“Bir bile değildim, hiç oldum”
Posted by gülenay börekçi on March 9, 2014 · 1 Comment
Türk edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Gülten Akın 1950’lerden bu yana şiir yazıyor. Üstelik üretkenliği son hızla devam ediyor. En son geçtiğimiz aylarda çıkardığı Beni Sorarsan kitabıyla okuyucusunu bir kez daha taçlandıran Gülten Akın’ın ilk dönem şiirleri kısmen İkinci Yeni izleri taşısa da, şair 70’lerden itibaren toplumsal duyarlığa sahip şiirler kaleme alır.
Şiirine bugün de aynı duyarlılıkla devam eden ve toplumsal meseleleri dert edinen Gülten Akın, poetikasını da bu minvalde oluşturur. O kendisinin de söylediği gibi; “ezilenleri, çocukları, kadınları, ekmek parası için göçmek zorunda kalıp yolda telef olanları”, evleri, kentleri, doğayı şiirlerinde başat unsur olarak kullanmış, insanı ve hayatı anlatmıştır bize. Şiirin hayatı ve insanı değişitirebileceği inancıyla yazmış, bu nedenle de umudunu hep diri tutmuş bir şairdir. Ona çok şey borçluyuz. Özellikle de kadınların şiir yolunda çok uzun süren mücadelesinde bize cesaret vererek, öncülük etmesiyle. Minnet ve sevgiyle…
“Ağır, çok ağır bir dünya…”
Ev sığınaktır çoğu kişi için. Dışarının gürültüsünden, keşmekeşinden kaçıp kendini rahat hissettiği özel bir mekandır. Senin olan, ya da kendin olduğun yerdir. Anlamları çoğaltabiliriz. Ev şehrin de olabilir, ülken de ya da dünyan da… Bazen de tam tersi olur. Bu, o mekana nasıl bir anlam yüklediğinle ilgilidir. Ya da onun aracılığıyla hangi eksikliğini tamamladığınla.
Gülten Akın’ın eviyse tek bir şeyi işaret etmiyor; çoğul anlamları var. İlk dönem şiirlerinden bugüne kadar olan süreçte ev imgesi, gerçek anlamının dışında, öncelikle onun aidiyet duygusuna tekabül ediyor. Geçmişle olan bağlarını, doğup büyüdüğü toprakları işaret ediyor. On yaşındayken babasının mesleği gereği Ankara’ya yerleşmeleri ve Yozgat’taki o büyük konaktaki özgür ve huzurlu yaşamı bırakmalarıyla başlayan sancının yansıması bir anlamda. Elbette bu sancı, o büyüdükçe farklı anlamlara evrilecektir. Ama temeli, bırakıp geldiği o orta Anadolu şehrinin dingin, görmüş geçirmiş “mor baharlarına” sahip çıkmak ve unutmamak üzerinedir.
Unutmamak diyorum, çünkü asıl meselelerinden biri olan özünü korumak, sahip çıkmak şu anlama geliyor: Doğadan koparılan insanın, doğallığını yitirmesine karşı gösterdiği dirençtir unutmamak… Doğa onun en önemli mekanıdır. Ama bu, bireysel bir seçim de değildir aslında. Çünkü şuna inanır: Sadece onun değil, insanoğlunun gerçek mekanı doğadır. Yani doğa insanın kendini tamamlanlış, bütün hissedebileceği önemli bir parçasıdır. Yokluğu bizi ezer geçer. Bundandır ki, kapitalizmin insanın doğayla bağını kopartacak bir sistem geliştirmesine başkaldırır.
Şiirlerindeki izleklerden biri kentleşmeyle beraber gelen göç olgusudur. Evler o göç olgusuna ve ait olma hissine de tekabül eder. Özellikle ilk dönem şiirlerinde yabancılaşma ve göç kaynaklı yer ve mekan değiştirme meselesine değinir. Tüm bunlar kentleşme sorusansalıyla ele alınır. Göç olgusu gecekondulaşmayla ele alınırken, modernizmin bir getirisi olan yabancılaşma da çok katlı evlerin, binaların yükselmesiyle beraber onun şiirlerinde de kendini gösterir.
