Deniz Durukan Gülten Akın’ı yazdı: “Ağır, çok ağır bir dünya”
Posted by gülenay börekçi on March 9, 2014 · 1 Comment
28.10.2023 tarihinde güncellendi.
Türk Edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Gülten Akın ellili yıllardan bu yana şiir yazıyor. Üstelik üretkenliği son hızla devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda çıkardığı Beni Sorarsan kitabıyla okuyucusunu bir kez daha taçlandırdı.
İlk dönem şiirlerinde İkinci Yeni ile bağ kuran Gülten Akın, yetmişli yıllarda toplumcu gerçekçi anlayışla şiirlerini oluştururken, ötelenen kadını da şiirinin merkezine koyar. Onun üçüncü dönemi diyebileceğimiz 1990 sonrası yazdıklarında imgesel zenginlikle genişleyen bir anlatım, yaşam deneyiminin, birikimin bilgelikle birleştiğine şahit oluruz. O kendisinin de söylediği gibi; “ezilenleri, çocukları, kadınları, ekmek parası için göçmek zorunda kalıp yolda telef olanları, evleri, kentleri, doğayı” şiirlerinde önemli unsurlar olarak kullanmış, insanı ve hayatı anlatmıştır bize. Şiirin hayatı ve insanı değiştirebileceği inancıyla yazmış, bu nedenle de umudunu hep diri tutmuş. Ona çok şey borçluyuz. Özellikle de kadınların şiir yolunda çok uzun süren mücadelesinde bize cesaret vermesi, öncülük etmesi nedeniyle. Minnet ve sevgiyle…
Deniz Durukan
“Ağır, çok ağır bir dünya…”
Ev sığınaktır çoğu kişi için. Dışarının gürültüsünden, keşmekeşinden kaçıp kendini rahat hissettiği özel bir mekândır. Senin olan ya da kendin olduğun yerdir. Anlamları çoğaltabiliriz. Ev şehrin de olabilir, ülken de, dünyan da. Bazen de tam tersi olur. Bu, o mekâna nasıl bir anlam yüklediğinle ilgili. Ya da hangi eksikliği tamamladığınla. Gülten Akın’ın evi tek bir şeyi işaret etmiyor. Birden çok anlamı var. İlk dönem şiirlerinden bugüne kadar olan süreçte ev imgesi, öncelikle onun aidiyet duygusuna tekabül ediyor. Geçmişle olan bağlarını, doğup büyüdüğü toprakları işaret ediyor. On yaşındayken babasının mesleği gereği Ankara’ya yerleşmeleri, Yozgat’taki o büyük konakta geçen özgür ve huzurlu yaşamı ardında bırakmalarıyla başlayan sancının yansıması bir anlamda. Kuşkusuz bu sancı, o büyüdükçe farklı anlamları içine katarak evrilse de, sancının ilk başladığı yerde hissedilenler özünü korur. Geride bıraktığı Orta Anadolu şehrinin dingin, görmüş geçirmiş “mor baharlar”ı onun hafızasını diri tutmasına kapı açar. Hatırlamanın, unutmamanın simgesidir mor baharlar. Bu, aynı zamanda doğanın bir parçası olan insanın kendini yitirmesine karşı gösterdiği direncin rengidir. Bu doğrultuda bakıldığında onun şiirlerinin mekânı doğadır. İnsan da onun parçasıdır. Çünkü, canlı cansız tüm varlıklarıyla ait olduğu, bütünleştiği yerdir doğa. Mekânı kaybetmek, insanın kayboluşudur.
