Egoist okur

Hannah Arendt ve “insan hakları” sorusu

“14 yaşındaydım, İsrail’deki Holokost müzesi Yad Vashem’i ziyaret ediyorduk. Gördüklerime ve duyduklarıma inanamıyordum, henüz masumiyetini koruyan zihnimse bu olayın gerçekliğini kabullenemiyordu… Avrupa’nın tam ortasında yaşanan bu felakete tüm dünya neden sessiz kalmıştı? Kampların yerini tespit etmek, insanları oradan kurtarmak bu kadar mı imkansızdı? Safça şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum İsrailli rehberimize, ‘Peki ya insan hakları?’ O sıralar, insan haklarının, herkesi herşeyden koruyup kollayabilecek bir güç olduğuna inanıyormuşum; işlerin çok daha karmaşık olduğundan henüz bihaberdim…. Büyüdükçe hem ‘insan’ hem ‘hak’ hem de ‘insan hakları’ kavramlarının ne büyük sorunlar barındırdığını fark ettim. Zaten masumiyetin kaybı, insanın dünyaya ve bu dünyayı paylaştığı diğer insanlara duyduğu inancı kaybetmesi değil midir?” 

Hannah Arendt ve “insan hakları” sorusu

Hannah Arendt, 27 Şubat 1933’te -henüz 26 yaşındayken- Alman parlamento binasında meydana gelen yangının hayatında önemli bir kırılmaya işaret ettiğini söylemişti. O günden sonra yaşananlara duyarsız kalabilmek onun için artık mümkün değildi…  Ve Arendt böylece politikanın içinde buldu kendisini ve hayatı boyunca politika üzerine kafa yordu. 1951’de yayınlanan ilk büyük eseri Totalitarizmin Kökenleri’nde, totaliter deneyimlerin politikanın kökünü kuruttuğunu, politik diyaloğu öldürdüğünü, politika yapılabilecek mekanı yok ettiğini öne sürer. Arendt, politikanın etkisiz hale getirilmesiyle, vicdanın, sağduyunun, eyleme geçebilme yetisinin, politik bir diyalog imkanının ve son kertede yasaların bile eriyip yok olduğunu söyler. Bu ise, milyonlarca hayatın akla hayale sığmayacak şekillerde sona ermesine sebep olmuştu.

 Totalitarizmin Kökenlerini’nde şu paragrafla karşılaşınca, 14 yaşımda ‘safça ve masumca’ sorduğum soruyu yeniden hatırladım:

 Bu çığrından çıkmış ceset seri üretiminin öncesinde, yaşayan cesetleri üreten tarihsel ve politik bir süreç vardı. Tarihte eşi benzeri olmayan bu koşulları hazırlayan itici güç, ve daha önemlisi, bu koşulların hazırlanmasına verilen sessiz onay, yüz binlerce insanı hiç beklenmedik bir anda evsiz, yurtsuz, yasal haklardan yoksun hale getiren, milyonlarca insanı da işsiz bırakıp ekonomik olarak gereksiz kılan politik bir çözülme sürecinin ürünüydü. Bu ancak, sadece ifade edilmiş ama felsefi olarak temellendirilmemiş, sadece beyan edilmiş ama politik olarak güvence altına alınmamış İnsan Hakları’nın, geleneksel biçimiyle, artık tüm geçerliliğini yitirdiği için gerçekleşebilmişti.