Ama yeni kitabı Beni Sorarsan’da ev imgesi farklı bir anlamla karşımıza çıkıyor. Hem genelin durumuna, hem de kendi özeline bir göndermeyle karşılaşıyoruz. Mesela; “Beni sorarsan/ kış işte/ kalbin elem günleri geldi/ dünya evlere çekildi/ içlere/ sarı yaseminle gül arasında/ dağların morbaharıyla/ sis arasında/ denizle göl arasında…” dizeleri Gülten Akın’ın özelinde yaşlanmayı imliyor. “Kış işte” dizesi yaşlanmaya ve zamanın yavaşlamasına göndermedir. Yavaşlama, dünyadaki sistem hızla aksa da, şairin gündelik hayatının her zamankinden daha da yavaş aktığını imler. Kitabın önsözü diyebileceğimiz “Ağır, çok ağır dünya” başlıklı bir nevi iç döküş yazısı, kendi gündelik hayatından ipuçları verir, yani özelinden söz ederken, genelde de dünyanın gidişatıyla ilgili kaygısına şahit olmamızı sağlar. Bu “Önsöz Gibi” yazıda yine geçmişe, öze ve doğaya dönüş, yani o ilk duyguya bu sefer her zamankinden daha fazla sahiplenme söz konusudur. Bu genelde yaşlılıkla gelen bir hissiyattır. Ancak Gülten Akın’ın şiirinde hep var olan bu duygu; yani doğayla bütünleşme arzusu, yukarıda da sözünü ettiğim gibi daha önceki kitaplarından farklıdır. Ya da şöyle söyleyeyim: Başlangıç noktası aynı olsa da, zaman faktörünün daha da ön plana çıkmasıyla farklılık gösterir. (Son dönem kitaplarında özellikle Sonra İşte Yaşlandım kitabıyla yaşlılık duygusu kendini gösterse de, bu daha çok bilgelik olarak yansır şiirine) Beni Sorarsan’da ev, doğa, zaman imgeleri; daha çok içe çekilme, suskunluk, uyuklama, geriye; çocukluğa, ilk gençliğe dönme, fotoğraflar, anılar ve nihayetinde bir eylem olarak da kente uzak, dağlara yakın bir süreç olarak yansır. Kısacası yaşlılığın fiziksel ve duygusal etkilerine göndermeleri olan bir çalışma olarak karşımıza çıkar. Özellikle kitabın en sert ve çarpıcı şiirlerinden olan Diyaliz’de “Sen bir şeysin orda/ toz olmamak için direnen/ Kan kardeş olduğun makine/ elbet daha değerli” diye ifade eder hastalıkla ilgili durumu. Sözünü ettiği ilk bakışta hastalık ve yaşla birlikte bedenin çökmesidir. Ama daha da fazlası vardır. “Toz olmamak için direnen” dizesinden anlaşıldığı üzere, zamana karşı direnme ve yok olmama çabasındadır. Evrenin büyüklüğünde bir toz zerresi kadar olan insanın varolma çabasına da bir göndermedir bu. Ve zaman algısı kendini hissettirir. Çünkü zamanın geçisi; “zihnimizde aşınma, ölme ve yaşlanma” anlamını taşır. Sadece “ben”in değil, “ben”le birlikte sevdiklerimizin, tanıdıklarımızın yok olması anlamındadır. İnsan gençken gündelik hayatın koşuşturmasıyla zamanı unutur, belki de o nedenle, zamanı unuttuğumuz için genç kalırız. Gündelik hayat içinde verilen mücadeleler, iş, evlilik, başarı peşinde koşarken zaman unutulur. Ölüm de. O halde yaşlılık, zamanı hatırlamak anlamına mı gelir? Ya da buna bilgelikle, zamanı daha iyi kavramak mı demeliyiz?
“Annenin yaralı kızıdır doktor”
Aynı şiirde “Açılan kapıdan girdin/ yapı içine çekti seni/ beyaz, yansız, buyurgan/ koşturan genç kadınlar/ görmeleri bile gerekmiyor/ yerini alıyorsun…” diyor. İki farklı durum var burada. Bir, meşguliyetle zamanı unutanlar, yani koşuşturan genç kadınlar, bir de endişeyle geçip giden zamanı hatırlayan şair… Kaygı sadece zamanı hatırlamayı içermiyor, aynı zamanda bu endişede hastalık psikolojisinin de etkisi var. O psikolojiyi hastane binasının tarifinden anlamak mümkün. Binanın beyaz ve buyurgan havası o binanın dilini de anlatır. Her binanın kendine has bir dili vardır. Bizde bıraktıkları izlenimler, bize hissetirdikleriyle doğru orantılıdır. Eğer bu yapı hastaneyse ve bize hastalığımızı, acımızı hatırlatıyorsa, oradaki beyaz renk soğuk ve dondurucudur. Oraya aynı amaçla gelen herkese de eşit davranır. Buyurgan olması, hasta-doktor ilişkisine de göndermedir. Adı konulmamış ama ağırlığı çokça hissedilen doktorun hasta üzerindeki otoritesinden söz edilir. Gülten Akın İktidar şiirinde o tahakkümden söz eder. Ve hastanın hastalığından dolayı doktoruna itaat etmesi, aslında daha çok da hastalığa boyun eğişine bir göndermedir. Aynı şiirde “Hasta düştedir sallanır/ verecek şeyleri vardır sanki karşılığında…” der. Hastalık hali, zaten hasta için yıkımdır ve kurtulmak için hekimine, tıbba teslim olmak durumundadır. Ona ne denirse, sorgulamadan uygular hasta. Şiirdeki gibi düştedir, bir bulanıklık hali hakimdir. Denektir bir anlamda, o yüzden de verecek şeyleri vardır karşılığında. Doktor ve hasta arasındaki hiyerarşiden söz eder şair burada. “Biri doktor, öbürü hasta/ tıp hışmını kuşanır” dizesi de buna örnek teşkil eder.
Daha farklı bir okuma yaparsak, meselesinin doktorun kendisiyle olmadığını anlarız. Hastaneler, doktorlar kurumların temsilcisidir. Kurumlara ve otoriteye karşı olan başkaldırısının, içten içe yansımasıdır bu tavır. İktidar şiirinde “Annenin yaralı kızıdır doktor/ hazır bulduğu…” derken, doktorun bir taraftan da iyileştirme gücüne, bilgisine atıfta bulunur, olumlar. Aslında bunu iki farklı anlamda kullanır. Doktorun iyileştirme yeteneğinden dolayı, annelerinin yaralı kızlarını tedavi etmesini bir anne yüreğiyle eşleştirirken, başka açıdan da ironi yapar. “O kadar çok yaralı ve ruhen hırpalanmış kadın var ki, tıbbın gücü bunu onarmaya yeter mi?” gibisinden bir söylem de hakimdir bu dizeye. “Yaralı kız” tanımı kadın sorunsalına göndermedir. Kadının her daim yaralı olması, ezilmiş ve ötekileştirilmiş olmasının getirdiği bir sonuçtur.