Gülten Akın mekân ve insan ilişkisini politik bir temelde ele alır. Kapitalizmin insanın doğayla bağını kopartacak bir sistem geliştirmesine karşı aldığı tavrı, şiirinin önemli izleklerinden olan kentleşme ve göç olgusu üzerinden yansıtır. Evler, göç olgusuna ve aidiyet meselesine de dokunur. Özellikle ilk dönem şiirlerinde yabancılaşma ve göç kaynaklı yer ve mekân değiştirme olgularına değinir. Tüm bunlar kentleşme sorunsalıyla birlikte ele alınır. Göç olgusu gecekondulaşmayla birlikte işlenirken, modernitenin yarattığı yabancılaşma da çok katlı evlerin, binaların yükselmesiyle beraber onun şiirlerinde kendini gösterir.
Ama yeni kitabı Beni Sorarsan’da ev imgesi farklı bir anlamla karşımıza çıkıyor. Yaşlılık, ömür, zaman kavramları ev imgesi üzerinden veriliyor. Mesela; “Beni sorarsan/ kış işte/ kalbin elem günleri geldi/ dünya evlere çekildi/ içlere/ sarı yaseminle gül arasında/ dağların mor baharıyla/ sis arasında/ denizle göl arasında…” dizeleri Gülten Akın’ın özelinde yaşlanmayı imliyor. “Kış işte” dizesi yaşlanmaya ve zamanın yavaşlamasına göndermedir. Yavaşlama, dünyanın işleyişini, yaşam hızla aksa da, şairin gündelik hayatının her zamankinden daha yavaş ilerlediğini imler. Dünyanın evlere çekilmesi, hayatın içeriye doğru küçülmesine, geri çekilmesine, hareket eyleminin yavaşlamasına göndermedir. Yaşanan, kalbin elem günleridir. Şiirin devamında sarı yaseminle gül arasında karşılaştırma yapması, sarının sonbaharı, gülün kırmızılığının ilkbaharı simgelemesi gençlik ve yaşlılığı işaret eder. Gençlik ve yaşlılık bellek ve zaman kavramlarını da beraberinde getirir. Zaten bellek, zaman, yaşam, ölüm gibi kavramlar, genişlik ve küçülme, geçmiş ve şimdi, unutma ve hatırlama gibi peş peşe yapılan karşılaştırmalarla birlikte ele alınır.
Kitabın girişindeki Önsöz Gibi adlı metinde, alt başlıkta yer alan “Ağır, çok ağır dünya” sözleri hastalıkla, diyalizle geçen günlerin ağırlığını, bir metafor olarak dünyanın ağırlığıyla eşleştirir. Kuşkusuz dünyanın ağırlığı, yaşamın yükü olarak okunabilir. İnsana bakıyor, öldüren ve ölene bakıyor ve o yük bir ağrı olarak sızıyor sözcüklere. Sonra doğaya bakıyor, tüm görkemiyle ışıldayan doğaya, yük hafifliyor. Bu bir anlamda onun doğaya duyduğu güvenin, sevginin yansıması.
Beni Sorarsan’da ev, doğa, zaman imgeleri, daha çok içe çekilme, suskunluk, uyuklama, geriye (çocukluğa, ilk gençliğe) dönme, fotoğraflar, anılar ve nihayetinde bir eylem olarak da kente uzak, dağlara yakın bir yerde olma arzusu şeklinde şiire yansıyor. Kısacası, yaşlılığın fiziksel ve duygusal etkilerine göndermeleri olan bir çalışma bu. Özellikle kitabın en sert ve çarpıcı şiirlerinden olan Diyaliz’de, “Sen bir şeysin orda/ toz olmamak için direnen/ Kan kardeş olduğun makine/ elbet daha değerli” diye ifade eder hastalıkla ilgili durumu. Sözünü ettiği şey, ilk bakışta hastalık ve yaşla birlikte bedenin çökmesidir. Ancak daha fazlası vardır. “Toz olmamak için direnen” dizesinden anlaşıldığı üzere, zamana karşı direnme ve yok olmama çabasındadır. Evrenin büyüklüğünde bir toz zerresi kadar olan insanın var olma çabasına da bir göndermedir bu dize. Ve zaman algısı kendini hissettirir. Çünkü zamanın geçişi, “zihnimizde aşınma, ölme ve yaşlanma” anlamını taşır. Sadece “ben”in değil, “ben”le birlikte sevdiklerimizin, tanıdıklarımızın yok olması anlamındadır. İnsan gençken gündelik hayatın koşuşturmasıyla zamanı unutur, belki de o nedenle, zamanı unuttuğumuz için genç kalırız. Gündelik hayat içinde verilen mücadeleler esnasında zaman unutulur; ölüm de! O halde yaşlılık, zamanı hatırlamak anlamına mı gelir? Ya da buna, bilgelik sayesinde zamanı daha iyi kavramak mı demeliyiz?
Annenin Yaralı Kızıdır Doktor
Aynı şiirde “Açılan kapıdan girdin/ yapı içine çekti seni/ beyaz, yansız, buyurgan/ koşturan genç kadınlar/ görmeleri bile gerekmiyor/ yerini alıyorsun…” diyor. İki farklı durum var burada. Bir meşguliyetle zamanı unutanlar, yani koşuşturan genç kadınlar bir de endişeyle geçip giden zamanı hatırlayan şair özne. Kaygı sadece zamanı hatırlamayı içermiyor, aynı zamanda bu endişede hastalık psikolojisinin de etkisi var. O psikolojiyi hastane binasının tarifinden anlamak mümkün. Binanın beyaz ve buyurgan havası, o binanın dilini de anlatır. Her binanın kendine has bir dili vardır. Bizde bıraktıkları izlenimler, bize hissettirdikleriyle doğru orantılıdır. Eğer bu yapı hastaneyse ve bize hastalığımızı, acımızı hatırlatıyorsa, oradaki beyaz renk soğuk ve dondurucudur. Oraya aynı amaçla gelen herkese de eşit davranır. Buyurgan olması, hasta- doktor ilişkisine de göndermedir. Adı konulmamış ama ağırlığı çokça hissedilen doktorun hasta üzerindeki otoritesinden söz edilir. Gülten Akın İktidar şiirinde doğrudan o tahakkümden söz eder. Ve hastanın hastalığından dolayı doktoruna itaat etmesine, aslında daha çok da hastalığa boyun eğişine gönderme yapar. Aynı şiirde, “Hasta düştedir sallanır/ verecek şeyleri vardır sanki karşılığında…” der. Hastalık hali, zaten hasta için yıkımdır ve kurtulmak için hekimine, tıbba teslim olmak durumundadır. Ne denilirse, hasta sorgulamadan onu uygular. Bir anlamda, şiirdeki gibi düştedir, bir bulanıklık hali hâkimdir. Hasta bir anlamda denektir, o yüzden de verecek şeyleri vardır karşılığında. Burada, doktor ile hasta arasındaki hiyerarşi belirgindir: “Biri doktor, öbürü hasta/ tıp hışmını kuşanır”.
Daha farklı bir okuma yaparsak, meselesinin doktorun kendisiyle olmadığını anlarız. Hastaneler, doktorlar kurumların temsilcisidir. Kurumlara ve otoriteye karşı olan başkaldırısının, içten içe yansımasıdır bu tavır. İktidar şiirinde “annenin yaralı kızıdır doktor/ hazır bulduğu…” derken, doktorun bir taraftan da iyileştirme gücüne, bilgisine atıfta bulunur, olumlar. Aslında bunu iki farklı anlamda kullanır. Doktorun iyileştirme yeteneğinden dolayı, annelerinin yaralı kızlarını tedavi etmesini anne yüreğiyle eşleştirirken, başka açıdan da ironide bulunur. “O kadar çok yaralı ve ruhen hırpalanmış kadın var ki, tıbbın gücü bunu onarmaya yeter mi?” Aynı zamanda “yaralı kız” tanımı kadın sorunsalına da göndermedir. Kadının her daim yaralı olması, ezilmiş ve ötekileştirilmiş olmasının getirdiği bir sonuçtur.
