Füsun Saka: “Kendimizden saklanmak şu hayatta en iyi başardığımız şey”
Posted by gülenay börekçi on March 20, 2012 · 1 Comment
Füsun Saka’yı size daha önce çok anlattım. Gazeteci olduğunu, Egoist Okur’a Zamansız Hikayeler yazdığını, fotoğraf sanatısı ve gezi küratörü Süha Derbent’le evli olduğunu, kedileri ve diğer bütün vahşi yaratıkları sevdiğini, bir de çok yakın arkadaş olduğumuzu biliyorsunuz. İlk romanının bazı bölümlerinin daha çıkmadan Egoist Okur’da yayınlandığını da biliyorsunuz.
Füsun’un kitabı beni kendi kitabım çıkmış kadar heyecanlandırıyor. O yüzden onunla röportaj yapmakta biraz zorlandım. Her şeyini bildiğiniz birine ne sorabilirsiniz ki? Ama oldu. Üstelik arada bilmediğim bazı şeylerin kaldığını da öğrenmiş oldum :)
Ne anlatıyor derseniz… Zamansız, sadece toplumsal tarihimizin değil şahsi tarihimizin de kapatılmamış hesaplarla dolu olduğunu hatırlatıyor bize. Üç damardan akıyor aslında. Birincisi, kadın erkek ilişkileri ve cinsellik. İkincisi, siyasi geçmişimizle hesaplaşma. Üçüncüsü, günümüzün ilişkiden neredeyse kaçan insanlarının temel iletişim yolu olan internet. Bir de tabii çoğu zaman geriye ittiğimiz, görmezden geldiğimiz gölgeli, karanlık alanlarımız.
Füsun o gölgeli alanlardan söz ederken, “Nasıl başarıyoruz bilmiyorum ama kendimizden saklanmak şu hayatta en iyi başardığımız şey” diyor. Biz şimdilik kendini görmezden gelen gölgeleriz. Böyle yapmayıp bir baksak kendimize, kusurlarımıza, karanlığımıza; o zaman belki kendimizi daha iyi anlamak ve sevmek için de bir şansımız olacak.
Gülenay Börekçi
“Kendimizden saklanmak hayatta en iyi yaptığımız şey”
Gazetecisin, daha önce bir sürü kitap yazdın fakat ilk romanın için neden bu kadar bekledin?
Günün birinde kendi romanının yayınlandığını görmek, belki bütün gazetecilerin hayalidir. Kitap olarak çıkmasa da hep yazıyordum aslında. Zamansız için çok beklemem gerekti, araya öykü, araştırma ve söyleşi kitapları girdi. Bu romanı onlar hazırladı bir bakıma. Başta otobiyografik ögelerin ağır bastığı bir kitap yazmaya karar vermiştim. Sonra bunun benim için bir yük olacağını fark ettim. Hikayeyi otobiyografik olmaktan çıkarınca da hızla ilerleyebildim.
Roman üç damardan akıyor… Kadın erkek ilişkileri ve cinsellik. Siyasi geçmişimizle hesaplaşma… Bir de günümüzün ilişkiden neredeyse kaçan insanlarının temel iletişim yolu olan internet… Sonuncusundan başlayalım…
İletişimsizlik meselesi hakikaten kitabın ana damarlarından biri. Korkunç bir duyarsızlık görüyorum; kalabalığın ortasında müthiş bir ıssızlık söz konusu. Fazlaymışız gibi hissediyoruz ama aslında çok eksiğiz. Hayatlarımızı neredeyse internet üzerinden sürdürüyoruz, sahici arkadaşlarımız çok az ama biz, yüzlerce arkadaşımız olduğunu düşünüyor hatta sevgililerimizi bile Facebook ve Twitter’da buluyoruz. İletişim en büyük ihtiyaçlarımızdan biri ama internet üzerindeki iletişim de işte aslında iletişim falan değil.
Geçmişle hesaplaşma meselesine gelirsek… Romanın bize, bireysel olarak da, toplumsal olarak da tarihimizin kapatılmamış hesaplarla dolu olduğunu hatırlatıyor.
Hem gazeteci olduğum için, hem de şahsi tanıklıklarımdan ötürü, Türkiye’nin 30-40 yıllık geçmişine bakabilecek durumda hissettim kendimi. Zaten geçmiş kendini bize hep hatırlatıyor. Bak, bu röportajı 12 Mart’ta yapıyoruz. Hatırladığımıza göre bizim için önemli… Neredeyse her 10 yılda bir darbe oldu; yaşanan tvarmalardan, çekilen acılardan etkilenmememiz imkansız. Bunları doğrudan değil, hiç siyasi tavrı olmayan, edilgen bir karakter üzerinden anlatmayı seçtim. Efsa gençliğinde de devrimci hareket içinde olabilecek biri değil, bildiğimiz anlamda solcu bile sayılmaz. Akışın içinde sürüklenmiş bir sürü kişiden biri. Ama o bile neredeyse çocuk yaşta işkenceye maruz kalıyor. Anlayacağın, kaçış yoktu, o çark herkesi öğütüyordu.