(H. Arendt, Origins of Totalitarianism; Schoken Books, NY, 2004; sf. 576-577; çeviri bana ait. Türkçesi: Totalitarizmin Kaynakları; İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, 4. Basım; çeviren: Bahadır Sina Şener)

 Burada da açıkça görüldüğü gibi, Arendt ölüm kamplarından ‘felsefi açıdan geçersiz, politik açıdan ise etkisiz bir mefhum olan insan hakları’nı sorumlu tutar. Arendt’e göre insan hakları kavramının temeli çürüktür. Totaliter deneyimler bize bunu en somut ve en feci şekliyle göstermiştir. Kişi, devletin ona sağladığı vatandaşlık haklarından mahrum edilince, onu tanımlayan her tür yasal çerçeveden de mahrum edilmiş olur; vatandaşlık statüsünü yitiren kişi sadece bir ‘insan’dır artık. Hukuki çerçevesinden sürülen kişi her tür haktan soyulmuş, çırılçıplak bir insan olarak ortada kalmıştır. Bu çıplak insanlığı koruyacak hiçbir merci yoktur; hiçbir devlet, hiçbir hukuk sistemi, haklarını tümüyle kaybetmiş bu ‘insanı’ koruyamaz artık. Bu yüzden de Arendt, çıplak insana indirgenmenin en tehlikeli şey olduğunu söylemiştir. 18. yüzyıldan beri yüceltilen insan hakları aslında vatandaşlık haklarından ibarettir; vatandaşlık haklarını yitiren insanın hakları yoktur. Yani ‘insan hakları’ dediğimiz şey aslında ‘insan’ için değildir. İnsan hakları, her tür hukuksal niteliğini, politik ve yasal ilişkilerini yitiren çıplak insanla karşılaştığında sakatlığını fark etmiş, çözülüp yok olmuştur.

Devletin, ve dolayısıyla hukukun, asıl amacı insanın haklarını korumak olduğuna göre ve insan hakları da devredilemezliği ve dokunulamazlığı ile her tür hukukun temelinde yer aldığına göre, sözkonusu insan haklarını koruma altına alacak devletler-üstü, yasalar-üstü bir yasanın açık bir şekilde beyan edilmesine ihtiyaç duyulmamıştı, ta ki 20. yüzyıl her tür hakkını kaybeden ‘vatansız’ insanlar üretene kadar… İnsan haklarının dokunulmazlığının devletin elinde olduğunu tüm dünya büyük bir acıyla görmüş oldu böylece. İnsan hakları teorik olarak tüm diğer hakları öncelese ve onlara kaynaklık etse bile, pratikte görülen, vatandaşlık haklarının insan haklarının üzerinde olduğuydu. İnsan hakları ulus-devletin koruması altındaydı. Oysa totaliter deneyimler bize ulus-devletin büyük bir keyfiyetle insan haklarıyla oynayabildiğini gösterdi ve insan hakları böylece tüm geçerliliğini yitirdi.

Arendt Totalitarizmin Kökenleri’nde bu yeni, daha önce benzeri görülmemiş totalier devlet sisteminin insanlar üstünde kurduğu total baskı sürecini anlatırken, bu yolda atılan ilk adımın önce insanlardaki adalet duygusunu, sonra da insanların yasal kişiliklerini öldürmek olduğunu teşhis eder. Bunu, bazı insanları yasanın güvencesinin dışına sürerek yapar ve aynı anda dünyayı, vatansız kalan bu insanların her tür haktan yoksun olduğunu tanımaya zorlar. Kamplara, normal ceza hukukunun dışında bir yer açar ve kamplara gidecek olanları da yine normal hukuki sürece aykırı bir yolla seçer. Adaletin teryüz olduğu, tamamen keyfi hale geldiği bu sistemin amacı, kendi ülkelerinde yasa-dışı ilan edilen, dolayısıyla vatansız ve yurtsuz hale gelen belirli bir nüfusun tüm sivil haklarını yok etmektir. Bir insanın haklarını tamamen yok etmek, içindeki adalet duygusunu ve sahip olduğu yasal kişiliği öldürmek, onu çıplak varoluşuyla, insanlığının hiçbir değer taşımadığı şekilde topyekûn baskı altına almanın önkoşuludur. Diğer bir deyişle, totaliter süreç, insanı önce sivil haklarından soyar, hukukun dışına iter ve onu vatansızlaştırır; vatansız kişi hiçbir hakka sahip değildir artık, çıplak insan varoluşu dışında. Çıplak insan, görünürlüğünü ve işitilebilirliğini tamamen yitirmiştir. İşte bu yüzden Arendte göre insanın, çıplak varoluşuna indirgenmesi çok tehlikelidir; çünkü hiçbir bireyselliği ve kimliği yoktur, hiçbir politik topluluğa ait değildir. Yani çıplak insanı tanımlayacak bir özellik yoktur; tanınmaz ve görünmezdir.