Yine Önsöz Gibi adlı metinde yer alan “Kapılar ve perdeler akşamüstü kapatılıyor. Ev öteki evlere benziyor dışarıdan” sözlerinde, “akşamüstü” günün, hareketin, yaşamın geri çekilmesi anlamına da geliyor. Perdelerin çekilmesi, kapının kapanması, bir anlamda vedaya hazırlanıştır. Dışarıdan bakıldığında, “ev öteki evlere benziyor dışarıdan” ifadesinden, her şey olağan ve kendi sürecinde ilerliyor sonucunu çıkarabiliriz. Öyledir de. Ancak, evin bir de içeriden görünen hali vardır. Dışarıdan bakış, görünenle görünmeyen arasındaki ikileme atıfta bulunuyor. Bunu, içerisi ve dışarısı karşıtlığı olarak okumak da mümkün. İçerde olanla dışarıda olan aynı değildir. Uzak ve yakın karşılaştırması da vardır bunun içinde. Ne kadar yakına gelirsen, o kadar iyi görürsün her şeyi.
Bu metinde, aynı zamanda neden sonuç ilkesiyle zamanın işleyişi ele alınır. Ancak bu gayri ihtiyarı bir şekilde, hiç birimizin fark etmeden yaptığı eylemlere dikkat çeken bir söylemdir. Şair özne günün bitip akşam olmasını perdeyi çekmekle ifade ederken, gündelik hayatın içinde olan tekrarlarla, dünyanın kendi etrafında dönmesiyle oluşturduğu gece gündüz döngüsüne de gönderme yapar. Hayatımızdaki bu tarz tekrarları kullanarak, evrenin kendi içindeki döngüsünü; insanın evrenle, doğayla olan göbek bağını anlamamıza da olanak sağlar. Ölüm de yaşam da kendi etrafımızda dönüşümüzün yansımasıdır. Dolayısıyla perdelerin çekilmesi basit bir hareket, bir refleks olarak gelişse de, aslında yaşam ve ölüm döngüsünü anlatmaya aracılık eder. O yüzden de kitaba adını veren Beni Sorarsan şiirinde “kalbin elem günleri geldi” der Gülten Akın.
Yine Beni Sorarsan’da geçen “hiçbir iktidarı sevmesem de/ sobanın iktidarında/ çarpışa çarpışa nasılsa/ büyüyebilen kızlar/ uslu, sakin ölümü bekliyorlar…” dizeleriyle, geçmişten şimdiye uzanan bir mücadeleye, kadının varoluş mücadelesine dikkat çekiyor. Ancak çarpışa çarpışa büyüyen kızların, uslu, sakin ölümü beklemeleri, ölüme, yaşlılığa, tabiata boyun eğmeleri anlamına geliyor. Değişmeyen gerçeğin kabullenilişi bu. Sobanın iktidarı metaforuysa, yine “evdeki baba otoritesi, aile, devlet, iktidar gibi yapıların yansımaları olarak okunabilir.
Beklemek ifadesi bu şiirlerin omurgasını oluşturan önemli bir sözcük. Edindiği tüm tecrübelerin olgunluğuyla dile gelen bekleyişin şiirleri denilebilir Beni Sorarsan’a. Belki de çıkacağı yolculuk için azık toplamak denilebilir buna.
O yüzden “Önsöz Gibi”de “Bedenim ‘hadi’ diyor, ‘yaşlılık da neymiş’, aklımın bir yanı havalanıyor uçurtma gibi, öte yanı ayağını yere sıkı basmış ‘akıllı ol’, diyor. Kışı unutma!” sözleri direnmeyle kabullenme arasında ruhunun gel gitlerini gösteriyor.
Çünkü o biliyor, gerçek ölüm bedenin değil, ruhun ölmesidir! Üstelik ne çok ölü var, yaşarken ruhlarını kaybeden ve aramızda dolaşan. İktidar için, daha çok güç ve para için dünyayı kana bulayan kan emicileri o tanıyor. Ve yazmaya devam ediyor Öteki Sorular adlı şiirde: “Kötü padişah mı olmak istersin/ sakallı beş karış cüce mi?/ dünyanın köpeğe biçtiği anlam/ insanın köpeğe biçtiği anlam/ alçakça mı, haksızlıklar mı taşır/ peki nedir senin biçtiğin?…” Bu dizeler, haksızlıkla ve otoriteyle mücadelenin göstergesidir. Üstelik çok sert bir söylemle dile getirir Gülten Akın bunu. Yine aynı şiirin devamında, “Köpekleri kovdun, peki masalları sildin/ attın belleğini bilgisayarlar eğittin/ köpek, insan, cüce ve kötü padişah/ peki üstüne yazılsın/ ölümün adını neyle değiştirdin/ unutkanlıkla mı?” diye sorarken, tüm hayatı kurgulamaya çalışanlar, yani hepimizi bir takım kodlarla yeniden düzenleyen otoriteye ya da egemenlere ölümü hatırlatıyor.
Yine unutturmamak üzerine bir söylemle karşılaşıyoruz. Kötülükle haşır neşir olanlar, kazanmak için bir diğerini yok etmek üzerine kurduğu hayatla öylesine meşgulken, kendisinin de bir gün yok olabileceğini unutur. Kim bilir, belki de onu unutmak için hatırlamak istemezler. Gülten Akın bunu biliyor, şairler bilir: “aşkı ve dünyayı hak edememiş/ kavganın kuruttuğu insanlar/ sinekler gibi çarpıp camlara/ düşüyorlar yarı karanlıkta.” Bu hayatın zehridir. Ve panzehiri yoktur. Onlar oldukça bu dünya çok daha ağır kokacaktır.
Aşkın Şavkadığı Dünyayı İstedim
Beni Sorarsan kitabında, ev imgesinin yanı sıra, onun şiirindeki en önemli izleklerden biri olan kadın sorunsalı da yine ön plandadır. Kadının ataerkil sistemde evin içiyle kuşatılmış olması ve kendine dair bir hayat, dünya kuramaması, aksine çocukla beraber eve daha çok hapsedilmesi, onun en önemli meselelerinden biridir. Kadına yüklenen görevlerin annelik ve eş olmakla sınırlandırılmasına karşı mücadele verir. Hatta kadınlara, eş ve anne olmaktan kurtulmalarını salık verir. O nedenledir ki zamanında yazdığı Kestim Kara Saçlarımı (1960) şiiriyle kadınlara özgürleşmenin yolunu göstermiştir. Bağımlı kadından özgür kadına doğru giden bu yolda saçların kesilmesi, kadınlara dayatılan yasaklara, törelere, erk’e biat etme zorunluluğuna başkaldırıdır. Saçlarının kara olması, bahtının karalığını, yazgısını değiştirmek anlamına gelir. Ve bir kadının, değişime saçlardan başlamayı öğütlemesini en çok kadınlar anlar. Çünkü kadınlar hayatında bir değişiklik yapmaya karar verdiklerinde en önce saçlarından başlarlar işe. Ama Gülten Akın’ın saç önermesi, saçın kesilmesi toplumsal rollerin baskısını kesip atmakla ilgilidir.
Gülten Akın’ın, kadının evlilik ve çocukla boyunduruk altına alınmaya çalışılmasına eleştirisi, aslında ataerkil sisteme yöneliktir. Bu nedenle kadınlara seslenir, kadının susmaması gerektiğini söyler. Susmak, yok olmaktır ona göre. Mesela Beni Sorarsan kitabındaki Susma adlı şiirinde “Kadın görünmüyor, iki yanda da yok/ balkonda, verandada, hayır yok/ kapattı kendini yalnızlığıyla…” derken, içeriye kapatılmış kadının görünmez oluşundan söz eder. Kadının balkonda, verandada olmaması, sokakta, yaşamın içinde olmaması anlamına gelir. “Sustu kaldı, geriye geriye çekilerek/ biliyor/ her konuşma bir şeyi değiştirir hayatımızda” dizeleri de, susturulmuş kadının konuşmaya başlamasıyla, buna cesaret etmesiyle birlikte değişimin de başlayacağını ifade eder. Bu dizeler kadının cesaretlendirilmesi, bilinçlendirilmesi, kendi gücünün farkına varması anlamında önemlidir.