Yine “Önsöz Gibi” yazısındaki “Kapılar ve perdeler akşamüstü kapatılıyor. Ev öteki evlere benziyor dışarıdan” sözlerinde, “akşamüstü”, günün ve hareketin, yaşamın geriye çekilmesi anlamına da geliyor. Perdelerin çekilmesi, kapının kapanması vedaya hazırlanış gibi. Dışarıdan bakıldığında mesela, “ev öteki evlere benziyor dışarıdan” ifadesinden; her şey olağan ve kendi sürecinde ilerliyor sonucunu çıkarabiliriz. Öyle de… Ama Gülten Akın burada çift anlamlı kullanıyor sözcükleri. Evin, dışarıdan bakıldığında diğer evlerle aynı olması, yine zamana bir gönderme. Zamanın işleyişini sebep sonuç ilişkisiyle veriyor. Gün bitip akşam olduğunda doğal olanı, herkesin yaptığını yapıyor; perdeleri çekiyor, kapıları kapıyor. Bu bir refleks. Diğer anlamı; kitabın adını taşıyan açılış şiirindeki Beni Sorarsan’da geçen “kalbin elem günleri geldi” dizesini de açıklıyor. Perdelerin çekilmesi, ömrünün son demleriymiş hissiyatını taşıyor. Bir yanıyla sözünü ettiği yaşlılığı olağan bir süreç olarak değerlendirirken, “ev öteki evlere benziyor dışarıdan” sözleriyle de yaşlılığı hayatındaki yeni bir süreç olarak gördüğünü belli ediyor. Bunu belki kabullenmemek olarak da yorumlayabiliriz. Çünkü şiirin devamındaki “Hiçbir iktidarı sevmesem de/ sobanın iktidarında/ çarpışa çarpışa nasılsa/ büyüyebilen kızlar/ uslu, sakin ölümü bekliyorlar…” dizeleriyle ölüme ve yaşlılığa boyun eğmek zorunda kalmanın getirdiği huzursuzluk söz konusu. Zaman algısı hareketle vardır. Hareket azaldığında ya da yavaşladığında, zamanın da ağır ilerlediğini düşünürüz. Ya da yavaşladığını. Böyle baktığımızda, hayatı boyunca mücadele etmiş, emekçi bir kadın olan Gülten Akın için bu durum, boyun eğmek anlamına gelir. Sobanın iktidarında usul usul ve sakince ölümü bekleyen o mücadeleci kızların yenilgisidir bir anlamda yaşlılığın gelmesi ve hareketin azalması.
Elbette hüzünlü olan sadece bu bekleyiş değil. Ayrıca kitabın genel olarak verdiği his, nerdeyse bir bekleyişin kitabı olması ki bu, Gülten Akın’ın hiçbir dönem kabul etmeyeceği bir şey. O her zaman başkaldırının sesi olmuş bir kadın. O nedenle bu bekleyiş hissini verirken, bir yandan da bunu kırıyor. (Aslında bunu dinginlik olarak da ifade ediyor. Ona göre dinmek ne yok olmak ne de susmak, yeni yolculuklar için azık toplamaktır. )
Mesela “Önsöz Gibi”de “Bedenim ‘hadi’ diyor, ‘yaşlılık da neymiş’, aklımın bir yanı havalanıyor uçurtma gibi, öte yanı ayağını yere sıkı basmış ‘akıllı ol’, diyor. Kışı unutma!” sözleri direniştir aslında. Çünkü o biliyor, gerçek ölüm bedenin ölmesi değil ki, ruhun ölmesi! Üstelik ne çok ölü var, yaşarken ruhlarını kaybeden ama aramızda dolaşan. İktidar için, daha çok güç ve para için dünyayı kana bulayan kan emicileri o tanıyor. Ve yazmaya devam ediyor Öteki Sorular adlı şiirde: “Kötü padişah mı olmak istersin/ sakallı beş karış cüce mi?/ dünyanın köpeğe biçtiği anlam/ insanın köpeğe biçtiği anlam/ alçakça mı, haksızlıklar mı taşır/ peki nedir senin biçtiğin?…” dizeleri haksızlıkla ve otoriteyle mücadelesinin göstergesidir. Üstelik çok sert bir söylemle dile getirir Gülten Akın bunu. Yine aynı şiirin devamında: “Köpekleri kovdun, peki masalları sildin/ attın belleğini bilgisayarlar eğittin/ köpek, insan, cüce ve kötü padişah/ peki üstüne yazılsın/ ölümün adını neyle değiştirdin/ unutkanlıkla mı?” derken tüm hayatı kurgulamaya çalışanların yani hepimizi birtakım kodlarla yeniden düzenleyen sistem, otorite ya da egemenlerin kucağında insanoğlunun belleğinin, geçmişinin yahut karakterinin unutturulmaya çalışıldığı bugünkü düzenden söz eder. Ve bu düzenin uygulayıcılarını, ölümlü olduklarını hatırlatarak uyarır. Yine unutturmamak üzerine bir söylemle karşılaşırız. Kötülükle haşır neşir olan, kazanmak için bir diğerini yok etmek üzerine kurduğu hayatla öylesine meşgulken, kendisinin de bir gün yok olabileceğini unutur. Gülten Akın burada da bilgelikle hatırlatıcılığı üstlenir. Çünkü o biliyor, şairler bilir “aşkı ve dünyayı hak edememiş/ kavganın kuruttuğı insanlar/ sinekler gibi çarpıp camlara/ düşüyorlar yarı karanlıkta.” Bu hayatın zehridir. Ve panzehiri yoktur. Onlar oldukça bu dünya çok daha ağır kokacaktır.