Bu noktada Arendt’in ‘insan’ olmayı nasıl tanımladığına bakmalıyız. Oldukça Aristotelesçi bir insan kavrayışına sahiptir Arendt. İnsanı konuşan ve insanlarla ilişki içinde yaşayan politik bir hayvan olarak tanımlayan Aristotelesçi geleneği devam ettiren Arendt, insanı belirleyen en temel iki özelliğin söz ve eylem olduğunu söyler. Fakat bizi insan yapan bu özellikler ancak başka insanlarla beraber yaşadığımız bir politik alanda gerçekleşir. Bu ortak politik alanı kurmak, insan olarak, yani konuşan ve eyleyen varlıklar olarak, kendimiz gerçekleştirebilmemizin gerekli koşuludur. Sözümüzün işitilmesi, eylemimizin görünmesi için bu politik alana ve ötekilerle kurduğumuz politik ilişkilere ihtiyaç vardır. Arendt’in ‘kamusal alan’ dediği de insanların doğuştan getirdikleri özellikleriyle veya çıplak varoluşlarıyla değil, sözleriyle ve eylemleriyle belirdikleri bir ilişkiler ağıdır. Nasıl doğduğumuzun bir önemi yoktur; çünkü kamusal alanda sözümüz ve eylemimizle yeniden doğarız. Bize bireyselliğimiz, tanınırlığımızı ve görünürlüğümüzü veren şey, kamusal alandaki bu ikinci doğumumuzdur. Dolayısıyla, en temel söz ve eylem haklarının da altında yatan bir ‘haklara sahip olma hakkı’ vardır. Arendt bunu, ‘kişini sözünün işitilebileği ve eyleminin görülebileceği politik bir topluluğa veya ilişkiler ağına dahil olma hakkı’ olarak tanımlar. Her hakkın altında yatan en temel hak budur: kamusal alan hakkı. Kişi burda doğuştan gelen haliyle, doğal kimliğiyle belirmez; onu görünür kılan, eylemi ve sözüdür. İşte tam da bu yüzden, Arendt ‘kimlik politika’larına karşıdır. Doğal kimlikler ve çıplak varoluş kişiyi kısıtlar; kişinin kendini gerçekleştirmesi eylemi ve sözü yoluyla olur. Dolayısıyla ‘haklara sahip olma hakkı’ kişinin, bu dünyaya nasıl geldiğiyle, diniyle, tenin rengiyle, içine doğduğu sınıfla veye etnik kökeniyle değil; sözü ve eylemiyle yargılandığı bir toplulukta yaşama hakkıdır. Bu, kişinin, onu sınırlayan, değiştirme şansı olmadığı doğal verilmişlikleri paranteze alıp kendisini yeniden var edeceği bir topluluktur; kamusal alanın ta kendisidir.

