Gülayşe Koçak: “O mükemmel ilk cümleyi aramaktan vazgeçin!”
Posted by gülenay börekçi on December 22, 2013 · 2 Comments
Arkadaşım Sibel Ateş Yengin, yetenekli bir kadın. Halihazırda Akşam gazetesinin hafta sonu ekleri için şahane söyleşiler yapıyor. Ondan önce de yıllarca çeşitli televizyon dizileri ve sinema filmlerinin kostüm tasarımcısı olarak çalıştı. Ayrıca gölgeli ve tekinsiz öykülerden oluşan ilk kitabını tamamlamaya çalışıyor. Yakında okuyacağınızı umuyorum…
Şimdi sizi Sibel’in Egoist Okur için yaptığı Gülayşe Koçak röportajıyla başbaşa bırakıyorum. Yaratıcı Yazmanın Hazzı adlı kitabın yazarı Koçak enteresan şeyler söylüyor. Mesela ona göre hepimiz doğuştan yaratıcıyız ama okulda bize “çizdiğin resmi boyarken çizgilerin dışına çıkma” ya da “güneşi sarıdan başka renge boyama” diyen eğitimciler yüzünden zamanla bu özelliğimizi yitiriyoruz.
Gülayşe Koçak’ın çocukluğuyla yeniden bağ kurmak isteyenlere birçok önemli tavsiyesi var ama ruhumuzun orta yerine çöreklenmiş oturan ve her fırsatta hevesimizi, şevkimizi kıran “içimizdeki acımasız eleştirmen”e kulak asmamanın yollarını anlattığı bölüm bence en güzeli.
Gülayşe Koçak’tan Yaratıcı Yazmanın Hazzı
Yaratıcı yazarlık atölyelerine gitmemiz için bize birkaç sebep sayabilir misiniz? Bu atölyeler, yazmak isteyene nasıl yardımcı oluyor?
* Çocukken bize büyüklerimiz tarafından kitaplar okunur, sonra da kendimiz okumayı öğreniriz; keyifle okunan metinler terazisinin genellikle ‘okur’ yani ‘tüketen’ tarafındayızdır. Oysa terazinin ‘üreten’ kefesinde olmak da var! Tabii ki yazmak ‘yalnız’ bir süreç: Hiç kimse beyninizle kelimeleri kâğıda döken parmaklarınızın arasına giremez. Ama atölyelerde, kendini kaptırmış, sessizlik içinde haldır haldır yazan bir grubun sinerjisiyle üretmenin de tadı bir başkadır.
* Yazımızı ürettikten sonra, atölyedeki diğer katılımcılarla paylaşıyoruz. Bu da çok önemli bir fırsat; yazdıklarımıza sıcağı sıcağına, atölye ortamında, okurlarımız tarafından geribildirim sunuluyor.
* Yazımızda dile getirdiğimiz fikir, duygu veya düşüncelerimiz ne kadar aykırı, tuhaf, saçma, hatta rahatsız edici olsalar da, bunların asla yargılanmayacağı, güvene dayalı bir ortamda yazabilmek ve paylaşabilmek, büyük bir şans. İdeal bir Yaratıcı Yazma Atölyesi, işte böyle bir ortama zemin hazırlar.
* Başkalarının da yazdıklarına, sadece “sevdim” veya “sevmedim” demenin ötesine geçerek, yazma becerilerine odaklanarak yapıcı ve saygılı geribildirimler sunmak ve diğer katılımcıların yorumlarını dinlemek, katılımcıların hepsi için çok öğretici oluyor. Müthiş bir empati duygusu gelişiyor; ilerleyen haftalarda katılımcılar korkularını, aşklarını, kısacası hayatlarını, içlerini birbirlerine açtıkça, bir güven ve derinlemesine bir anlama hali oluşuyor -sorunlar ne kadar farklı olursa olsun-.
* Atölye ortamında, herkesin ne kadar farklı, ne kadar ‘kendi dünyasının merkezi’ olduğu, şaşırtıcı bir netlik kazanıyor: On beş kişinin aynı fotoğrafa bakarak ne kadar farklı metinler ürettiğini gören katılımcılar, ilk başlarda şaşırabiliyorlar; o fotoğraf her birinin zihninde öylesine bir ‘kaçınılmazlık’ duygusu uyandırmış oluyor ki! Bu bakımdan da atölyeler yüzleştirici: Benmerkezciliğimizi kavrıyoruz.
Yaratıcılık öğrenilebilir mi?
Hepimiz zaten doğuştan yaratıcıyız ama boyama kitabındaki çizgilerden dışarı boyayı taşırmama veya güneşi illa sarıya boyama gereğinin ortaya çıkmasıyla bu yaratıcılık köreltilip paramparça ediliyor. Ancak, yaratıcılık yeniden hatırlatılabilir bir şey yeter ki çocukluğumuzla yeniden bağ kurabilelim.
Formüllerle yazıda yaratıcılık mümkün mü ve bunun yolları nedir?
Hayır, bunun formülü yok. Öğrencilerime tür olarak ‘öykü’yü anlatırken, ‘karakter’den, ‘çatışma’dan söz ediyorum elbet, ama arkasından, “bunlar zihninizin arka köşesinde bulunsun, ama yazarken bunları unutun” diyorum. Olsa olsa, ‘algıları açık tutmak’, ‘dünyayla, insanla ilgilenmek’, ‘her şeye ilgi duymak’, ‘merak’ kavramlarını atabilirim ortaya.
Öyleyse yaratıcı yazmanın ilk koşulu bugüne kadar bildiğimiz ve öğrendiğimiz her şeyi unutmak, öyle mi?
Böyle bir genelleme yapamam örneğin, pek çok roman bilgiye, araştırmaya dayalıdır. Örneğin, son romanım ‘Siyah Koku’da sıcağa ve kurak iklimlere dayanıklı balık ve bitkileri araştırmıştım. İlk romanım ‘Çifte Kapıların Ötesi’nde bol bol psikiyatri kitabı okumuştum. Ama bir açıdan dediğiniz yanlış da değil. Özellikle de yaratıcılığı yeniden devreye sokma aşamalarında bildiklerimizi tabii ki göz ardı etmeliyiz. Buna ben ‘sıfır noktası’ diyorum. Kolay bir şey değil ama yapabiliriz, öğrenebiliriz. Çok sıradan hayatlar yaşıyoruz; her şeyimiz rutine bağlanmış. Bildiklerimize ‘taze’ gözle bakabilmek için rutini kıracak şeyler yapabiliriz. Örneğin, arada sırada, bize siyasi olarak en aykırı gelen görüşün gazetesini alıp, önyargısızca okumaya çalışabiliriz. Veya bu satırları okurken oturmakta olduğumuz odaya, “ben uzaydaki bir yıldızdan doğrudan buraya ışınlanmış biri olsaydım, bu odayı nasıl görürdüm?” diye, yabancı bir gözle, ‘sıfır noktası’ndan bakmaya çalışabiliriz. O uzaylı, bu odada nelere şaşıracaktır, neler ona garip gelecektir? Neleri nasıl tarif edecektir? Giderek, hiç değilse ara ara, hayata, yaşadıklarımıza böyle bakmayı alışkanlık haline getirmeye çalışabiliriz.
Peki, içimizdeki acımasız eleştirmeni öldürmenin yolları nedir?
Valla öldürmeyi bilemem, ama o rezilin kulağını her vesilede çekmek lazım! Şaka şaka! ‘İçimizdeki acımasız eleştirmen’ eşittir ‘mükemmeliyetçiliğimiz’; başka bir şey değil. Bunu da susturmanın yolu, yazdığımız her metnin ilk başlarda sadece bir taslaktan ibaret olduğunu kendimize tekrar tekrar hatırlatmak. O metnin üzerinde daha çook çalışılacaktır, o metin daha çook revize edilecektir, dolayısıyla ‘kötü’ yazma lüksüne sahibiz. Ha, sonraki aşamalara gelince, yani metin nihai halini aldığında, o ‘acımasız eleştirmen’ hâlâ gevezeliğini sürdürüyorsa, risk almaktan, rezil olmaktan korkuyoruz demektir. Bu durumda iş başa düşüyor. Kendi kendimize, her sanatkârın eserini ortaya serdiği zaman riske girdiğini hatırlatmamız gerekir. Korkak yazar olmaz. Kötü yazmaktan, yani kötü taslaklar üretmekten ne kadar az korkarsak, sonunda o kadar iyi yazılar üretiriz.