‘Aşkın şavkadığı dünyayı istedim’
Beni Sorarsan kitabında, ev imgesinin yanı sıra, şiirindeki en önemli izleklerden biri olan kadın sorunsalı da ön planda. Ev ve kadın ilişkisi Gülten Akın’ın şiirlerinde sıklıkla geçer. Ataerkil sistemde evin içiyle kuşatılmış olması ve kendine dair bir hayat, dünya kuramaması, aksine çocukla beraber eve daha çok hapsedilmesi kadının en önemli meselelerinden biridir. Akın, kadının özgürleşmesi, birey olabilmesi, kendini sadece evlilik yoluyla konumlandırması ya da öğretilmiş ve öngörülmüş evlilikle gelen statüyü reddememesi üzerine kurar dizelerini. Kadına yüklenen asil görevinin annelik ve eş olmakla sınırlandırılmasına karşı mücadele verir. Hatta kadınlara, bu eş ve anne olma durumlarından kurtulmalarını da salık verir. O nedenledir ki zamanında yazdığı Kestim Kara Saçlarımı (1960) şiiriyle kadınlara özgürleşmenin yolunu gösterir. Bağımlı kadından özgür kadına doğru giden bu yolda saçların kesilmesi özelinde ona, genelinde tüm kadınlara dayatılan yasaklara, törelere, erkeğe biat etme durumuna başkaldırıdır. Saçlarının kara olması, bahtının karalığını, yazgısını değiştirmek anlamına gelir. Ve bir kadının değişime saçlarından başlamasını öğütlemesini en çok kadınlar anlar. Çünkü kadınlar hayatlarında bir değişiklik yapmaya karar verdiklerinde en önce saçlarından başlarlar işe. Bu her zaman böyle olmuştur.
Gülten Akın’ın, kadının evlilik ve çocukla boyunduruk altına alınmaya çalışılmasındaki eleştirisi ataerkil sisteme yöneliktir. Bu nedenle kadınlara seslenir, kadının susmaması gerektiğini imler. Susmak, yok olmaktır ona göre. Mesela Beni Sorarsan kitabındaki Susma adlı şiirinde “Kadın görünmüyor, iki yanda da yok/ balkonda, verandada, hayır yok/ kapattı kendini yalnızlığıyla…” derken yine kendi içinde kaybolmuş kadından söz eder. Geriye çekilmiş ve görünürlüğü olmayan kadından… “Sustu kaldı, geriye geriye çekilerek/ biliyor/ her konuşma bir şeyi değiştirir hayatımızda” diye devam ederken şiire, kadının pasifize edilmesinin ve korkularının hayatının önüne geçmesinden söz eder. Kadının üzerindeki baskı o kadar yoğundur ki, değişime ve özgürlüğe kendini kapamak zorunda kalır. “Her konuşma bir şeyi değiştirir hayatımızdaki” dizesi, korkan, değişimden endişelenen kadının ruh halini de yansıtır. Zaten Gülten Akın’ın tüm şiirlerinda kadın; korkuları, endişeleri ve çekingenlikleriyle verilir. Kendilerine öğretilen, öngörülen, toplumsal değerlere göre yaşayan ve itiraz edemeyen kadınların sesi olur bu şiirler. Kadınların edilgin olmasının sebeplerini ataerkil sistemde arar Gülten Akın, sorumlusu bu yapıdır. Erkeğin de aynı sistemde öğretilmiş kodlarla davrandığından söz eder. Erkek olmanın da bu sistem içersinde koşulları vardır. Sert, güçlü, etken hatta ciddi tavırlı bir erkek olmalıdır. O öğretilmiş rolle erkek de kadının kendisine biat etmesini ister. Leyla şiirinde “Sen Leyla