Füruzan: “Aşksız hayat boşa yaşanmıştır!”
Posted by gülenay börekçi on February 20, 2012 · 5 Comments
“Hayatta incelikli dikkatler geliştirmemiz için gerekli olan şeyler bozuluyor… Kabalık gündelik bir alışkanlık durumuna geçti. Çevremizi saran her şeyin kirletilmesi bu hoyratlıkla besleniyor.” Türk edebiyatının en büyük isimlerinden biri ama 1999’dan beri yeni bir kitabı yayımlanmadı. Hayatını, yazarlığını, film yönetmenliğini, aşklarını, kederli ya da sevinçli anlarını anlattığı Füruzan Diye Bir Öykü hariç. Pek ender olarak söyleşi vermeyi kabul eden Füruzan’la kitabını, aşkı, masumiyetin yittiği yeri ve hayatın değişen yüzünü konuştuk.
‘Füruzan Diye Bir Öykü’ bir yazarın kendini anlatırken aynı anda hem müthiş açıksözlü, hem de alabildiğine ketum olabileceğinin bir kanıtı. Yazar okurlarına kalbini, zihnini ve anılarını açtığı bu kitapta her şeyden söz ediyor ama ne kendine ne başkalarına dair tek bir sır bile açık etmiyor. Aynı kararlı tutumu aşağıdaki söyleşide de sürdürdü… Üstelik röportaj sonrasındaki telefon sohbetimizde şaşırtıcı enerjisiyle o sıralar pek bir mahzun, pek bir kalbi kırık olan beni neşelendirmeye, yüzünü güldürmeye çalışmayı da ihmal etmeden…
Füruzan: “Aşksız hayat boşa yaşanmıştır!”
“Benim öğretmenlerimin birincisi annem, ikincisi İstanbul, üçüncüsü büyük yazarlar oldu” diyorsunuz…
Annem, evet. Her çocuk için anne bir çeşit öğretici değil mi? İlk adım dille başladı. Günlük hayatın düzenlenmesi, terbiye… Büyürken gerçi bu yöntem göstermeler, tembihler sık sık can sıkıcı gelse de, uymak kaçınılmazdı. İleriki yıllardaki karşı koymaların da tohumları tam orada atıldı belki. Çünkü bir çocuğa öğretilenlerin tümünün doğru olduğunu kim söyleyebilir ki!
Peki ya İstanbul?
Ben özel bir özgürlüğü olan bir çocukluk yaşadım bu kentte. İyi ki de öyle oldu. Işığını, seslerini, mevsimlerini, kokusunu ezberledim. Bu gönüllü ezberler beyin kıvrımlarınızda öyle bir yer ediyor ki, kentinize cahilce müdahaleler yapıldığında öfkeleniyorsunuz. Rumeli – Anadolu Yakası arasında denizde yürütülen tüp geçit kazılarında mesela, İstanbul’un tarihi oluşumu birkaç bin yıl daha geriye gitti. Öylesine benzersiz bir kentte yaşıyoruz ki, ona bilge bir akılla sahip çıkmamız gerektiğini hiç unutmamamız gerekiyor. Oysa özellikle yönetenler içinde bunu unutanlar çok.
“Yazarken insanlara nefretle yönelmem” diyorsunuz. Bundan bir edebiyatçının anlattığı kişileri sevmesi ya da en azından anlaması gerektiği çıkarımını yapıyorum. Bir edebiyatçı için en gerekli özellikler nelerdir?
Kişi anlamadığı bir durumu anlatabilir mi? Bu zaten olanaksız. Nefret ise insanı sakatlar. Hele bir yazarı daha da fena sakatlar. Birçok şeyi, birçok ilişkiyi sevmeyebiliriz. Bazı kişileri, onların davranışlarını hiç, hiç sevmeyebiliriz. Ama sonuçta onlara el verdiğince hayatın dışında tutabiliyoruz, değil mi? Bir edebi metin çalışmasına gelince; bu benim için yazarla yazacakları arasındaki çok mahrem bir zamanın yaşanması anlamına geliyor. Seçtiğiniz kişileri yargılamak yerine onları tartışmalı bir noktaya çekebilmelisiniz. Masumiyetlerini yitirdikleri noktaya… Buradaki masumiyet sözcüğünün altını özellikle çizmek isterim. Yoksa ‘Benim Sinemalarım’ın baş kişisi güzel Nesibe’nin kötü yola düşmesi gibi bir şey değil bu.
Kitabınızda aşktan da söz ediyor, “Aşksız geçmiş bir hayat boşa yaşanmış bir hayattır” diyorsunuz. Aşk hakikaten gündelik hayatın ıvır zıvırlarını hatta daha sert hakikatlerini katlanır kılabilir mi?