Peki işkence?
İşkence çok onur kırıcı bir şey. 12 Eylül döneminde birçok insan bu tür aşağılanmalara maruz kaldı. Bunların izlerini de hala taşıdığımıza inanıyorum. Kimse “Bütün bunları yaşadım, sonra da unuttum, üzerine bambaşka bir hayat kurdum” diyemez. Efsa da diyemiyor. Şimdi yaşadığı problemlerin bir kısmı çocukluğunda annesiyle babasının ilişkisinde tanık olduklarından kaynaklanıyorsa, bir kısmı da gençliğinde 12 Eylül döneminde yaşadıklarından kaynaklanıyor.
Bu problemlerin açığa çıktığı alan da cinsel ve duygusal hayatı…
Dedim ya, edilgen bir kadını anlatıyorum. Sıkışmışlığından kurtulmak istiyor ama bunu hep erkekler aracılığıyla yapıyor. Türkiye’deki pek çok kadın gibi… Bu ülkenin kadınları genellikle bir erkeğe tutunarak ayakta kalmaya çalışıyor. Âşık olacağı birini bulup geri kalan her şeyi bırakıyor… Efsa mesela evlenip istifa ediyor. İşini bıraktığı andan itibaren de bütün kusurları teker teker ortaya çıkmaya başlıyor; korkuları, kıskançlıkları, kendine güvensizliği… Kaçışı kocasından ayrılıp başka bir erkeğe sığınmakta buluyor. Bunun için de onu hiç sevmeyecek, onunla ilgilenmeyecek bir adamı seçiyor. Onu deli gibi kıskanırken sadece fiziksel ilişkiler kuracağı başka erkeklere gidiyor. Onun sorunu zihinsel olarak kimseyle ilişki kuramaması… Tek istediği yakınlık. Her seferinde “Belki bu defa” diyor ama hayali hiç gerçekleşmiyor. Çünkü en başta Efsa bilmiyor başka biriyle nasıl yakınlık kuracağını.
“Yatak kadınla erkek arasındaki iletişimsizliğin doruğa çıktığı yer”
Kadınla erkek arasındaki iletişimsizliğin doruğa çıktığı yer diye tanımlıyorsun yatağı. Niye en yakın olunması gereken yerde birbirinden bu kadar uzak duruyor insanlar?
En çıplak kaldığımız yer orası çünkü. Yatakta sadece bedenen değil ruhen de çıplağız. Aralarında hakiki bir ilişki olmayan kadınlarla erkeklerin çıplaklığında, geriye itilen, bastırılan, görmezden gelinen bütün karanlık yanlar ürkütücü bir biçimde ortaya çıkıyor. Bilinçaltındakiler somutlaşıyor bir bakıma. Yemek yerken saatlerce güzel güzel sohbet ettiğin biri yatakta sana feci şeyler yaşatabiliyor mesala; birçok kadın bunu yaşamıştır. “Ruh eşim” dediğin erkek senin kurduğun bir hayal sadece. Aşksa o anlamda bir ütopya. Ama erkek düşmanı gibi algılanmak istemem, anlattıklarım kadınlar için de geçerli. Bir erkek de yatakta âşık olduğu kadının sınırsız bencilliğiyle karşılaşabilir. Bu şekilde karşılıklı bir kısır döngünün içinde hayatlarımızı harcıyoruz.
Bir çıkış yolu geliyor mu aklına?
Zor. Çünkü insan kendini görmüyor. Nasıl başarıyoruz bilmiyorum ama kendimizden saklanmak şu hayatta en iyi başardığımız şey. Başaramasak, kendimize katlanamaz, hayatımızı sürdüremeyiz belki de. Böyle bakınca, cinsellik Efsa’nın kendini en gerçek yüzüyle tanımasını sağlayan bir araç.
Finalde Efsa, aylardır chat’te konuştuğu kişinin geçmişteki işkencecisi olduğunu fark ettiğinde elindeki kitabı yan masaya usulca bırakarak oturduğu kafeden çıkıp gidiyor. Biz yüzleşme yaşanmış, bir hesap kapanmıştır. Malina anlamlı burada. Bachman faşizmin iki insan arasındaki ilişkide başladığını söylüyordu çünkü…
Az önce cinsellikle ilgili anlattıklarımda da bahsettiğim tam olarak bu. Bunları sorgulamanın bir şeyleri çözüp çözmeyeceğini bilmiyorum. Efsa için bile fazla bir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Ama anlatmak istediğim hikaye buydu. Bir yolculuğa çıkmak, okuru da çağırmak, hep birlikte geçmişimize, karanlık yönlerimize bakalım istedim.
Hikayenin odak noktasında internet aracılığıyla yaşanan bir ilişki var. Aslında ilişki bile değil. Sadece Efsa hayatında ilk kez uzun monologlarla birine kendini anlatıyor, içini döküyor…
Yalnızlığından ötürü mutsuz ama en kimsesiz kalacağı yola sapıyor. Karşısındakinin yüzü yok, adı yok, tenine dokunamaz, göz rengini bilmiyor… Gerçek değil. Zaten ihtiyacı olan birisiyle konuşmak değil, kendini anlatmak. Hatta belki sadece kendini anlamak.
Bir yazar için okur da böyle biri midir?
Hayır, değildir. Okur sana benzeyen biridir. Ve yazarla okurunun hayatla meseleleri örtüşmek zorundadır. İlişkileri internetteki gibi yüzeysel değil, gerçektir.
“Kabuğunu çatlatmamak için bazen bir “ara istasyon”da durur, beklersin…”
Efsa’nın çocukluğu bir ara istasyonda, tren garında geçiyor. Sürekli birileri gelip giderken o, hep orada kalarak onların gidişini gözlüyor. Bir tren garında geçen çocukluk nasıl bir çocukluktur? Veda etmeye küçük yaştan alışmak gibi bir şey mi?
Çok tren yolculuğu yaptım. Ara istasyonlarda tren ya yavaşlar, ya da çok kısa bir süre için durur. Hiçbir yolcu hoşlanmaz bundan, çünkü tren giderken iyidir, o kısa duruşlar yolculara çok sıkıcı gelir. Bazen birileri kafasını kaldırıp bakar orada yaşayanlara. Ama çoğunluk bakmaz, oradaki çocukları görmezler bile. Efsa’nın çocukluğu işte o istasyonda geçiyor. Bir göçmen aile onlar, yani ne terk ettikleri yere aitler tam olarak, ne bu ülkeye… Orada yaşaması beklenecek türden bir aile de değiller aslında. Anne çok kültürlü ve eğitimli, kocasıyla arasında büyük uçurumlar olduğu için de yakınlık kurduğu, konuşabildiği tek kişi küçük kızı. Küçük kız çok yalnız, o yüzden oyunlar icat ediyor. Büyüdüğünde yaptığı da aynısı. Hep ara istasyonda kalıyor, birileri de onun hayatına değmeden girip çıkıyor.
Senin hayatında da ara istasyonlar oldu mu?
İnsan kendinde hiç olmayanı yazamaz ki. Benim hayatımda da “ara istasyon” denebilecek durumlar oldu . Bu bazen kendini koruma isteğinden kaynaklanır. Kabuğunu çatlatmamak için bir süre durmayı tercih edebilirsin.
Romanı bitirmenin ara istasyondan çıkma gibi bir etkisi oldu mu üzerinde?
Garip bir şekilde bir rahatlama oldu, evet. Ben bunu mutlaka yazmak istiyorum diye yola çıkmıştım, bittiğinde de müthiş özgür hissettim.
Bildiğim en güzel aşk hikayelerinden biri yaşıyorsun, hem de çok uzun süredir. Eşinle sizi bir araya getiren şey neydi?
Onda müthiş sevecen ve içtenlikli bir adam buldum. Tanıştığım anda hissettim bunu, hiç yanılmadığımı da çok kısa sürede fark ettim. Karşımda açılmaktan çekinmeyen, kendini bütün içtenliğini sunan biri vardı. Süha soyunduğu zaman da güzel kalan bir adam. Ben soyunduğumda onun kadar güzel değilim. Karakter olarak tabii…
Destekledi mi seni?
Yaızmamı çok istedi ve beni her aşamada destekledi.
Süha vahşi hayat fotoğrafçısı, sen de tabiatın en ehlileştirilemeyen varlıklarından olan kedilere tutkunsun. Bu, sizin karakterlerinize dair de bir gösterge olabilir mi? Özgür ruhlu iki insanın ilişkisi…
Galiba öyle. İkimiz de bağımsız ruhlu olduğumuz için çok uyumluyuz. Ama çatışmalarımız da tam bu sebeple ortaya çıkıyor. Gazeteci ve yazar olan bir arkadaşım var, Mine Türkili, “sizinki devlerin aşkı” diyor. Duygusal hayatımız yoğun ama o zaman kavgalarımız da fırtınalı bir şekilde yaşanıyor. Ve hiçbir şey tükenmiyor. Böyle bir ilişkin varsa, yerine koyabilecek başka bir şey bulman imkansız.
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Harika