değilsin, diyebilir Mecnun/ susar Leyla ölümüne/ sen Mecnun değilsin diyemez/ çünkü sözden düşmüştür” dizelerinde kadının o itiaatini görürüz. Onun sözünün bir değeri de yoktur. Kadın isyan etmez onun şiirlerinde. Edemez daha doğrusu. Ama şair isyana teşvik eder sürekli. Kadını uyarır. Çünkü kadınlar hala o geleneksel algıyla davranır. Kadınların aşkı da bu bağlamda değerlendirilir. Kadın özgür olmadığı için, aşkında, sevdasında da özgür değildir. Daha çok evlilik yoluyla bir birleşme yaşayan kadınlardır onlar. Öyle öğretilmiştir. Evlilikle kuşatıldıkları için, aşk da bu kurum içersinde sıkışıp kalır. Çünkü aile, evlilik, miras ve mülkiyet gibi kurumlar ataerkil yapının bir parçasıdır. Ve bu yapının sürmesi erkek ve kadın rollerinin düzenlenmesi demektir. Ataerkil yapı erkeğin kadını denetlemesine izin verir, dolayısıyla namusunu da denetler. Namusun kadın üzerinden sorgulanmasının izlerini de görürüz Gülten Akın’ın şiirinde. Onun şiirinde kadınlar ayıp ve günah kavramlarından dolayı cinselliklerini yaşayamaz ya da dile getiremez. Aşk da sanki utanılacak bir şeydir.
Ses ve Gölge şiirinde “AŞKın şavkadığı dünyayı istedim/ bir bile değildim hiç oldum/ ne utanç kaldı ne korku ne bağ/ AŞKı istedim/öyle yürekten istedim, yürek eridi…” der Gülten Akın. Aşkın parladığı bir dünyaya özlem duyar. Bunu tüm insanlık için ister özünde. Ama en çok da kadınlar için arzuladığı bir duygudur. “Bir bile değildim, hiç oldum” derken yine kadının birey olamamasından söz eder. Görünürlülüğünün olmamasından. Bunu büyük bir hüzün ve aşka özlemle söyler şair. Bir bile değilken, aşkla büyümeyi istemek ve çoğalmak, utanılacak bir şey değildir. Hiçlikten varolmaya giden yolu büyük harflerle yazar AŞKla. Hatta tüm utanma ve korkuları bir kenara atarak özgürce dile getirilmesinin gerekliliğini vurgular. Ama arkasından “AŞKı sesten olmuş bir gölgeye yükledim/ ten ayrı ve uzak durdu…” sözleriyle bir umutsuzluğun izlerini de sürer. Şiirin sonlarına doğru (hayat gailesi ve onun dayatmalarıyla) tenin alınıp götürülmesine “Dışardan baktım/ o kendini yaşadı/ ben AŞK diye ses, gölgeyle kaldım” der. Geçip giden zamana ve kaçırdıklarımıza karşı bir hayıflanmadır bu. “Dışardan baktım” dizesi acıklıdır hepimiz için. AŞKın tüm bu hayat mücadelesi içinde kaybolduğundan, gerçek anlamda yaşanmadan tüketilmesinden dem vururken modernizmin götürüsüne de değinir. Ancak kadın sorunsalı da devreye girer bu söylemde. Ayıp ve yasaklarla kuşatılmış kadının özgürce, tene uzak bir aşkın izini sürmesinden daha ayıp ne olabilir ki? Ya da aşk diye aşkın evrendeki tınısına, gölgesine kalmak trajik değil midir? O halde “öldünüz çocuklar!”, korunaksız ve kederli…
Deniz Durukan
Bunlar da ilginizi çekebilir :
“Sen Leyla değilsin, diyebilir Mecnun/ susar Leyla ölümüne/ sen Mecnun değilsin diyemez/ çünkü sözden düşmüştür”
özden düşmediğinde sözden düşen leyla olsa
ne yazar…