılarda ve sosyal medyada belirmeye devam ediyorlar. Kitabın okura sunulması konusundaki önemli bir gelişme de zincir kitabevlerinin ve buna ilişkili olarak AVM’lerin çoğalması oldu. AVM’ler çünkü zincir kitabelerinin tamamına yakını buralarda konumlandı. Peki nicelik olarak eksik kalan bir şey var mı? Kütüphaneler. Evet, kütüphanelerdeki derme nicelik olarak zenginleşti ve yayın hayatındaki gelişmeye paralel olarak güncellik kazandı ama kütüphane sayısı artmadı.
Niteliğe ilişkin neler söylersiniz?
Nicelik patlaması her alandaki gelişmenin öncü tarafıdır ama niteliğin gelişme süreci daha ağır yürür. Bütün bunlara rağmen, nitelik konusunda da dikkate değer bir yol alındığını söyleyebiliriz. Öte yandan çizerlerimiz arasında yurtdışında kabul görenlerimiz tek tük de olsa var ama çocuk edebiyatı alanının zirve ülkelerinin dillerine çevrilerek kendini kabul ettirebilen yazarlarımız pek yok. TEDA projesi ve bir iki ajansın çabalarını arttırması birçok yazarımızın yurtdışında yayımlanmasını sağlamıştı ama mesela İngilizce’ye, Fransızca’ya, Almanca’ya çevrilmiş ve mesela o dillerde öne çıkmış, kendini kabul ettirmiş örnekler pek yok. Özellikle benim “resim kitap” adını verdiğim picture book türündeki örneklerin çoğu “dışardaki” iyi örneklere özenilerek kotarılmış işler hâlâ.
Aslında pandemiye ve ekonomik zorluklara rağmen bu alanda çok sayıda kitap yayımlanması ve okurun ilgisinin her daim diri olması çok güzel. Fakat çok sayıda kitap yayınlanması bir tür düzensizliğe, özensizliğe, aceleciliğe de işaret etmiyor mu? Siz neleri eleştirirdiniz çocuk kitabı yayıncılığımızda?
Çok eleştirmezdim. Eleştirmezdim çünkü gelişmenin doğal süreci bu. Özensizlik ve acelecilik sanata, sanatçılığa yakışan kavramlar değil kuşkusuz. Ve bir süre daha çocuk yazarlarımız “kendi seslerini” bulana kadar gözlerinin ucuyla piyasayı gözleyip çocukların ilgi gösterdiği örneklere yakın durmaya, onların anne babalarının sosyal medyada bilgiççe çizdiği sınırlara toslamamaya çalışacaklardır. Bu zaman ister. (Sadece yazar için değil, bu zaman toplum için de gerekli; çocuk kitabını nasıl algıladıkları, eğitimi ve sanatı çocuk kitabı bağlamında nereye oturttukları vesaire… Bütün bunlar karşısında yazarın belli bir özerkliğe ulaşması için toplumun da zamana ihtiyacı var. Roald Dahl bir grup öğretmenin itirazıyla karşılaştığında o kadar umursamazdı mesela çünkü kendi sesini bulmuş ve özerkliğini ilan etmişti.) Dolayısıyla acelecilik ve özensizlik aslında acemiliğin ve bu sözünü ettiğim özerk olamama halinin bir türevi. Yazar olarak kendi sesiyle seslenemeyince ona düşen piyasayı izleyip “çok satanı” taklit etmek oluyor.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest