Egoist okur

Güneşte iş yapıp gölgede yazı yazmayı seçen bir adam: Uğurcan Ataoğlu

Uğurcan Ataoğlu, Türkiye’nin en büyük reklam ajansının kreatif direktörü. Ama şimdi karşımıza yarattığı reklamlarla değil, yazar olarak çıkıyor. Diyaloglardan oluşan romanı “How Are You Bob?”, yaratıcı sürecin bir reklamcı için nasıl işlediğini, fikirlerin nereden, nasıl gelip realize olduklarını anlatıyor.

Uğurcan Ataoğlu’nın Instagram acount’u

Hemingway, Faulkner, Adalet Ağaoğlu ve Tomris Uyar da reklam yıldızı olmuştu

Güneşte iş yapıp gölgede yazı yazmayı seçen bir adam: Uğurcan Ataoğlu

Uğurcan Ataoğlu’nun kitabı reklamcılık üzerine falan değil aslında, tam aksine “güneşte iş yapıp gölgede yazı yazmayı” seçen bir adamın iki tercihi arasında bocalarken yaşadıklarını anlatıyor.

Röportajımızda ona yazmaya nasıl karar verdiğini sordum önce. “Ajanstakilere toplu mailler atmak için başladım yazmaya. Şaka değil, gerçek bu” diye anlattı. Ajansta birlikte nasıl yaşanır, nasıl çalışılır, nasıl fikir bulunur gibi konularda bilgi eşitliği sağlamak için zaman zaman elemanlara yazmak gerekiyormuş. Araya tuvalet temizliği, masa ve dolapların kullanımı, yemek listesi gibi konular girince eğlenmeye başlamışlar. Ciddi konuları şakayla karışık yazınca daha etkili olmuş. “Bir tür hutbe gibi algılansın, ben de ajanstaki cemaate seslenen küçük bir hoca olayım diye o mailleri cuma günleri atıyordum. Haftalık hutbe konularını düşünüp yazarken bir baktım bambaşka yerlere gitmişim. İşle ilgili konuları deştiğimi sanarak meğer kendimi deşiyormuşum. Hatta bazılarını kıskanıp kendime sakladım. Bob’ın ilk sinyalleri o zamanlar gelmeye başladı.”

Kitabı ilk okuyanlardanım. Bob’un babasının hastalığına dair bölümlerde bir parça dağılmıştım. İnsanın hayatta yaşadığı karanlık zamanlar yazıya dökülmeyi bekler mi, yazıya dökülürse zehir azalır, acı hafifler mi?

Yazılmayı bekleyen zaman değil, yazının ta kendisi. Havada sanki yazı bulutları dolaşıyor. Kim nerede, ne yaşayacak, bunları kim yazacak diye plan yapıyorlar. Babamın hastalığı sırasında içimden bir ses sanki günlük tutmuş, önemli detayların altını çizmişti. Kendimi çoğu zaman bir paragrafın içinde hissediyordum. Hatta tesadüflere, zamanlamalara hayranlık duymaktan, annemle babamın ölümüyle sonuçlanan o sürece yeteri kadar üzülemedim bile. Yani giderken de bana ilham verdiler.

Kitapta “bir fikirle” daha doğrusu zihninin fikir üretme mekanizmasıyla, yani aslında kendinle didişiyorsun…

Evet çok didiştik. Çatışma olmadan ateş çıkmıyor. Yazarken biraz HacivatKaragöz olduk. Yanlış anlamalar, alınganlıklar var. Bazen usta-çırak gibi konuşuyorlar. Bazen iki erkek gibi tartışıyorlar, bazen de bir kadın bir erkek gibi. Ama roller sabit değil. Kimin kim olduğunu anlamak zor olabiliyor.

Hayatta kimlerle didişirsin?

Bir arkadaşlık ve çalışma şekli olarak tatlı tatlı didişmek diye bir şey var. Ama kimseyle ciddi olarak kavga etmem. Kavga ihtimali belirirse susup kaçarım. Tartışma ortamlarını sevmiyorum, çünkü çok konuşmayı gerektiriyor. En önemlisi, haklı çıkma arzusuna sahip değilim.

Şu ezeli ruh-zihin-beden ayrımında geldiğin yer neresi? Birinden yana olacaksan, hangisini seçerdin?

Nerede okumuştum hatırlamıyorum. Ruh, meğer yönetim kurulu başkanımızmış. Zihin, genel müdür. Beden ise personel. Bu organizasyon uyumlu bir şekilde çalışırsa mutlu olurmuşuz. Bana uyuyor bu benzetme.

Sütlaç: Saflık, çocukluk, anne ve Ordu

Tıpkı senin gibi Bob da en çok mesleğini ve sütlacı seviyor. Ama ben, hayatının reklamcılık kısmını değil sütlaç kısmını merak ediyorum. Sütlaç leziz bir tatlı olmasının dışında senin için neleri simgeliyor?

Uzun yıllar önceydi. Atina’da karşıma ufak bir pastane çıktı. Vitrindeki tatlılar çocukluğumda Ordu’da yediklerimin aynısı. Sütlaç, tel kadayıf, revani… Hemen içeri girdim. Duvarda bizim Karadeniz kıyı şehirlerinin eski fotoğrafları var. Belli ki mübadelede gelen bir aile. Porselen yemek tabağında ve gümüş çorba kaşığıyla servis ettiler sütlacı. Uyduruk fırın sütlaç değil. Bembeyazdı, huzur doluydu. Ardından fındıklı, sütlü tel kadayıfı da yedim. “Ratatouille” adlı bir animasyon film vardı. Adam, annesininkine benzer usulde yapılmış yemeği tadınca çocukluğuna dönüyor. Ben de aynen öyle oldum. Servisi yapan genç kız, Ordulu olduğumuzu öğrenince gözleri parladı. Yaşlı ve aksi dedesine çaktırmadan sohbet ettik. Ailesinin kökleri Trabzonlu. O günden sonra memleket duygumu tam kapasiteyle hissetmeye başladım. Sütlaç benim için saflık demek, çocukluk demek, anne demek, anayurdu demek.

Senin Ordu’ya bağlılığını biliyoruz, sütlacın içinde sanki Ordu da var…

Niye benden bu kadar çok şey talep ediyorsun diye sinirleniyorum bazen Ordu’ya. Ama Ordu bana can verdi, benim de ona uğurlu gelmem lazım.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments