Hakan Karahan: “Risk almaktan korkmak, yaşamamaktır”
Şu sıralar Netflix’te yayınlanan Şahmaran dizisinde izlediğimiz Hakan Karahan, oyunculuğunun ve yapımcılığının yanında yazdığı romanlarla da tanınıyor.
Karahan’ın Cennette Bir Hafta adını verdiği yeni ve belki de bugüne kadarki en kişisel romanı Mona Kitap etiketiyle geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Yazarın yaşamından izler taşan romanın satır aralarında okurla paylaşılan çok özel sırlar da var. Okuyalım…
Unutmadan, Hakan Karahan’la yayın dünyamızın nevi şahsına münhasır yıldızı Sayım Çınar konuştu…
“Aşık olduğun kadınla her gece tek gecelik ilişki gibi geçmeli”
Cennette Bir Hafta’yı edinebileceğiniz adres
Yazarın şahsi web sitesinin linki
“Anahtarı bulmak için bazı zincirleri kırmak, bazı ilişkileri bitirmek, kendini tanımak, sürü insanı değil, birey olmaya cesaret etmek gerek”
Hakan Bey, Cennette Bir Hafta adlı romanınızı okuduktan sonra sizi sandığımdan daha iyi tanıdığımı düşündüm. Gerisi hikâye zaten, öyle değil mi?
Siz yılların gazetecisiniz, ben de 40 yıldır hiç durmadan çalışıyorum. Bizim gibi işkolik emekçiler birbirini bir yerlerden tanır ve bilir. Konuşmadan bile anlaşabiliriz biz, gerisi hikâye… Çok şanslıyız ki bunca yıldır sevdiğimiz işleri tutkuyla yapıyoruz.
Yıllarca finans dünyasında yer alan bir iş adamıydınız. Şimdiyse hem roman yazıyor, hem de oyunculuk yapıyorsunuz. Yazmak size iyi geliyor olmalı…
Çocukluğumdan beri kitaplar ve filmler benim dünyamın mihenk taşları oldu. Hayal kurmaktan ve merak etmekten her zaman büyük zevk aldım. 21 yıllık finans dünyası geçmişim sadece sabah 9’dan akşam 6’ya kadar zamanımı alıyordu. İşimi evime hiç taşımadım. Çünkü orası filmler, kitaplar ve müzikle dolu bambaşka bir evrendi ve benim için esas olandı. Dediğiniz gibi, yazmak bana iyi geliyor, hattat tedavi ediyor. Oyunculuksa beni eğlendiriyor. Başka biri olmak, başka bir hayatı canlandırmak heyecan verici… İş hayatıma gelince; onu zaten kitaplar ve filmler için bıraktım, tam 21 önce.
“Cenneti yaşayabilmek için önce ölmek gerek”
Sanki herkes cennete gitmek istiyor ama kimse ölmek istemiyor gibi, değil mi?
Soruya soruyla cevap vereyim: Kitabı okumaya başlar başlamaz sizi bir kapı çağırıyor. Kapıyı anahtarla açmak gerekiyor, değil mi? İşte o anahtar insanın kendisinde. Anahtarı bulmak için belki de 40’lı yaşları devirmek gerek. Bazı zincirleri kırmak, bazı ilişkileri bitirmek, kendini iyi tanımak, cesur olmak ve en önemlisi sürü insanı değil, birey olmak gerek. Yani cenneti yaşayabilmek için önce ölmek gerek.
İçinden Berlin geçen bir roman yazma fikri nereden aklınıza geldi? Kasap Havası filminde de ‘Almancı’ bir adamı oynamıştınız. Bir Almanya takıntınız mı var?
Ben üniversite yıllarından bu yana sabah uyanınca yatağını yapan, spora giden, diyetine sadık kalan, çalışma saatleri ve eğlenme saatleri belli olan biriyim. Sevdiğim şehirlere ve oralardaki restoranlara, barlara hem sadakatle hem de disiplinle bağlıyım. Giriş ve çıkış saatlerim hiç değişmez. Televizyon daha siyah beyazken bile Almanya’nın maçlarını seyrederdim. Berlin en sevdiğim şehirlerden biridir. Sabah kahvemi şehrin ortasındaki hayvanat bahçesinde içmekten, dolaşırken sokak satıcılarından sosisli sandviç alıp yemekten, biralarından, şaraplarından, ekşi lahanasından ve her tarafa sinmiş Alman disiplininden haz duyarım. Zaten 1960’ta Alman Hastanesi’nde doğmuşum. Büyük ihtimalle bebekler karıştı ve beni Türk ebeveynlerime verdiler.
“Bazı insanların içi de dışı da erken yaşlanır. Gözlerine bakınca anlaşılır zaten yaşayamayanlar”
Cennette Bir Hafta, yarı otobiyografik bir roman aslında. Elke ise çok başka türlü bir kadın. Bu karakteri yazmak sizi kendinize yaklaştırmış olmalı…
Elke bir roman kahramanı. Vücuduyla, saçlarıyla, gözleriyle, zekâsıyla, çapkınlığıyla, tecrübesiyle, cesaretiyle ve açık sözlülüğüyle tam hayal ettiğim gibi bir kadın. Onu yazarken güldüm, düşündüm, mutlu oldum. Dokuz romanım arasında en önemsediğim karakterler arasına, hem de ilk sıralardan girer. Başka bir romanımda belki onunla tekrar buluşurum. Elke beni tabii ki kendime yaklaştırdı ama zaten Elke her erkeği hem kendine çeker hem de kendisine yaklaştırır.
Babanız, anneniz, oğlunuz, sevgiliniz de var romanınızda. Hayat yoldaşınız Candan Erçetin kitabınızı okurken neler hissetti acaba, bunları sizinle paylaştı mı?
Candan’ın yüzünde bir tebessüm vardı. “Viyana’daki arkeolog ben miyim?” diye sordu. Eh, bu sefer de benim yüzüme bir tebessüm yayıldı. Daha sonra kitabın ilk tashihlerini yapmaya koyuldu. Beğendiğini tahmin ediyorum, çok fazla komplimanda bulunmaz beni şımartmamak için. Beğenmeseydi kesin söylerdi.
Ben insanın yaş geçtikçe değil, yaşamadıkça yaşlandığına inanıyorum, katılır mısınız? Var olmak yine de var oluşun sancılarını beraberinde getiriyor olmalı…
İnsanın, kendini tatmin eden bir hayatı sürememesi, bunun üstesinden gelecek fırsatları kaçırması, risk almaktan korkması, yenilmekten kaçması, konfor alanı dışına çıkamaması, bunlar bence zaten yaşamamaktır. Bu tip insanların içi de dışı da erken yaşlanır. Gözlerine bakınca anlaşılır zaten yaşayamayanlar. Var oluş sancılarını bertaraf etmekse, ne diyeyim, sadece yaşamakla olur.
Roman içinde roman yazmışsınız, bu süreci anlatır mısınız?
Zafer’in ailesiyle, çocukluğuyla ve bugünün İstanbul’uyla ilişkisini yazdığı bölümlerle Elke’nin otele gelip Zafer’in hayatına girdiği bölümleri, “roman içinde roman” şeklinde kurgulamak en başından beri aklımdaydı. 60 yıllık bir muhasebeyi kapatırken kurgu karakterler yarattığım gibi gerçek karakterlerden de yararlandığım aşikâr. Zafer’i hüzünlendiren kısımları ve iç hesaplaşmaları, onu eğlendiren bölümlerle bir teraziye yatırdım. Altından kalkılamayacak her türlü meseleyi mucizevi bir kadın çözebiliyor, bunu kendimden biliyorum.
“Kahramanlarımı başka şehirlere sürüklemek hoşuma gidiyor”
Hepimizin hayatında sırlar vardır. Siz sırlarınızı eserlerinize yansıtıyor musunuz?
Romanların içinde her zaman satır aralarında yazarların sırları yer alır. Yazarlar kendilerinden bahsetmedikçe iyileşemezler.
Kitabı okurken şehir turuna da çıkıyor insan. Berlin, Viyana, Florida-Clearwater, Kırklareli… Size bir şehir romantiği diyebilir miyiz?
Öyle sayılabilir. Önceki romanlarımda Roma, Nice, Miami, Cannes, Magosa, Bükreş, Boston gibi şehirlerde geçen hikâyeler de var. Kahramanlarımı, İstanbul’da başlayan maceralarının devamında başka şehirlere sürüklemek hoşuma gidiyor. Sevdiğim başka şehirlere devamlı kendimi sürüklediğim gibi.
Finaliyle şaşırtan bir roman yazmışsınız. Yine de final umut dolu. Umut, acıyı uzatır mı sizce?
Niyetim zaten okuyucuyu şaşırtmak, düşündürmek, gülümsetmek, samimiyetimi hissettirmekti. Acı hep var, sonsuza kadar da olacak. Ama madalyonun öbür yüzünde de umut var, acıyla başa baş yarışıyor o. Ben bu yarışta burun farkıyla umuttan yanayım.
Aktörlüğünüzün yanında yapımcısınız da. Bu kitabın film olmasını ister misiniz?
Tek mekânda ve genelde iki kişi arasında geçtiği için bence içerik, bağımsız bir festival filmi dokusuna çok uygun. Yazarken hikâye film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu zaten. Umarım bir gün onu film olarak sinemada seyrederim.
Erkekler 70’ine geldiğinde okuduğunu daha iyi anlıyormuş, siz bu konuda böyle mi düşünüyorsunuz?
70 yaşına merdiven dayamış kıymetli bir oyuncu arkadaşım da aynen öyle söylemişti. Ona inanıyorum.
“Tek eşlilik konusunda dürüst olmak yürek ister”
“Erkeklik” meselesini de sorgulamışsınız. Roman bittikten sonra ne hissettiniz? “Erkekler tek eşliliğe daha yakın” tezine katılıyor musunuz?
Tabii ki erkeklik meselesini sorguladım, çünkü Zafer 60 yaşında bir erkek yazar ve karşısına gençlik yıllarından beri onu derinden etkilemiş çok seksi bir kadını çıkıyor. Bu kadın bir hafta boyunca onun otelinde kalacak… Bu erkeğin kafasından kim bilir neler geçer? Zafer’i yazarken çok eğlendim, onu çok özleyeceğim. Bence pratikte erkekler de kadınlar da tek eşlilik tezine aynı mesafede. Teoride sabaha kadar tartışılır, çünkü bu konularda dürüst olmak yürek ister.
Dünyanın en büyük acısı aşk acısı mı, yoksa insanlık dramı mı?
Aşk acısı bazen büyüyünce geçer bazen de yeni bir aşkla… İnsanlık dramınınsa sonu yok. Aşkın içine veya dışına düşmek kolay, insan olmak zor.
Sayım Çınar
Subscribe
0 Comments
oldest