Yine Leyla şiirinde “Sen Leyla değilsin, diyebilir Mecnun/ susar Leyla ölümüne/ sen Mecnun değilsin diyemez/ çün sözden düşmüştür” dizeleri, kadının dilsiz bırakılmasına bir gönderme olduğu kadar kadının aşkla arasındaki ilişkiye de değinir. Daha doğrusu, aşk karşısında almak zorunda bırakıldığı tutuma. Kadının aşkını söylemesi, anlatması toplumsal öğretilere, ahlâka göre ayıptır. Burada da kadın susturulur. Sözden düşen kadın, aşktan da düşmüştür. Tam da bu noktada, Gülten Akın bize anlatılan aşk masallarını Leyla ve Mecnun anlatısı üzerinden bozguna uğratır. Mecnun’un aşkı mı, Leyla’nın aşkı mı sorusunu sormamıza olanak sağlar. Ya da hangi aşk da denilebilir buna.
Ses ve Gölge şiirinde “AŞKın şavkadığı dünyayı istedim/ bir bile değildim hiç oldum/ ne utanç kaldı ne korku ne bağ/ AŞKı istedim/ öyle yürekten istedim, yürek eridi…” der Gülten Akın. Aşkın parladığı bir dünyaya özlem duyar. Bunu tüm insanlık için ister özünde. Ama en çok da kadınlar için arzuladığı bir duygudur. “Bir bile değildim, hiç oldum” derken kadınların aşkı özgürce yaşayamamalarının yarattığı eksiklikten söz eder. Aşk insanın kendini en iyi tanıyabileceği, tüm oluşlarını da gerçekleştirebileceği önemli bir duraktır çünkü.
Hiçlikten var olmaya giden yolu büyük harflerle yazar AŞKla. Hatta tüm utanma ve korkuları bir kenara atarak özgürce dile getirilmesinin gerekliliğini vurgular. Ama arkasından “AŞKı sesten olmuş bir gölgeye yükledim/ ten ayrı ve uzak durdu…” sözleriyle kadın cinselliğine, hazzın eksikliğine değinir. Ancak bu dizelerden şairin özeline dair başka bir okuma yapmak da mümkün. Bedenin yaşlanması, tene uzak düşmesi ama ruhun yine de aşkı çağırması söz konusudur. Aşkı sesten olmuş gölgeye yüklemesi, aşkın yokluğu olarak değerlendirilebilir.
Şiirin devamında “Dışardan baktım/ o kendini yaşadı/ ben AŞK diye ses-gölgeyle kaldım” demesi de bundan. “Dışardan baktım” dizesi şairin özelinde geçip giden zamanın ve kaçırılan duyguların hayıflanması olarak da okunabilir elbette.
Aşkın geçip gitmesine kim hayıflanmaz ki? Hele ki, ayıp ve yasaklarla kuşatılmış kadının özgürce, tene yakın bir aşkın izini sürmemesinden daha ayıp ne olabilir ki? O halde “öldünüz çocuklar!” Korunaksız ve kederli…
Deniz Durukan
Bunlar da ilginizi çekebilir :
“Sen Leyla değilsin, diyebilir Mecnun/ susar Leyla ölümüne/ sen Mecnun değilsin diyemez/ çünkü sözden düşmüştür”
özden düşmediğinde sözden düşen leyla olsa
ne yazar…