Uğur Batı: “Hayal kuran Doğu’dur, fantastiğin üzerine yatan ise Batı”
“Türk-İslam sentezinden faydalanan bir Osmanlı fantazyası, bir Osmanlı korku romanından, bir Osmanlı gizem romanından söz ediyoruz. Korku, ahlak öğretisi ve fantazya iç içe bu kitapta. Ütopik olarak karanlık bir dünyanın kapısını açıyor kitap. Osmanlının katledilen şehzadeleri de var, Deccal da var, Piri Reis’in katli gibi tarihin karanlık başlıkları da var, vampirler de var, Şeyh Süca gibi Osmanlının çöküşünü rüşveti yaygınlaştırarak hızlandıran melun kara kahramanlar da var. Evet, bunların hepsi sonra hortlayabiliyor ama tarihin ve hayalin bileşiminde bir kitap bu zaten.”
Uğur Batı’nın asimetrik kurgusuyla dikkat çeken ilk romanı “Azraa-Eel Menkıbeleri: Osmanlı’nın Mahzeninden Hayal Et Kıssaları”nda, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’deki olağanüstü olaylar 24 ayrı hikâye başlığı altında tek bir sonda kurgulanmış. Batılı fantastik romanların dışında özgün bir Doğu fantazyası kaleme alan Uğur Batı, bu özgün Doğu fantazyasında iyi ve kötünün bitmez tükenmez mücadelesini gizemli ve fantastik bir “Osmanlı” dünyası kurarak anlatmış. Kitabı, yazarından dinliyoruz.
“Edebiyatta iyi-kötü mücadelesinin iyiden yana sonuçlandığına inancım sonsuz”
“İyi ve kötünün bitmez tükenmez mücadelesini” anlatan kitabınızda kazanan kim oluyor?
Vay tuzak soru. Kitaptan spoiler vermem (Gülüyor). Şaka bir yana edebiyatta, sanatta, kültürde, her nevi yaratıcı endüstride en temel meselelerden biridir iyi ile kötünün savaşı. Yıldız Savaşları ya da Yüzüklerin Efendisi neyi anlatıyor zannediyorsunuz? George Orwell’ın 1984’ü ne anlatıyor? Habil ile Kabil’dir bu işin başlangıcı. Bu ikisinin mücadelesi aslında iyi ve kötünün savaşıdır. Melek-Şeytan ikilemi iyi ve kötü mücadelesine atıfta kullanılır. İnsanın iç dünyasında her daim sürer bu savaş. Çünkü hepimizin içinde bir iyi ve bir kötü vardır. Ruhuna derinden bak göreceksin, iyi ile kötünün mücadele ve didişmesi tabi şekilde vardır. Birçok kişi bu yönüyle yüzleşmekten kaçar. Kötüyü öğreniyoruz her gün! Kötüye maruz kalıyoruz. Lakin bir haberim var: İyi ve kötünün mücadelesi asla sona ermez. Doğru ile yanlış, iyi ile kötü mücadelesi bütün insanlık tarihinin özü olduğuna göre, bu mücadele söz konusu tarih sonlandığında bitecektir ancak. Kitap galibini insanın her şeyin fani olduğu oluş-bozuluş âlemindeki bu mücadeleyi idrak ettiği anda, hayatın anlamını ve hatta kendini keşfetmesi adımında buluyor!
Neden böyle bir hikaye yazmaya karar verdiniz?
Her iyi proje, temel bir sorudan yola çıkar. O çok net bir sorudur. Aslında bir tanedir. Ve iyi bir soru olması lazımdır. En azından bugüne kadar çalıştığım sektörlerdeki yaratıcılık oluşturma sürecinin hep böyle çalıştığını gördüm. Benim sorduğum soru da Habil ve Kabil ile ilgiliydi. İlahi dinlerin temelinde ilk insanlardır bunlar, malum. O zaman düşünün: İnsanlık Habil’den doğmuş olamaz. Niye? Öldürüldü! Kabil’den ilerlemiş olamaz. Tüm insanlığın ruhunun, mayasının kötü olduğunu kabul etmemiz gerekirdi o zaman. “Ne olmalı?” diye sordum ve bir üçüncü kardeş olmalı dedim. Ve araştırmaya başladım. “Eureka” dedim! Buldum. Hz. Şeys idi o kardeş. Ve yazmaya başladım. Sonra hikâye evirildi. Mekân, zaman; evrenselden daha Osmanlı’ya kaydı ama konular hâlâ evrenseldi. Aslında hikâyenin temel sorusu hiç değişmedi, ona ulaşma amacım değişti. İlham verici değil mi?
“Derin olan Doğu’dur. Hayal kuran Doğu’dur. Fantastiğin üzerine yatan ise Batı’dır”
Menkıbeler en iyi edebi metinlerini döver mi?
Menkıbeler de sonuçta bir edebi form. Çok bilinmez ama Arap ordularının Orta Asya’ya girmeleri sonucu ortaya çıkan yeni bir edebiyat türüdür aslında. Ve menkıbeler hiçbir şeyi dövemez. Daha doğrusu hiçbir edebi form diğerini dövemez. Sadece iyi metinler kötü metinleri döver, öyle düşünelim. Edebiyatta iyi-kötü mücadelesinin iyiden yana sonuçlandığına inancım sonsuz. Ticari olarak olmasa bile, gerçek beğeniler için söylüyorum bunu.
Fantastik edebiyat söz konusu olduğunda sanki bu hikâyeler Batı’dan çıkarmış algısı var. Bunun için ne söylersiniz?
Bu bizim yarattığımız bir zavallılık derim. Yani kültür olarak yarattığımız bir şey. Cidden öyle. Sert olmuş gelebilir bu laf ama düşünsenize dünyanın ilk edebi eseri ne? Gılgamış Destanı. Nerede yaratılmış? Doğu’da. Nasıl bir eser? Fantastik. Eee o zaman? Fantazya sadece Batı’da mı olur? Fantastik olmanın kapılarını Doğu açmıştır. Derin olan Doğu’dur. Hayal kuran Doğu’dur. Fantastiğin üzerine yatan ise Batı’dır. Hangi yolla? Kültürel emperyalizm yoluyla! Doğu kaynaklarını alıp, edebiyatta, tiyatroda, sinemada, TV formlarında kullandılar. Biz de yedik! Onların zannettik. Daha da eğlenceli bir şey diyeyim. Vampir ve kurtadam hikâyeleri nerede doğdu? Eflak, Boğdan ve Erdel’de. Neresi burası? Bir zamanlar Osmanlı toprağı olan yerler. Memleketeyn denilen bölge yani. Unutmayın Kazıklı Voyvoda diye çağrılan Vlad sadece bir Osmanlı beyiydi. İslami fantastik edebiyat formunda bir kitaptan söz ediyoruz. İslami fantazya nasıl oluyor? İslam ve Türk medeniyetlerinin köklü tarihi ve mitolojilerinden yola çıkarak oluşturulmuş heyecanlı olaylar var kitapta. “Azraa-Eel Menkıbeleri: Osmanlının Mahzeninden Hayal Et Kıssaları”, doğrusu ilginç bir okuma deneyimi sunuyor. Ben öyle düşünüyorum en azından (Gülüyor). Türk-İslam sentezinden faydalanan bir Osmanlı fantazyası, bir Osmanlı korku romanından, bir Osmanlı gizem romanından söz ediyoruz. Korku, ahlak öğretisi ve fantazya iç içe bu kitapta. Ütopik olarak karanlık bir dünyanın kapısını açıyor kitap. Osmanlının katledilen şehzadeleri de var, Deccal da var, Piri Reis’in katli gibi tarihin karanlık başlıkları da var, vampirler de var, Şeyh Süca gibi Osmanlının çöküşünü rüşveti yaygınlaştırarak hızlandıran melun kara kahramanlar da var. Evet, bunların hepsi sonra hortlayabiliyor ama tarihin ve hayalin bileşiminde bir kitap bu zaten.
Masalların vazgeçilmez unsurları “cinler ve periler”in varlığına siz inanır mısınız peki?
İnanmaz mıyım? Özellikle “cin” dediğimiz yaratılmışın varlığı, dinimizde de tanımlanmıştır. Bunun dışındaki var oluşların da olduğuna inanmaktan öte, onları hayal ederim. Hayal gücünün devrimi olarak kabul edin. Daha renkli oluyor ayrıca. Tamam, korkutucu ama ben onların hep iyi olduklarına inanmak istiyorum. En sevdiğim perinin adı Pollyanna! İtirazınız mı var buna? Hem, cinler, periler vardır tabii, severim ben metafiziği ve tabuların can çekişmesine izin vermem! (Gülüyor)
“Azraa-Eel Menkıbeleri” size göre bir hakikatler kitabı mı yoksa bir büyü kitabı mı?
Net olarak hakikatler kitabı. İçinde evrenin iyi ve kötü hallerini barındıran koca bir kıssadan hisse. vampirler, periler, cinler…
Bu kitabı okusun diye okuyucu nasıl ikna edersiniz?
Bir kere çok özgün. Kitabın sıra dışı bakışı, mutlaka okuyucuyu cezbedecektir. Düşünsenize tarihten, menkıbelerden, kıssadan hisselerden ilham alan bir kitap var. Doğu kültüründeki iblisler ve iyi var oluşlar var. Bu başlı başına yeni zaten. Yetmiyor bir de üzerine hortlakları, kurtadamları, vampirleri, yani Batı fantazyasında olan kahramanları okuyorsunuz. Hibrid bir şey var ortada. Bir de tarihle efsanelerin, kurguyla gerçeğin birleşimindeki kitapta, oturma odanıza elfler değil gulyabaniler giriyor. “Osmanlı memleketinde cinler, periler, gulyabaniler, vampirler, kurtadamlar kol geziyor…” cümlesini düşünün! Yeterince fantastik değil mi? Bunun haricinde gizem olacak, bilmeceler olacak, bazen ürkecekler. Ayrıca kurgusu itibarıyla çok etkilenecekler. 24 ayrı hikâye okuyacaklar, 24 ayrı sürprizli son görecekler ve kitabın aynı zamanda genel bir sonu olacak. Bir de sinematografik bir anlatımla olacak bu. Her bölümü dizi film gibi olacak düşünsenize! Bana yeterince ikna edici geldi bunlar.
Novella formunu andırıyor kitap… Asimetrik kurgunuzdan söz eder misiniz?
Sinematografi… Bir novella/roman olmasının yanında senaryo mantığıyla da yazıldı. 24 ayrı hikâye, tek bir son, özel bir kurgu söz konusu. Simgesel özel bir anlatı ve asimetrik bir kurgu içinde masal estetiği kıvamında bir anlatım ve hikâye içinde hikâye anlatımını gördüğümüz etkileyici bir kitap. Film izler gibi hissetsin istedim okuyucu. Bu özel bir dil. Replikler var. Zaman, mekân, kişi tanımları hep kararında olsun istedim. Umarım olmuştur. Özellikle novella gibi yazdım. Parça parça. Okuyucuyu rahatlatmak için diyeyim. Zamanın ruhunu düşünün. Daha fazla dijitallik, sosyal medya ve teknoloji zamanımızı azaltıyor, zor olanı daha zor kılıyor. İnsanlar her hikâyeyi okurken ayrı zevk alsın istedim. Daha rahat bir okuma deneyimi istedim. Böylesi bir kurgu zor ama okunası.
İki kere ölüp üç kere dirilen Osmanlı Padişahı Sofu Beyazıt
İki kere ölüp üç kere dirilen Sofu Beyazıt’ın hikâyesini anlatır mısınız?
İlginç bir hikâye. Bir menkıbenin evrilmiş hali. Bilinen bir menkıbeyi özel bir kurguda tekrar canlandırıyorum. Aşinalığın gücünden faydalanıp okuyucuyu yakalamaya çalışıyorum diyelim. Bu kitapta böyle bir tutum içinde oldum bazı hikayelerde bilinçli olarak. Sofudan sofu Osmanlı Padişahı Beyazıt’ın nefsiyle mücadelesini anlatan bir hikâye bu. Kardeşi Şehzade Cem’in ölümünden sonra nefsiyle mücadeleye giren Beyazıt, nefsine yenik düşüp yeminini bozuyor. Nefsi onu ele geçirecekken şeytan nefis öldürülüyor. Bu hikmeti gören devrin şeyhülislamı nefsin de insanın bir parçası ve bir canlı mahlûkat olduğunu fetva verip nefsin gömülmesini istiyor. Ve bir cenaze töreniyle sultanın nefsi gömülüyor. Sultan Beyazıt bu tarihten itibaren iki kere ölüp iki kere cenaze namazı kılınan padişah olarak anılıyor.
Sibel Ateş Yengin
Subscribe
0 Comments
oldest