İnsanı değiştiren bir olgudur aşk, evet. Kimileri böyle bir şansı yakalayabiliyor, kimileri de elinden ancak o kadarı geldiği için hoşlandığı bir ilişkiyle yetinmek zorunda kalıyor. Sevdalanmak da ayrı bir yetenek olmalı. Bana sorarsanız, her yeni duygu kayması halini aşk sanmamak gerek. Belki daha barışçıl duygular olan hoşlanmak, sevmek de olanaklıdır… En sık yaşananlar da bunlar zaten. Barışçıl derken; tarafları çok sarsmaz ama gündelik hayatı renklendirir, hırçınlıklar, acılar içermez… İnsanlar her derinleşmenin acı pahasına olduğunu bilmeli. Bilirler de sanırım. Acıdan kaçarak aşık olamazsınız. Aşk sözcüğü tam bu noktada ayrı bir yerde durur. Sizi değiştirir, algılarınızı, duyarlılığınızı biler, öğretir, gerçekten öğretir.
Uzun süredir yeni bir yapıt yayınlamamanızın sebebi nedir? Edebiyata karşı bir küskünlük söz konusu olabilir mi?
Doğru, son kitabım Sevda Dolu Bir Yaz 1999’da yayınlandı. 10 yıl olmuş. Az zaman değil. Ama edebiyata, sanata küsmek, bunlar benim asla içinde olamayacağım duygular. Neredeyse ilk adımlarımı attığımdan beri sanatın yol göstericiliğinde geziyorum dünyayı. Onun bana kattığı mutluluk, zenginlik öylesine engin ki. Başka bir sebep yazma tembelliği olabilir mi acaba? Aralıksız zihnimde yeni konularla dolaştığıma göre, bu duruma tembellik de demeyelim. Yazılmayı bekliyorlar, diyelim. Hem, basılmamış yeni bir kitap görünürde yoksa, bu yazılmıyor demek değildir.
Son olarak şunu soracağım… Çok sayıda kitap yayınlanıyor ve bazıları çok da satıyor. Yine de siz bu ülkede edebiyata hak ettiği değerin verildiğine inanıyor musunuz?
Ülkemizde ve dünyada 80’lerle başlayan politik değişimler sonucu, sanat ve edebiyat ‘seçkinleştirilme’ düzeyine çekildi. Yani kitleler düzeyli yapıtlara yabancılaştırıldı, ilgileri dağıtıldı. Popüler olan hayatın her döneminde vardı, olacaktır da. Ama şimdiki durum öyle kafa karıştırıcı ki, her şeyden önce demokrasileri(!) sorgulamak gerek. Halklar oylarını TV dizilerinden edinilebilecek bir algıyla kullanıyor. Zevklerini, düşünce derinliklerini yitirip cahilleşerek politikacıları besliyorlar. Politikacılar da onları elbette. İtalya gibi köklü bir sanat geleneği olan bir ülkede bile Berlusconi, parası ve medya patronluğu gücüyle ikide bir başbakanlığa seçilebiliyor. Onun yalanları, yaptığı konuşmalar, hayat tarzının şımarık revü sahneleri dikkatle ele alınmalı… Bizde de bunun örnekleri yaşanıyor çünkü. Evet, düzeyli yapıtların kalabalıklara ulaşmamasının temelindeki nedenler sayısız. Eğitimdeki kalıplar, ezberler, bıktırılmış öğrenciler, kolaycılık, hayattaki amaçları araba, villa, pahalı seyahatler, marka giyim nesneleri olan bir gençlik…. Merak duygusu bununla çerçevelenmiş toplumlar sanatla nasıl ilgilenir ki? Oysa biz gençlik yıllarımızda biz sırt çantamızla dünyayı gezdik. Sadece edebiyat değil, resim, müzik, sinema, tiyatro da meraklılarını bekliyor. Onların sayısı kimi ülkelerde her şeye rağmen kendi akıllı fikirli izleyicisini bulabiliyor. Ama bizde kimlerin hakkı tam teslim ediliyor ki!
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
harikasın canım benim, kim tutar seni :)
füruzan benim gençliğimin yazarlarından, aycan’ın duvarında görünce röportajı o yaptı sandım. çok da keyifli bir röp. okuyunca galeyana geldim ve imzaya bakmadan aycan’a yazdım yukarıdaki notu.
fikrim değişmedi tabi imzayı görünce:)
hala harika olduğunu düşünüyorum söyleşinin fakat “kadına bak, ‘canım’ filan, nereden çıktı şimdi” demeyesin diye açıklama yapmak zorunda kaldım sevgili gülenay :)
eline, yüreğine sağlık…
Gülanay’cım gerçekten çok güzel bir röportaj olmuş… nasıl canım sıkılıyordu, yazını okuyunca bi keyfim yerine geldi :)
yüreğine sağlık…
Ayfer’cim çok teşekkür ederim cesaret verdiğin için :)
Teşekkür ederim Göksel. bu arada Aycan’a söyle bizi tanıştırsın bi gün. yani tanışıyoruz tabii de ayaküstü olmayan bir buluşmadan söz ediyorum :)