Kitabınızda hızlı yazma tekniğinden söz ediyorsunuz. Üzerine çok düşünmeden, cümleleri düzeltmeden… Okuyucularımız için bunun nasıl olduğunu anlatır mısınız? Ayrıca hızlı yazarken kurgu meselesini ne yapacağız?
İşte, hızlı yazma tekniğiyle içimizdeki o ‘acımasız eleştirmeni’ ağzını daha açamadan sollamamız mümkün oluyor. Bu tekniği ilk haftalarda atölyelerimde çok kullanıyorum, çünkü başlarda çoğu katılımcıda çekingenlik olabiliyor. İlk başlarda, henüz ‘acemi’ sayılabilecek bir yazarsak, evet, kurgu meselesini hiç hesaba katmadan hızlı yazma alıştırmaları yapmak, bize ‘eleştirmeni susturma’ ve ‘mükemmeliyetçiliğin önüne geçme’ becerisi kazandırır. Yazmada ustalaştıkça, kurgu meselesi zaten biz hiç üzerine bilinçli olarak düşünmesek de bir şekilde o hızlı yazının içine kendiliğinden sızıyor. İlk taslakta harmanlanamasa da, daha sonradan metni cilalama aşamasına geldiğimizde, içimizden serbestçe akmış olan o metni bir forma, bir kurguya doğru zaten şekillendirebiliyoruz.
Peki, diyelim ki bir öykü yazacağız. Bunun ne kadarı kendi hayatımız, ne kadarı kurgu olmalı? Yani yazarın sadece yaşadıklarından örülü bir öykü yazması doğru mudur?
Yaratıcı Yazmada ‘doğru-yanlış’ diye bir şey yok! Bu konuda bir yüzde de vermek mümkün değil. Yaşadıklarımızdan esinleniriz elbet, hatta yaşadığımız bir olayı da doğrudan kâğıda dökebiliriz; burada önemli olan (Yaratıcı Yazma ise söz konusu olan), metni öyküleştirebilmek, bir kurguya, bir temaya oturtabilmek, anlatılanın anlamını ortaya koyabilmek. Yoksa yaşadığımız gündelik olaylardan oluşan düz, kronolojik bir anlatı, öykü değildir.
“Yazmak istiyorum ama neresinden başlayacağımı bilmiyorum” diyene öneriniz ne olur?
Mükemmeliyetçilikten, o en mükemmel ilk cümleyi aramaktan vazgeçmek! İlham, oturup düşünerek değil, genellikle yazarken, yazdıkça gelir. Bir yerinden -neresi olursa olsun- başlamak lazım. İlla doğrusal, kronolojik yazmak zorunda da değiliz; aklımıza ne geliyorsa yazmaya başlarız; gerisi zaten gelecektir. Ürettiğimiz bu malzeme genellikle öykünün-romanın içinde bir şekilde işe yarayacaktır. Yaramasa da yazma egzersizi yapmış olacağız yani yine işe yaramış olacak.
“Başta ne yazacağımı bilmiyordum, metin kendi kendini yazdırdı” denir ya öyle midir gerçekten?
Bu şans, masaya her oturuşunuzda yüzünüze gülmeyebilir, ama evet, konuya kendinizi bir kaptırdınız mı, metin çoğu kez kendini yazdırır. Bu yüzden “yanımızda kâğıt-kalem bulundurmalı” dedim. İlhamın nerede, ne zaman geleceği hiç belli olmuyor. Dolmuşta, otobüste giderken zihnime pat diye üşüşüveren fikirleri kaydedebileceğim bir defterim olmalı yanımda. Geçen yıl bir notebook edinmiştim; onu kolayca taşıyabilmem sayesinde en verimli yazma seanslarım vapurlarda, kafelerde gerçekleşmekte.
Kitabınızda, “Öykü karakterinin her özelliğini, ayrıntısını aktarmayalım ama biz bilelim” diyorsunuz. Karakterimizi yaratırken inandırıcı olmasını sağlamak için nasıl bir yöntem uygulamalıyız?
En basit yöntem: Gerçek hayattan tanıdığımız çeşitli kişilerin iyi bildiğimiz özelliklerini toparlayıp öykü karakterimize yükleyebiliriz. Örneğin, annemizin titizlik-temizlik hastalığını ve evdeki sonuçlarını iyi biliyoruzdur; bu, ana karakterimizin temel özelliği olabilir. Böyle bir karaktere başkalarından çaldığımız çeşitli özellikleri ekleyebiliriz. Yarattığımız bu yeni karakter, illa bir kadın olmak zorunda da değil bütün bu özellikleri bir erkeğe yüklemeyi deneyebiliriz; cinsiyet değişimleri bazen çok da ilginç sonuçlar verebiliyor. Çok zıt karakterler yaratarak onları aynı mekâna koyabiliriz, işte size çatışma! Örneğin, yarattığımız temizlik hastası erkeğe, kronik sinüziti olan, sürekli salya-sümük gezinen bir kadın âşık olsa ve sürekli bu erkeği taciz etse, neler olur? Veya bu titiz erkek böyle bir sümüklü kadına âşık olsa, ne tür iç çatışmalar yaşar?
Yazdıklarımıza geribildirim almak için hangi yolu önerirsiniz? Mesela eşe, dosta okutmak iyi bir yol mudur?
Yazdıklarımız taslak aşamasındaysa, hayır! İçimize sinen, “bu metin artık tamamlandı” diyebileceğimiz kıvama gelmemiş bir metni geribildirim almak için başkalarına göstermek, bir kere, okuttuğumuz kişiye saygısızlıktır, vaktini boşa harcamaktır (söz konusu olan, Yaratıcı Yazma eğitmenimiz değilse!), çünkü muhtemelen o metin tamamlanınca kendisine yeniden okutacağız. İkincisi, bu kişi taslağımızda hatalar görecektir veya “şöyle de olabilir” diyerek zihnimizi bulandıracak, belki moralimizi bozacaktır. Ama tamamladığımız, revize edip cilaladığımız metni tanıdıklarımıza tabii ki okutabiliriz, ama dikkat etmek lazım, çünkü tanıdıklar –hele de yakın akrabalar!- genellikle çok beğendiklerini söyleyeceklerdir. Kimlere okutacağımızı seçmek, önemli. Bazı kişiler de “geribildirim sunayım” derken, yapıcı değil yıkıcı yorumlarda bulunabilirler oysa yeni yetişen yazarların özgüveni genellikle kırılgandır. Geribildirim sunan kişinin seçeceği kelimeler, çok önemli.
Ve bir yazar adayı öyküsünün tam bir öykü olduğunu nasıl anlayabilir? Cevap anahtarı var mı?
İşte bu, zor bir soru. Bir kere, biten öyküyü mutlaka yüksek sesle okumak gerekir. Kulağa nasıl geliyor? Nasıl bir ritmi var? Nereleri sıkıcı? Nerelerde konu dağıldı? Çok fazla lafoloji mi var? Metin yoğunlaştırılabilir mi? Diyaloglar akıcı mı? Yüksek sesle okumak, yolunda gitmeyen şeyleri bulmamıza yardımcı olur. Bunun ötesinde bir şey söylemem zor galiba bir tatmin duygusu hissederiz; metnin tamamlandığına, her şeyin dozunda olduğuna dair iyi bir his. Sanırım kendimize bir hedef belirlemeliyiz, metnimizin ulaşmasını istediğimiz bir yer, yaratmasını istediğimiz bir etki… Herhalde bunun formülü yok.
Yazmak isteyen Egoist Okur takipçilerine her gün muhakkak yapmaları gereken egzersiz örneği verir misiniz?
Tek bir egzersiz önerebilirim: Her gün, sadece yarım sayfacık yazmak amacıyla da olsa, defterin veya bilgisayarın önüne oturmak, parmakları klavyenin üstünde şöyle bir kımıldatmak veya kalemle bir şeyler karalamak… Ha bir de, ceplerde, çantalarda mutlaka kâğıt ve kalemle dolaşmak.
Sibel Ateş Yengin
Bunlar da ilginizi çekebilir :
çok faydalı bir kaynak oldu inanılmaz teşekkürler
Ben teşekkür ederim :)