Kamusal alan önceden belirlenmiş bir mekan değildir, coğrafi bir yere işaret etmez. Kamusal alan bir biraya-gelme halidir, ortak bir dünya yaratma edimidir: insanın sözü ve eylemi sayesinde kendi insanlık potansiyelini gerçekleştirmesine, kendisini var etmesine, eşit koşullara sahip bir şekilde doğmasına imkan sağlayan politik ilişkiler ağına doğmasıdır. Bunun, öteki insanlarla beraber kurulması Arendt için çok önemlidir. Kamusal alan, insanların bir araya gelmesi, ortak bir eylemde bulunmasıdır ve bu ilişkiler ağı ortaklaşa kurulur. En önemli özelliği ‘eşitlik’tir; bu da yine insanların ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir eylemdir. Kamusal alandaki eşitlik, ortak bir sorumluluktur aslında. Haklara sahip olma hakkının temelinde de bu sorumluluk yatmaktadır. Doğuştan gelen özellikler, doğal kimlikler ve saf varoluş burda paranteze alınır; bu paranteze alma edimi kamusal alandakilerin ortak sorumluluğudur. Eşitlik, bu anlamda, doğuştan gelen kısıtlayıcı özelliklerin, doğal varoluşun sıfırda eşitlenmesi ve herkesin sözü ve eylemiyle belireceği bir zeminin yaratılmasıdır. Arendt kamusal alanın çok kırılgan bir yaratım olduğunu da ısrarla vurgular. Uçucu ve geçicidir; kendiliğinden, her an her yerde gerçekleşebildiği gibi, her an çözülüp yok olabilir. Zaten bu yüzden Arendt kamusal alan derken belirli bir coğrafi mekanı kastetmez. Kurulan bu ortak alan tüm doğal farklılıkları eşitler ve bunların kısıtlayıcılıkları kontrol altına alır; böylece herkes kendi sözü ve eylemiyle kazanır görünürlüğünü ve kendisini bu ilişkiler ağında yeniden var eder. Bu ortak alan aynı zamanda bir çok sözün ve eylemin birlikte var olduğu bir çoğulluk alanıdır. Kişinin böyle bir alanda sözü ve eylemiyle yer alma hakkı, tüm diğer haklara sahip olmasının altında yatan en temel haktır. Kişi ancak bunun sayesinde insan olma potansiyelini gerçekleştirebilir. Bu ise herkesin ortak sorumluluğuna dayalıdır. Diğer insanlarla paylaşmak için bir dünya kurmak ve burada herkesin eşit bir biçimde belirmesi ve kendi potansiyelini gerçekleştirecek en temel hakla donatılması ‘insan’ olmanın en gerekli koşulu ve tüm ‘insanların’ sorumluluğudur.

Görüldüğü gibi Arendt’in ‘insan hakları’nı kurtarma stratejisi doğuştan gelen özelliklerine indirdenen çıplak insan varoluşundan kurtulmaktır. Arendt insanı politikleştirir, politik ilişkilerin içine yerleştirir. İnsan olmak burada doğallığını kaybeder; insan olmak ortak bir alanda, eşitlik temelinde, söz söylemek ve eylemde bulunmakla gerçekleştirilir. Böylece, artık kimse ten rengine, etnik kökenine, dinine, toplumsal sınıfına indirgenmeyecektir. Arendt’e göre, ‘felsefi olarak temellendirilmemiş, politik olarak güvence altına alınmamış insan hakları’nın krizini çözecek olan şey, insanın,‘politik bir varlık’ olarak, doğal varoluşuna hiç atıfta bulunmadan (hatta onu indirgeyerek) yeniden tanımlanmasıdır.

1963’te yayınlanan Devrim Üzerine adlı kitabında Arendt ‘insan hakları’ sorusunu tekrar ele alır. Bu metinde de, ‘insan haklarının’ temelinde bir soyutluk ve bir yanlışlık barındırdığı, bu yüzden de yapmaya çalıştığı ayrımı tam olarak yapamadığı, dolayısıyla da pratikte geçersiz olmaya mahkum olduğu fikrini hala korur Arendt. Fakat bu defa, 18. yüzyıla ve insan haklarının ilk defa beyan edildiği o iki temel bildirgeye çevirir dikkatini, Fransız ve Amerikan modellerini karşılaştırır. Bu iki bildirge arasında çok önemli bir fark vardır Arendt’e göre; bu, bildirgelerin içeriğiyle değil (çünkü ikisi de aynı hakları içermektedir), ‘hak’ kavrayışından doğan bir farklılıktır. Totaliter deneyimlerin ve bunların insanlığa getirdiği felaketlerin ardından 1948’de Birleşmiş Milletleri ‘Uluslararası İnsan Hakları Bildirisi’ (UDHR) olarak kabul ettiği, 18. yüzyılda Amerikan Anayasasının temel maddelerini oluşturan İnsan Hakları Bildirgesi’nde (Bill of Rights) haklar politik bir yapıdır. Oysa Fransa’da kabul edilen İnsan Hakları Beyannamesi’nde (Declaration des Droits de l’Homme) haklar, politikayı önceleyen bir özelliğe sahiptir. Tahmin edileceği gibi Arendt’in derdi bildirinin Fransız versiyonuyladır. Politik bir yapılanmadan önce gelecek şekilde tanımlanan bu haklar insanın doğal varoluşuyla ilgili olmalıdır; yani politik bir topluluğa dahil olmayan insanları, bir vatanı olmayanları da içermelidir. Peki içerik olarak bakıldığında, nedir bu haklar? Sivil haklardan farkı nedir? Arendt’in iddiası şudur: Doğal insan ile vatandaş/politik topluluğa mensup insan arasında ayrım yapmayı vaat eden Fransız bildirge, bu sözünü tutamaz. Doğal insana tanınacak haklar, sivil haklardır, ancak politik ve yasal bir çerçevede gerçeklik kazanır. Çıplak insanın hakları değildir bunlar. Kısacası, Fransız bildirge yapar gibi göründüğü ayrımı gerçekte yapamaz. Arendt ‘insan haklarının’ asla doğal insanlar, çıplak insan varoluşuyla ilgili olmadığını ileri sürer. Başta da altını çizerek söylediği gibi, çıplak doğal insan varoluşuna indirgenmek çok tehlikelidir. Yapılması gereken acilen insanın ‘politik bir varlık’ olarak kurulmasıdır. Bunun da altında ‘haklara sahip olma hakkı’, yani bir politik kamusal alana dahil olma hakkı’ yatmaktadır.

Şunu da belirtmekte fayda vardır: İnsanı yasal kişiliğinden eden, vatansızlaştıran, dolayısıyla haklarından soyan ve çıplak doğal varoluşuna indirgeyen totaliter devletin bundan sonra attığı adımın daha da korkunç olduğunu anlatır Arendt. Kamplara doğru son sürat ilerleyen totaliter süreç, bu aşamada çıplak insanı ‘insanlık-dışı’na iter; elinden son kozu olan ‘insanlık onuru’nu alır. Böylece insanlıktan çıkarılan bu ne olduğu belirsiz canlılar tıpkı böcekler gibi gazla öldürülür, ceset yığınları saman yığınları gibi topluca yakılır. Çıplak ‘insandan’, ‘insan-olmayana’ doğru giden bir yola tanıklık etmiş ‘insanlık’ tarihini ‘insan hakları’ bile kurtaramamaıştır. Bugün kimler ‘insan’dır, hangi hayatlar ve hangi ölümler ‘insani’dir gibi tartışmalar sürüp gitmektedir. Tam da bu tartışmaların ortasında, Arendt’in ilk bakışta çok normatif ve fazlaca ‘ideal’ gibi görünen kamusal alan ve haklara sahip olma hakkına ilişkin söylediklerine katılmamak elde değildir bence. İnsanın bedeniyle, etnik kimliğiyle, cinsiyetiyle, toplumsal belirlenimiyle ve kendi seçmediği daha birçok özelliğiyle yargılanmasındansa, sorumluluğunu aldığı, hesabını verediği sözü ve eylemiyle var olması ve bu şekilde politik diyaloğun sürdürülmesi, çoğulluğun eşit bir biçimde belirmesini istemek, bu hayali kurmak, bugün ‘insan hakları’ diye bir tasavvuru yaşatacaksak, en önemli adımdır.

Elis Simson

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments