Egoist okur

“Hayatta aşka düşmek de mümkün, aşkla yükselmek de”

Tuna Kiremitçi’nin Destek Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Kendi Seven Ağlamaz” okuru sert içki gibi çarpan, yani trajediyle komediyi ya da yakınla uzağı aynı potada eriten bir roman. “Alkolik eski çocuk yıldız” Sitare’nin, aşkı “düşüşteki yükseliş”te keşfedişinin kendini soluk soluğa okutan serüveni…

Tolga Meriç

tuna kiremitci kendi seven aglamaz egoistokur tolga meric

Gerçek aşk peşinde koşarken ruhunu ve bedenini savurganca açan Sitare’nin romanı

Charlie Chaplin, “Kendi Seven Ağlamaz”ı okusaydı o ünlü sözünü tekrar ederdi diye düşündüm: “Hayat yakından bakıldığında tragedya, uzaktan bakıldığında komedyadır.” Ne dersiniz?

Chaplin’in bu sözü aklıma Jonathan Safran Foer’i getirdi. “Acıklı bir öyküyü anlatmanın en iyi yolu onu mizahi yoldan anlatmaktır” demiş. Mizah trajediye fazladan derinlik katıyor. Onu daha insani ve yakıcı hale getiriyor. Nabokov da “Bir romanda esas olaylar o romanı yazanla okuyan arasında geçer” demişti. Böyle incelikli şeyleri seviyorum. Duygusal ajitasyondan çok daha iyi.

“Ama romanı yazarken ayıktım, onu da söyleyeyim”

Trajediyle komediyi ya da yakınla uzağı aynı mercekte eritebilmenizi hayata ve aşka yazınsal bir “alkolle” bakabilmeye de borçlu olduğunuzu düşündüm. Hatta okurken ben de alkol almış gibi oldum. En trajik sahnelerde gülüyordum, en gülünesi yerlerde de içim sızlıyordu. Alkol etkisinin bu romandaki yeri nedir, ne kadardır sizce?

Beyoğlu’nda büyüdüm. Bu sayede hayatın her boyasından insanla mesaim oldu. Mesela bir dönem yıldız olup sonradan unutulmuş sanatçılarla… Çoğu geçmişe takılıp kalmış haldeydi, geleceğe bakamıyorlardı. Şimdiden kaçmak için alkole ve uyuşturucuya sığınıyorlardı. Bohem hayat bazılarını beslerken bazılarını tükenişe sürüklüyor. Ama romanı yazarken ayıktım, onu da söyleyeyim.

“Selim İleri, ‘Bu kızı mutlaka yazmalısın’ dedi”

Romanınızın başkahramanı Sitare, bir zamanların ünlü çocuk yıldızı. Medyada onu yıllar sonra tekrar parlatan haberin başlığıysa “Alkolik Eski Çocuk Yıldız”. Millet barbarca bayılıyor bu düşmüş çocuk yıldız imgesine. Tabii medya milletinin barbarca hazzına hiç benzemiyor ama okur olarak bana da Sitare’de haz veren onun bu düşmüşlüğü oldu. Selim İleri’nin, romanda sizin de andığınız Cahide Sonku için dediği gibi, düşüşte yükseliş mi buluyoruz acaba?

Ustam Selim İleri’yi anmanız isabet, romanda katkısı var çünkü. Yıllar önce aklıma Sitare ilk düştüğünde ondan rakı masasında Selim İleri’ye bahsettim. “Bu kızı mutlaka yazmalısın!” dedi. Sitare sahiden “Cahide Sonku sendromu”ndan mustarip. Farkı, çocuk yıldız olduğu için bunu çok erken yaşta yaşaması. Daha yolun yarısına gelmeden “aktris eskisi” oluvermiş. Üstelik aradığı gerçek aşkı da bulamamış. Başı ciddi belada yani.

Anlattığınız aşkın diğer kahramanı Devran’la birlikte Sitare’nin düşmüşlüğünün uyandırdığı bu farklı hazza başka bir boyut katılıyor. Devran, Sitare’nin düşmüşlüğü karşısında okurdan bile daha masum kalıyor. Sitare’ye duyduğu aşka okuru gerçekten de inandıran temel şey bu olabilir mi?

Devran bir şövalye. Beyaz at yerine sarı taksisi var. Dağa çıkmak istemiyor, onun savaşı hayatla. Geçmişte başına gelenler onu genç yaşta bilge yapmış. O kadar bilge ki bilge olduğunun farkında bile değil! Sitare’nin aksine dünyaya berrak gözlerle bakıyor. Dervişane halleri var. Parası-pulu yok ama gerçek anlamda güçlü ve özgüvenli bir erkek. Yakasını geçmişin kanlı pençesinden kurtarmayı başarmış. Kalbini bir kadına sonuna kadar açmaya hazır.

“Evet, yazdığım en erotik roman bu”

Her okurun farklı bir yerinden tutup sürdürebileceği bir roman bu. Ben düşüşten devam edeyim: Sitare’nin günün birinde porno film oyunculuğu teklifi alması, maddi çöküşün yarattığı belalar, Devran’dan önce Kurthan gibi tutunamamış bir müzisyenle yaşadığı tensel ve ruhsal düşüşler, bütün bu düşüşlerdeki haz paylarının romanda hiç kaçırılmamış olmaması, ağlanacak halimize gülmemiz, insanın, hayatın ve aşkın gerçeğine dair hangi sırları açıyor bize?

Evet, bu anlamda yazdığım en erotik roman. Biraz Sitare’nin gerçek aşk peşinde koşarken ruhunu ve bedenini savurganca açmasından. Kadınlığını değmeyecek insanlara kullandırmaya eğilimli. Her dipsoman gibi kendisini tüketmeye çalışıyor. Kötü olmak istiyor ama başaramıyor. Kötü kızlar her yere gider, Sitare ise yabancı bir şehre gidiyor. O, bütün çelişkileriyle âşık olabileceğim bir karakter.

Romanın geçtiği şehir de farklı bir düşüşü, daha doğrusu çöküşü yaşıyor. Sitare ve diğer dizi oyuncularının kaldığı lüks otelse, hayatlarımıza bakınca, hangi şehirde yaşıyorsak olalım, hiç de yabancı gelmiyor. Şehri ve o oteli romana yerleştirmeye nasıl karar verdiniz?

Sitare’yi içine hapsolduğu dünyadan çıkarmak gerekiyordu. Yoksa orada tükenip gidecekti, bana da anlatacak bir hikâye kalmayacaktı. Ayrıca bu depresyon denen şeyin bazen şımarıklık boyutu var. Bunu yaşayan sanatçı arkadaşlara başkalarının hayatlarına bakmalarını tavsiye ediyorum. Yardıma muhtaç insanlara, çocuklara, sokak köpeklerine… Başta Sitare bilmiyor ama Hodan bir umut aslında. Otele ancak birkaç gün sığınabilecek ve er geç şehirle ilişkiye geçmek zorunda kalacak.

“25 yıl oldu. Yazdıklarımla yaşadıklarımı birbirinden ayırabilecek kadar profesyonelim artık”

Aşka, bu romandaki gibi bakabilmek için insanın ya da yazarın, en azından otuzunu geçmiş olması gerektiğini düşündüm. Katılır mısınız buna?

Eğer konu bensem, kırk desek daha doğru.

İnsan hallerine, insanın kendisine, hayata ya da aşka kitaptaki kadar komik, hınzır ve muzip bir şekilde bakabilen gözler beni her zaman korkutmuştur. Bu tür gözlerin karşısında kendimi çırılçıplak hissederim. Düştüğüm bir halden ötürü duygusal bir skandal kahramanına dönüşmem an meselesiymiş gibi ödüm patlar. Zihniniz gerçek hayatta da romancı gibi mi işler? Yoksa “Korkmaya gerek yok, ancak yazarken oluyor o söylediklerin” mi dersiniz?

İlk şiirim 1991’de Varlık’ta yayımlandı. Yani şu an yazı hayatımın 25. yılındayım. Yazdıklarımla yaşadıklarımı birbirinden ayırabilecek kadar profesyonelim artık. Ama dediğiniz gibi, bir saatten sonra her şeye romancı kafasıyla bakmaya başlıyorsunuz. Ortalıkta resmen hikâye avcısı gibi dolaşıyorsunuz. Müzik yapmayı bu yüzden seviyorum. Müzik beni bu kafadan uzaklaştırıyor.

“Artık kendimi entellektüel camiaya beğendirmek gibi kaygılarım yok”

Okur olarak bir kitaptan alınan zevkler de yaşa göre değişiyor galiba. Bu romanı, çok sevdiğim “Yolda Üç Kişi” tarzında yazsaydınız, bu kadar zevk alır mıydım, diye sordum kendime. Çünkü okurken, birikmiş ne kadar öfkem, kederim, sıkıntım varsa, on yedi yaşında bir oğlan bir sanat eserine dalıp hepsini nasıl safça unutursa öyle unuttum. Kitap sabaha karşı bir solukta bittikten sonra da çok uzun zamandır ilk defa sahici bir uyku çektim. Bunları da, size sorduğum sorularla falan anlatamayacağım kadar değerli buldum. Yazar olarak, bu tür bir okumayı, diğer okuma biçimlerinin neresine koyarsınız şimdiki yaşınızda?

Haklısınız, “Yolda Üç Kişi” iyidir hoştur ama fazla hırslı ve kibirli bir romandır. Genç bir çoksatar yazarın kendini entelektüel camiaya beğendirme çabasıdır biraz. “Bakın istersem ben de uzun ve karmaşık cümleler kurabiliyorum” havaları… Artık böyle kaygılarım yok. İlk romanımdaki naifliği yeniden hissettiğim bir dönemdeyim. Hayatta aşktan başka yazılmaya değer bir konu olmadığını biliyorum. Aşkı anlatan romanların niye üvey evlat muamelesi gördüğünü ise hâlâ anlamıyorum. Oysa bir aşk romanı da edebi bakımdan değerli ve derinlikli olabilir. “Kürk Mantolu Madonna” ya da “Günlerin Köpüğü” gibi. Klişe önyargılara gerek yok. Amacım gönül ve kafa dengi romanlar yazmak.

Kitabın kapağına çıkartılmış spot cümlede, “Gerçek aşk, ayrı dünyalar arasındadır” deniyor. O gerçek aşka yaklaşmak, ayrı dünyaları aşkta birbirine yaklaştırmak, konuştuğumuz bu düşüşlerle mümkün olabilir ancak, diyebilir miyiz? Düşmekten korkarsak, düşüşü göze alamazsak, ayrı dünyalara ve aşka ulaşma şansımız olabilir mi?

Aşka düşmek de mümkün, aşkla yükselmek de. Aradaki farkı egomuz belirliyor. Ayrı dünyalardan insanların aşklarıysa bana çok sahici geliyor. Çünkü bir arada kalmak için egolarını bastırıp sürekli yükselmek zorundalar. Nereye kadar? Güneşe yaklaşıp kanatları eriyene kadar. Ama ödeyecekleri bedelleri de göze almış aşklar bunlar. Sitare ile Devran’ın aşkı öyle. Kanatları erimeden uçabildikleri kadar uçmak istiyorlar. Bu da onları benim gözümde kahramanlaştırıyor.

Tolga Meriç

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments