Yüzme dersleri
Posted by gülenay börekçi on September 19, 2013 · 3 Comments
Norveçli bilim adamlarından roman sanatına dair ne öğrenebilir insan? O olmaz belki ama içindeki yaratıcı motivasyona dair bir şeyler öğrenebilir. Psikopatlık testini hevesle hem de gözlerinizin önünde yapan ben bu noktada biraz duruyor ve Norveçli bilim adamlarının yaratıcılık testini şimdilik es geçiyorum. Korkağım çünkü, tırsıyorum gerçekleri göreceğim ve muhtemelen o gerçekler hoşuma gitmeyecek diye…
Zen ve Romana Başlama Sanatı başlıklı yazısından, enfes okuma tercihlerinden ve elbette romanlarından tanıdığınız Hikmet Hükümenoğlu’na cesaretini kıskandığımı söylüyorum. O bu testi yapmış. Ayrıca epey bir zamandır yüzme dersleri alıyor. En önemlisi yazıyor… Hem de hayatını baştan aşağı değiştirmeyi göze alarak yapıyor bunu. Dahası da vardır mutlaka ama bunlar bile onu kıskanmam için yeterli özellikler. Alçakgönüllü bir itirafta bulunuyor: “Ben kendimi hiç cesaretli bulmuyorum. Keşke biraz gözükara olabilsem demediğim bir gün pek yok.”
Cesaret neydi ki? Neil Gaiman’ın Coraline adlı über-şahane kitabını hatırlıyorum. Coraline’in babası onu yabanarılarının saldırısından kurtarıyor ama bu arada gözlüğünü düşürüyordu. Coraline onun acayip cesur olduğunu düşünüyordu ama yazar, yani Gaiman itiraz ediyordu: “Cesaret falan değildi aslında, çünkü Coraline’in babası o sırada korku hissetmiyordu, yapabileceği tek şeyi yapmıştı. Ama gözlüklerini almak için yabanarılarının arasına dönmek, hem de artık onlardan deli gibi korkarken… İşte esas bu cesaretti.”
Demek ki korkmamak değil cesaret; korktuğumuz şeyi yapmak.
Uzatmayayım, ne demek istediğimi anladınız. Bu yazının kısa tarihçesini de vereyim, sonra sizi Hikmet Hükümenoğlu’yla baş başa bırakayım.
Geçenlerde onunla çay sohbetindeydik. Yüzmekten bahsediyorduk, sonra konu nasıl oldu bilmiyorum yazmaya geldi. Yüzmekle yazmak, daha doğrusu yüzmeyi öğrenmekle yazmaya cesaret etmek arasında bir benzerlik olduğunu söyledi sevgili yazarımız. İşte o an kendisinden yeni bir yazı istemek için tam zamanıydı. İstedim haliyle. Yüzme Dersleri böyle çıktı ortaya.
Korkunun ne olduğunu iyi bilen, cesaretin edinilebilir bir yeti olduğunu düşünen ve başkalarını da cesaretlendirenlerin yazma derslerini seviyorum, biliyorsunuz. Ötekilere bakmasam da olur ama bunlar tekrar tekrar okuyabilirim. Eminim siz de. O halde güzel kulaçlar, iyi okumalar…
Yüzme dersleri
1.
Norveçli bilim adamları bir araştırma yapmışlar.
Yazıya böyle başlayınca el kremi ya da balık yağı reklamı yapacağım hissine kapılıyorum. Hiç ilgisi yok elbette. Her ay ilginç bir araştırmayla karşımıza çıkan Norveçli bilim adamları, bu sefer de yaratıcı yönü çok güçlü insanların özelliklerini saptamışlar ve yedi başlık altında toplamışlar. (Bu adreste okuyabilirsiniz.)
Eğer öykü / roman yazmaya niyetliyseniz, veya halihazırda yazmaktaysanız, yaratıcı yönünüzün kuvvetli olduğunu varsayabiliriz. Bakın bakalım, bu yedi temel özelliğin hangilerine sahipsiniz.
Kendi karakter analizimi huzurlarınızda yapmaya çekindiğim için, işin eğlenceli kısmını size bıraktım ve bu yazıda yüzmeyi öğrenme maceramı anlatmaya karar verdim. Yüzmeyi öğrenmeye çalışmak, roman yazmaya çalışmak deneyimine şaşırtıcı derecede çok benziyor. Bu benzerliğin farkına vardığımdan beri yazıya dökmeye niyetim vardı. Kısmet Norveçli bilim adamlarınaymış.
Arzu ederseniz bu yazıyı maymunlarla ilgili Zen ve Romana Başlama Sanatı isimli yazının devamı olarak da okuyabilirsiniz.
Aslında her şey maymunlarla ilgili.
2.
Yaratıcı yönü çok güçlü insanların temel özellikleri:
“Çağrışımlara yönelim: Hayal gücü kuvvetli olur, oyuncudur, zengin fikirlere sahiptir, kendini bir işe adama yeteneği vardır, gerçekle kurgu arasında hızlı geçişler yapar.”
3.
Yaş ilerledi diye midir nedir, çocukluğumla ilgili anılarım okuduğum öykülerle birbirine karışır oldu.
Yüzmeye nasıl başladığımı hayal meyal hatırlıyorum. Çoğu ayrıntı bulanık, ancak kesinlikle emin olduğum bir şey var, o da geleneksel yöntemin bana uygulanmadığı. Yani babam beni iskeleden suya atıp, “Hadi yüz bakalım,” demedi.
Hatırladıklarım şöyle: Kocaman bir havuzun orta yerinde tek başıma oynuyorum. Kapalı ve sıcak bir havuz, kaplıca gibi bir yer, Abant olmalı. Şezlonglara uzanmış, şarap içip sevişen genç aşıklar da olsa, tam bir Milan Kundera ortamı olacak. Bir ara kolluklarımın tekinde bir tuhaflık olduğunu hissediyorum. Patlayıp sönmeye başlamış, omzumdan aşağı kaymış ve ben oyunlar oynarken fark etmemişim. Hala kolluk takan çocuklara has bir içgüdüyle başımın belada olduğunu anlıyorum. Can havliyle suyu köpürterek havuzun kıyısına kadar ilerliyorum. Bu halimi gören büyükler öyle bir tezahürat yapıyor ki çok önemli bir şey başardığımı hissedip etrafa gülücükler dağıtıyorum.
Hızla otuz beş yıl ileri saralım. Atladığımız süre içerisinde su sporları konusunda çok fazla ilerleme kat ettiğimi söyleyemem. Yüzme biliyor musun sorusunun cevabı teoride evet. Denizin derin yerinde kendimden emin pozlarla bir noktadan başka bir noktaya kadar gidebiliyorum. Sorunun cevabı pratikte hayır, çünkü ne kulaç atmayı biliyorum, ne de yüzücüler gibi nefes alıp vermeyi. Fönlü saçlarla denize giren yaşlı teyzeler gibi kafam sürekli dışarıda. Şnorkel, gözlük ve paletle biraz daha rahatım. Bu yüzden mümkünse tatillere komple teçhizatla gidiliyor. Gören, profesyonel dalgıç olduğumu sanır; oysa suyun iki karış altından giden sıkıcı balıkları seyretmekten dışında bir şey yaptığım yok.
Sonra hayat hızla değişiyor ve endorfin bağımlısı yeni kimliğimle bu işe el atmaya karar veriyorum.
Yüzme dersi almaya başlıyorum.
4.
“Özgün olma gereksinimi: Kurallara ve geleneklere karşı çıkar, başka hiç kimsenin yapmadığını yapmak gereksinimi duyar ve bu yüzden baş kaldıran bir tutumu vardır.”
5.
İlk dersten önce ayaklarım geri gidiyor. Çocuklar yüzme dersi alır, kel kafalı koca adamlar değil. Dürüst olmak gerekirse bir miktar utanıyorum. Nerede görülmüş benim yaşımda birisinin yüzme dersi aldığı? Hadi onu geçtim, bir de beceremezsem daha büyük rezillik.
Havuzdaki ilk saatler, ilkokuldaki ilk haftalardan pek de farklı değil. Korkunç bir yabancılık ve çaresizlik duygusuna kapılıyorum. Suyun içinde kendimi küçük hissediyordum. Hocanın ayakkabıları sürekli göz hizamda. Yüzünü görebilmek için yukarıya bakmam gerekiyor. Tepeme dikilmiş, hangi hareketleri hangi sırayla yapmam gerektiğini anlatıyor. Kolum nereye uzanacak, kafam nereden çıkacak, bacaklarım nerede duracak. Sanki yazmayı sökmeye çalışıyoruz. “a” harfinin yuvarlağı nereden başlayacak, nerede bitecek, kuyruğu nereden çıkacak… Tüm söylediklerini aklıma tutmaya çalışıyorum. “Drill” dedikleri teknik çalışmalar, okuma yazma öğrenirken yapılan alıştırmaların hemen hemen aynısı. Bir sayfa dolusu dik çizgi, bir sayfa dolusu yamuk çizgi, bir havuz tek kol kulaç at, bir havuz sırf bacak, hepsi basit bir hareketin yüzlerce defa tekrarı. Yüzlerce defa burnuma su kaçıyor. Burnuna su kaçınca saatlerce aksıran insanlardanım ama suyun altında aksırmak da imkansız. Kolunla ileri uzanırken kafanı yana çevir. Alışkın olmayan beynim iki komutu aynı anda uygulamaya kalkınca kolum bacağım birbirine dolanıyor. Tamam, kafamı çevirdim de ağzım hala suyun altında, nasıl nefes alabilirim? En kısa mesafe bile ölüm kalım savaşına dönüyor. Evime gitmek istiyorum.
Fakat ilk yüzme hocam hemen moralimi düzeltiyor. Yerinde duramayan ve yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmayan bir insan. Onun neşesi bana da bulaşıyor. Burada boğulsam da hiç olmazsa gülerek öleceğim diye düşünüyorum. Birkaç hafta müthiş bir enerjiyle uğraştıktan sonra beni suya alıştırıyor ilk yüzme hocam. Burnuma taktığım ve kısa sürede bağımlısı olduğum tıkaçları bile çıkarttırıyor. Kulaç atmayı öğreniyorum. Eskiden görüp kıskandığım yüzücüler gibi kafamı yana çevirip nefes almayı öğreniyorum. Havuzun bir ucundan öteki ucuna hiç durmadan yüzdüğümde, tahtaya tebeşirle ilk uzun cümlesini yazmış ilkokul öğrencisi kadar mutluyum. İlk yüzme hocam benden daha mutlu, sevinçten zıp zıp zıplıyor. Bir cümle, iki cümle derken aylarca derslere devam ediyoruz.
Sonra bu konuyla hiç alakası olmayan sebepler yüzünden mekan değiştirmek durumunda kalıyorum ve başka bir havuzda ikinci yüzme hocamla çalışmaya başlıyorum.
* * *
“Biraz yüz de hangi seviyedesin göreyim,” diyor ikinci yüzme hocam. Öğrendiğim bütün numaraları sergileyerek yüzüyorum, havuzun öteki ucuna varır varmaz gözlükleri alnıma itip merakla ne diyeceğini bekliyorum. Yüzündeki ifade hem nazik, hem de ciddi. Ancak gülmemek için kendini zor tutuyormuş gibi bir hali de var. Yine de gayet inandırıcı bir ses tonuyla şöyle diyor: “İşin temel kısmını güzelce halletmişsin. Bir iki ufak ayrıntıyı düzeltirsek çok daha rahat yüzersin.” İçinden geçenler ise şöyle: “Sarhoş bir su aygırı havuza düşüp yüzmeye kalksa, bundan daha acayip görünemez.”
İkinci yüzme hocam, profesyonel bir sabırla bana yüzmenin gramerini öğretmeye başlıyor. El suya hangi açıyla girer, suyu çekerek nasıl bacağın yanına kadar gelir, sonra suyun dışına çıkarken nasıl virgül gibi küçük bir kıvrım çizer. İşinin o kadar ehli ki, benim gibi doğuştan yeteneksiz birisine bile suda daha düzgün hareket etmeyi öğretiyor.
Zamanla hareketlerim düzeliyor, orta seviyede yüzmeye başlıyorum ama hala suyla aram iyi değil. Çok çabuk yoruluyorum, nefesim yetmiyor. Benden otuz yaş büyük göbekli bir amca, bana mısın demeden otuz havuz yüzüyor yan kulvarda. Biraz moralim bozuluyor. Yüzümdeki ifadeyi gören hocam, “Ne kadar çok çalışırsan o kadar çabuk alışırsın,” diyor. Haklı elbette. Fakat suda kendimi öyle bir kasıyorum ki, ne keyif alıyorum, ne de daha çok çalışmak istiyorum.
Günün birinde ufak bir deneme yapıyoruz ve çok ciddi bir sorunun farkına varıyoruz. Meğer bendeniz suda batanlardanmışım! (Üniversitedeyken de kulak kepçemi kırmıştım. Açıklaması zor her türlü saçmalık beni buluyor.) Suda batmak da ne demek diye merak ediyor olabilirsiniz, hemen açıklayayım: Normal bir insanoğlu, tatlı suya kendini bıraktığında nasıl hiçbir şey yapmadan suyun yüzeyinde tatlı tatlı salınırsa (hani denizde sırt üstü uzanıp bulutları seyredersiniz ya) pek de normal sayılmayacak az sayıda insanoğlu, salınacağı yerde kurşundan bir kütleymiş gibi batıyor. Denizdeyken bir sıkıntı yok ama tatlı su bizi kaldırmıyor. Norveçli bilim adamları eminim bu enteresan doğa olayını da araştırmışlardır ama neden olduğunu henüz kimse çözememiş. Vücuttaki yağ kütlesinin dağılımıyla, kemik yoğunluğuyla, kuantum mekaniğiyle, meleklerle, ya da kim bilir, bir takım başka metafizik güçlerle alakalı olabilir. Sonuçta ben ve benimle aynı kategorideki insanlar (selam Cem!) tatlı suda batmamak için sürekli kol ve bacak oynatmak durumundayız. Öyle sırt üstü uzanıp havuzun tavanını seyretmek gibi hoşluklar söz konusu değil. Pratikte en önemli sorun ise sıradan bir insanoğluna göre daha çok bacak vurmak zorunda olmamız ve eğer kondisyonumuz kötüyse daha çabuk yorulmamız.
İkinci yüzme hocam gülüp geçiyor ama ben bunu kafaya takıyorum.
Bundan böyle kendi kendime bol bol yüzüp kondisyonumu geliştireceğim diye söz verip dersleri bırakıyorum. Bol bol yüzmüyorum tabii, dört-beş seferden sonra bütün motivasyonum uçup gidiyor. Denizde yüzmek dururken havuza ne gerek var diye düşünüyorum. Zaten sevimsiz bir şey. Çocuklar çişini de yapıyordur.
6.
“Motivasyon: Başarmak ister, sonuca odaklıdır, yenilikçi bir tutumu vardır, zor konularla uğraşmaya yetecek enerjiye sahiptir.”
7.
Karga pozu başlıklı yazımı okuduysanız hatırlarsınız, bir de içişlerinden sorumlu “daimi hocam” var. Fiziksel aktiviteler başta olmak üzere, hal ve gidişatla ilgili bütün önemli kararları o veriyor. O ne derse sorgusuz sualsiz uygulanıyor. Aramızdaki centilmenlik anlaşması böyle.
2013’ün ilk ayları. Daimi hocam yüzmeye yeniden başlamam gerektiğini bana kısa ve net cümlelerle bildiriyor.
“Ne gerek var şimdi?” diye soruyorum.
“İyi olur, ”diyor.
“Hiç istemiyorum,” diye cevap veriyorum.
Bunun üzerine haftanın hangi günleri, saat kaçta yüzeceğimi bana kısa ve net cümlelerle bildiriyor.
İşin doğrusu, yüzmenin benim için ne kadar faydalı olduğunu, aslında adam gibi yüzmeyi çok istediğimi ve sırf yeteri kadar iyi olmadığımı düşündüğüm için yan çizdiğimi ikimiz de gayet iyi biliyoruz. Böyle şeyleri oturup uzun uzun konuşmaya gerek duymuyoruz. Kısa bir süre sonra beni üçüncü yüzme hocamla tanıştırıyor. Ben orada değilmişim gibi aralarında bir şeyler konuşuyorlar. Ne dediklerini duyamasam da hiç hoşuma gitmeyecek şeyler planladıklarını yüz ifadelerinden anlıyorum. Bu derslerin pek uzun sürmeyeceğini düşünüyorum ama sesimi çıkarmıyorum.
* * *
Üçüncü yüzme hocam daha ilk derste son derece zeki ve insafsız bir hamleyle beni ters köşeye yatırıyor. En zayıf noktamdan yakalıyor beni. Suya gireli henüz yirmi dakika geçmemiş, konu nasıl oraya geliyor şimdi hatırlamıyorum ama bana diyor ki, “2014’de seninle beraber boğazı yüzerek geçeceğiz.” Gülüyorum. Çok ciddi olduğunu söylüyor. Ciddi olduğuna inanıyorum. Söylediği şeyi yapabileceğime ise kesinlikle inanmıyorum.
Tam da kafamın içindeki maymunlarla ilgili yazıyı yazdığım zamanlar. O hafta uzun uzun düşünmüşüm, ilk romanıma başladığım sırada aklımdan neler geçiyordu diye. Beynimin içinde daldan dala atlayan sarhoş maymunların sesinin en güçlü çıktığı zamanlardı. Hep bir ağızdan olmak üzere, özetle şunları söylüyorlardı:
“Roman mı? Yok artık daha neler.”
“Yeteneği geçtim, senin ne gücün, ne de sabrın yeter böyle uzun bir işe. İki hafta sonra pes edersin. Kaybedeceğin zamana yazık.”
“Madem sende öyle bir yetenek vardı, niye şimdiye kadar hiçbir şey yazmadın? Demek ki içinde yok.”
“Bir duyan olsa kıçıyla güler. Kafayı yedi, derler.”
“Hadi diyelim yazdın. Kim basar senin yazdığın romanı? Fotokopi çektirip eşe dosta mı dağıtacaksın?”
Üçüncü yüzme hocam beni köşeye sıkıştırdığının farkında. Nasıl hazırlanacağımızı, ne kadar çok çalışacağımızı anlatıyor. Elbette derhal gaza geliyorum. Yapamayacağımı düşünmek yerine “Acaba yapabilir miyim?” diye düşünmenin daha eğlenceli olacağına karar veriyorum… Hayır, yalan oldu bu, çok daha basit bir şey düşünüyorum aslında. Yapıp yapamayacağıma daha sonra bakarız diyorum kendi kendime. Ve eğlenmeye başlıyorum.
8.
“Hassas duygusal denge: Olumsuz duygulara kapılmaya eğilimlidir, ruh hali ve duygusal durumu daha şiddetli dalgalanmalara açıktır, kendine güveni sarsılabilir.”
9.
Havuzun bir ucunda durup uzaktaki diğer uca bakmak, boş bir defter sayfasına bakmaya benziyor. Bir günüm bir günümü tutmuyor. Bazı günler suyun içerisinde kayarak ilerlediğimi hissediyorum. Ne yerçekimi, ne de sürtünme kuvveti umurumda. Burnumdan çıkan hava kabarcıkları yanağımı yalayarak yüzeye fırlarken geçerken mutluyum. Harika bir his bu. Kafasını hızla giden bir otomobilin camından dışarı çıkarmış köpek kadar mutluyum.
Eğer her şeyin yolunda gittiği o ender günlerden birisiyse yazarken de aynısı oluyor. Kalem kağıdın üzerinde kayarak ilerlerken sözcükler sanki kendi kendine bir araya gelip beynimdeki öyküyü oluşturuyor. Her cümlenin yerli yerine oturduğunu hissediyorum. Nereden geldiğini bilmediğim fikirler çıkıyor kalemin ucundan. Yorgunluktan gözlerim yanmaya başlayana kadar masanın başından kalkmıyorum.
Bunun tam tersi de var. Suyun bataklık gibi beni dibe çektiği berbat günler. Daha havuzun ortasına bile gelmeden nefesimin kesildiği, dakikaların git gide uzadığı günler. Bir önceki antrenmanda ne yaptıysam aynısını yapıyorum ama nedense bu defa olmuyor. İlk on dakikada gücüm tükeniyor. Moralim bozuluyor, keyfim kaçıyor. Boş gözlerle önümdeki kağıda bakıyorum. Kalemi elimde sıktıkça sıkıyorum ama olmuyor işte, aradığım sözcük aklıma gelmiyor, yazdığım cümleyi takip edecek cümleyi bir türlü bulamıyorum. On dakika önce aklıma gelince sevindiğim fikir şimdi gözüme berbat görünüyor, zaten bir önceki sayfa da berbattı, bu paragrafın devamı gelmeyecek, kafamı çıkarıp derin bir nefes almazsam boğulacağım. Boş sayfa bataklık gibi beni dibe çekiyor. Beynimin içindeki sarhoş maymunlar tam da böyle zamanlarda azıyorlar. Masanın başından kalkmak için mazeret bulmak, bir sonraki cümleyi yazmaktan bin kat daha kolay.
Bu sıkıntılı ve verimsiz durumun çok uzadığı da oluyor. Haftalarca, hatta bazen aylarca sürüyor. Sadece benim başıma gelmiyor, tüm yazarların yakalandığı bir hastalık bu. İsmi de “writer’s block”. Kötü bir çeviriyle, yazar tıkanması.
Suda batmak da diyebiliriz.
10.
“Esneklik: Konulara değişik açılardan bakma ve en uygun çözümleri üretme yeteneği vardır.”
11.
Fakat bunlar en uç durumlar. Aşırı mutluluk da, aşırı moral çöküntüsü de insanın sık sık başına gelen haller değil. Yazı hayatı, normalde bu iki ucun arasında, makul inişlerle ve çıkışlarla ilerliyor. Bir sayfayı uçarak yazdıysam, bazen bir sonraki sayfa canımı sıkıyor, sabrımı zorluyor. Bir havuzu mutlu mutlu yüzdüysem, bazen geri dönüşte kulaçlarımı saymaya başlayabiliyorum. Sırf pes etmemeyim diye. Üç kulaç kaldı diyorum içimden, üç kulaç sonra bu sıkıntı bitecek.
Her roman yüzmeyi en baştan öğrenmek gibi. Şu anda beşinci romanımın üzerinde çalışıyorum ve hala korkuyorum. Tek fark, artık daha az paniğe kapılıyorum ve yazarken daha çok eğleniyorum. Öte yandan kendime daha acımasız davranıyorum. Üçüncü yüzme hocam, “Suda kendini kasma, rahat bırak,” diyor. Kafamdaki barikatları yıkmak için adeta bir Soğuk Savaş Dönemi Strateji Uzmanı gibi uğraşıyor benimle. Soğuk olan benim kafamdaki savaş, yüzme hocam değil. O dünyanın en cana yakın insanlarından biri. Tam bir motivasyon bombası. “Kaç havuz yüzdüm diye sayma,” diyor. “Daha sekiz havuz var diye düşünmeye başladığın an tutuluyorsun, çabucak yoruluyorsun. Ama onu kafaya takmazsan açılıyorsun.”
“Daha sekiz havuz mu yüzeceğim yani?” diye isyan ediyorum. Zaten ölmüşüm.
Cevap vermiyor. “Sen tempona konsantre ol,” diyor gülerek. “Suyla savaşma.”
Bu sabah kaç sayfa yazdım, daha kaç sayfa var diye düşünmeye başladığımda nasıl kasıldığımı hatırlıyorum. Nefes almak için yüzümü hocamın durduğu tarafa doğru çevirdiğimde, bana elleriyle kollarıyla işaretler yaparak kendimi rahat bırakmam gerektiğini hatırlatıyor. Dönüşte kafam öteki tarafa çevriliyken sadece bağırdığını duyuyorum.
“Sudayken ne dediğini anlamıyorum,” diyorum durduktan sonra.
“Biliyorum,” diyor, “ama ben bağırınca biraz daha rahat kulaç atıyorsun, hoşuma gidiyor.”
Evet, daha rahat kulaç atıyorum. Çünkü onun sesi, kafamdaki maymunların sesini bastırıyor.
12.
“Merdümgirizlik: Başkalarına karşı fazla düşünceli olmayabilir, dik başlıdır, insanlarda ve fikirlerde hep hataları görür.”
13.
Bulmaca çözmeye meraklı değilseniz ”merdümgiriz“ gibi şahane bir sözcüğü daha önce duymamış olabilirsiniz. Türk Dil Kurumuna göre anlamı, “İnsan içine karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan kimse.” Çok yakın bir arkadaşım bana “mizantrop” dememek için kısaca “mürdüm bey” der, ben de onun sayesinde öğrendim. Anladığım kadarıyla merdümgiriz sayılmak için mutlaka insanlardan nefret etmeniz gerekmiyor. Arada sırada en sevdiklerinizden bile uzaklaşıp biraz nefes almak gereksinimi duyanlardansanız sizi de merdümgirizler familyasına dahil edebiliriz. Hele uçsuz bucaksız bir ormanın ortasında küçük bir kulübede tek başınıza yaşama hayalleri kuruyorsanız, yeriniz garanti.
Arada sırada en sevdiklerimden bile uzaklaşıp biraz nefes almak gereksinimi bana son derece normal geliyor. Ancak aynı şeyi yazmakta olduğum karakterler için hissediyorsam, işte o zaman kafamda alarm zilleri çalmaya başlıyor. Eğer onlardan uzaklaşmaya çalışıyorsam ciddi bir sorun var demektir. Ben kahramanlarımdan bunaldıysam okur nasıl bunalmasın?
Olmaması lazım fakat bazen oluyor böyle şeyler. Yukarıda bahsettiğim o berbat günlerin habercisi bu durum. Sebebi de belli. Ya yazdığım karakter henüz kafamda tam şekillenmemiş, ya da henüz sesini bulamadığım için benim ağzımdan konuşup duruyor. Tam şekillenmemiş karakterler, “tek boyutlu” ya da “karton” diye aşağılanan, dışlanan, sıkıcı karakterlerdir. Nasıl davranacaklarını önceden tahmin edebilirsiniz, asla sizi şaşırtmazlar. Genellikle Dan Brown romanlarında yer alırlar. Yazarın sesinden konuşan karakterler ise henüz kendi kimliklerine kavuşamamış, sadece yazarın bir kopyası olarak var olan şahsiyetsiz tiplerdir. Onlarla çok fazla zaman geçirmeye kalktığınızda doğal olarak bunalırsınız.
Böyle zamanlarda kahramanlarla ilişkimi gözden geçirmem gerekiyor. Eğer aramızdaki buzları eritmezsem yolları ayırmamız gerekebilir.
Üçüncü yüzme hocam her dersin başında oyuncakları havuzun kenarına diziyor. Aslında antrenmanlarda kullanılan teknik ekipmanlar bunlar, ama ben oyuncak diyorum. Ele takılan paletler var, bele takılan paraşütler var, ağırlık yapsın da daha kolay boğulayım diye üzerime üç beden büyük tişörtler var… Güçlenmem içinmiş. Aynı zamanda suyun içinde nasıl hareket ettiğimi daha iyi hissetmem, yanlış bir hareket yapıyorsam farkına varıp düzeltmem, ya da sırf rutinin dışına çıkmam için. Sanırım işe yarıyorlar.
Yazarken tıkandığımda da işe yarayan bir takım oyunlar var.
David Mitchell, kahramanlarıyla sorun yaşadığında onların ağzından kendine mektup yazarmış. Bir seferinde merak edip ben de denedim. Sahiden işe yaradı. 04:00’deki polis hanım, bana kocasıyla ilgili sıkıntılarını anlatan uzun bir mektup yazdı. Ne kadar zor günler geçirdiklerini o sırada öğrendim. Sonuçta anlattıklarının hiç birini romanda kullanmadım ama kurguya doğrudan ilgisi olmayan ayrıntılarla uğraşmak onu daha iyi tanımama yardımcı oldu.
Mektup yazmak sıkıcı geliyorsa (eminim bu yazıyı okuyan genç okurların arasında hayatında hiç mektup yazmamışlar vardır) başka oyunlar kurmak da mümkün. Örneğin, kahraman bankada sıra beklerken önündeki güneş gözlüklü ve pahalı çantalı hanımla kavga edebilir. Ya da otobüste en arka koltukta oturan şu delikanlı, kahramanın çocukluk arkadaşı çıkabilir. Hatta belki bize o yaşlarda nasıl haylazlıklar yaptıklarını, nasıl içtikleri suyun ayrı gitmediğini ama sonra nasıl birbirlerine küsüp bir daha hiç konuşmadıklarını anlatır.
Bunların asıl öykünün parçası olması kesinlikle gerekmiyor. Sadece havuzun kenarına oyuncakları diziyoruz.
14.
“Başarma arzusu: Sözünün geçmesini ister, ilgi çekmek ve tanınmaktan hoşlanır. ”
15.
Buraya kadar okuduktan sonra, “Bize ne senin yüzme antrenmanlarından, biz roman yazmak istiyoruz,” diye bana kızan okurlar olacaktır. Onları üzmemek için kendi tecrübelerimden ufak tefek bir şeyler paylaşacağım kısma geldik. Ama önce bariz olanı tekrarlamakta fayda var: ben bu işin uzmanı değilim, sadece bir önceki otobüsle yola çıkmış yolculardan birisiyim.
* * *
Hayal kurmak faydalıdır.
Ancak hayallerinizi meşhur olmak, paraya para dememek ve haftada üç defa televizyona çıkmak gibi şeyler süslüyorsa, kendinize yazarlık yerine başka bir uğraş seçmeniz hayatınızı büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. Elbette şöhret olmuş yazarlarımız var ama inanın kontenjan çok kısıtlı ve o kulvarda yarışmak için yazmak dışında daha bir sürü şeyle uğraşmanız gerekiyor. Doğru zamanı kollayacaksınız, doğru insanları tanıyacaksınız, güçlü bir ekiple çalışacaksınız, kendinizi görünür kılmaktan ve çok konuşmaktan hiç kaçmayacaksınız… Belki de hepsinden önemlisi, şansın kapınızı çalmasını sabırla bekleyeceksiniz.
Meşhur olmak ve çok para kazanmak yerine, hayalini kurabileceğiniz daha güzel şeyler bulabiliriz.
> Örneğin, elli yıl sonra hala kitapları okunan bir yazar olmanın hayalini kurabilirsiniz.
> Ya da bir kitapçıya girdiğinizde, rafta kendi yazdığınız romanı görmenin,
> Şu anda neye benzediğini bile tam olarak bilmediğiniz romanınıza nasıl şahane bir kapak hazırlanacağının,
> Hiç tanımadığınız bir kişinin kendi isteğiyle yazdıklarınızı okuyacağının, üzerinde düşüneceğinin, belki çok etkileneceğinin, hatta belki bir şekilde size ulaşıp yorumlarını paylaşacağının,
> Elli yıl sonra hala kitapçı rafı diye bir şeyin olacağının,
> Küçük bir olasılık da olsa, bir edebiyat dergisinin sizinle söyleşi yapmak isteyeceğinin, romanınız hakkında çok detaylı sorular soracağının hayalini kurabilirsiniz.
Bilhassa en sonuncusu faydalı bir hayaldir. Kafanızda o hayali sorulara en düzgün cevapları vermeye çalışırken, aslında yazmakta olduğunuz metni daha iyi tanımaya ve sorunlarını görmeye başlarsınız.
Lütfen ilk fırsatta çok şahane bir yazar olduğunuzu düşünüp çevreye sıkıntı vermeyin. Bırakın çok şahane olduğunuzu başkaları düşünsün. Diğer taraftan, yeteneksiz olduğunuz fikrine kapılıp asla yazmaktan vazgeçmeyin. Belki o son öykü gerçekten çok kötüydü ama bir sonra yazacağınızın nasıl olacağını hiç kimse bilmiyor.
Mümkünse karınızın, kocanızın, aile büyüklerinizin ya da çok yakın dostlarınızın romanınızı okuduğunu hayal etmeyin. Gereksiz endişe nöbetlerine kapılırsınız ve hayatınız cehenneme döner.
Neil Gaiman, kendisinden öğüt isteyen bir okuruna şöyle demiş: “Başkaları için yazmıyorsunuz. Yani evet, başkaları okusun diye yazıyorsunuz ama sizi sevsinler diye yazmıyorsunuz. Sadece yazmayı sevdiğiniz için yazın.”
* * *
Kendi adıma, 2014’de Boğaz’ı yüzerek geçmek hayali kurmaya henüz başlamadım. Henüz gerçekçi gelmiyor. Ama onun için hazırlanırcasına çalışmayı kafaya koydum bir kere. O güne kadar da aynı motivasyonla devam etmeyi umuyorum. Şimdilik hayalim, ciğerlerimin patladığını hissetmeden yavaş yavaş otuz-kırk havuz yüzebilmek. Bu da romanın ilk taslağını yazmak gibi bir şey olmalı. Devamını zamanı geldiğinde düşüneceğiz.
Hani derler ya, “Önemli olan vardığın yer değil, yolculuğun kendisidir.” Elbette öyledir ama çoğu insan uzakta varılacak bir nokta belirlemeden yola çıkamaz. Belki cesaret edemez, belki yerinden kalkmaya üşenir. Sonuçta olduğu yerde kalmak için kolayca bir mazeret bulur kendine. Çoğu insan yolda ne kadar iyi vakit geçireceğinin hayalini kurmaz, varacağı yerin hayalini kurar. Bu da çok fena bir şey değildir. Aforizmalara aram kötüdür, o sulara dalmaya hiç niyetim yok. Uzun lafın kısası, Boğaz bahane. Hatta yüzmek de bahane. Gerisi herkesin kendi bileceği iş.
16.
Diyeceksiniz ki, “İyi de yüzmenin hocası var, antrenörü var, takımı var. Yazmanın var mı?”
Aslına bakarsanız var. Özellikle Amerika’da yaratıcı yazarlık eğitimi, ister üniversite seviyesinde olsun, ister kurslar veya atölyeler şeklinde olsun, son derece yaygın. Oradaki kadar fazla seçenek olmasa da, ülkemizde de yaratıcı yazarlık eğitimi veren kurumlar bulmak mümkün. Bunların bazılarında saygın yazarlar ders veriyorlar. Böyle kurslara katılan ve çok memnun kalan arkadaşlarım da oldu. Eğer motivasyona ihtiyacınız varsa, tecrübeli birisinin size yol göstermesini ve yazdıklarınızı okuyup değerlendirmesini istiyorsanız, böyle bir programa katılmanın faydasını görebiliriniz.
Diyeceksiniz ki, “İyi de kursa giderek roman yazmak öğrenilir mi?”
Malum, bu konuda bitmek tükenmek bilmeyen bir tartışma var. Kendi düşüncemi kaba bir matematik hesabıyla açıklayayım: Bana göre yazmak (ve okumak) %25 eğitimle, %25 tecrübeyle geliştirilebilen bir şey. Geriye kalan %50 ise insanın içinde var olan (ya da olmayan) bir yatkınlık, sevgi, yetenek… artık adını ne koymak istiyorsanız o. Ve evet, bence hiç yeteneği olamayan birisine bile ite kaka roman yazdırabilirsiniz. Ortaya çıkacak “şey” berbat bir şey olacaktır, o ayrı.
Diyeceksiniz ki “Yaratıcı yazarlık eğitimi ilgimi çekiyor ancak mevcut programlardan birine katılmaya imkanım yok.”
O zaman sizin için en iyi eğitim kitaplar olacaktır. Yine Amerika’da yaygın olan ve çok şükür henüz ülkemize sıçramamış bir de yaratıcı yazarlık kitapları furyası var. Yemek tarifleri ile kişisel gelişim endüstrisinin yasak ilişkisinden doğmuş gibi duran bu kitaplardan uzak durmanızı tavsiye ederim. Bilhassa kapağında “30 Günde İlk Romanınızı Yazın!!!” gibi şeyler yazıyorsa arkanıza bakmadan kaçınız.
Eğer biraz daha seviyeli kitaplar arıyorsanız Writer’s Digest Books serisine bakabilirsiniz. Böyle kitapların en büyük faydaları kendinizi çok yalnız ve çaresiz hissettiğinizde, sizinle aynı sıkıntıları çeken milyonlarca insan olduğunu hatırlatması. Ve milyonlarca insanın düştüğü en bariz tuzakları göstermesi. Hiç bilmediğiniz bir şehre gittiğinizi düşünün. Turistleri gezdiren otobüslerle şehir turuna çıkabilirsiniz. Elinize bir harita alıp aynı yerleri kendi başınıza dolaşabilirsiniz. Haritayı çöpe atıp ben yolumu kaybola kaybola kendim bulacağım da diyebilirsiniz. Hatta kendi haritanızı kendiniz çizmek de isteyebilirsiniz. Tercih size kalmış.
Yazmaya ilgi duyuyorsanız şiddetle tavsiye edeceğim kitaplar ise şunlar:
> Kahramanın Sonsuz Yolculuğu (The Hero with a Thousand Faces), Joseph Campbell. Malum yazdığımız bütün öyküler binlerce yıl önce zaten anlatılmıştı. O yüzden mitolojiyi bilmekte fayda var. (Kabalcı’dan çıktı.)
> Yazarın Yolculuğu (The Writers Journey), Christopher Vogler. Yukarıdakinin yazarlar için yorumlanmış hali. (Okuyan Us’tan çıktı)
> The Paris Review dergisinde yazarlar ve şairlerle yapılmış bütün söyleşiler. Hepsinden ufak tefek bir şeyler öğrenebilirsiniz. (Bazıları Timaş’tan bir derleme halinde çıktı)
> Bird by Bird, Anne Lamott. Henüz Türkçeye çevrilmemiş. Yazarken bunalıma girip hayata ve kendinize küstüğünüzde, psikolojik destek için başucu kitabı.
> Yazma Sanatı (On Writing), Stephen King. Yazarı hakkında ne düşündüğünüz umurumda değil, bu kitapta anlattıkları çok faydalı. (Altın Kitaplar’dan çıktı)
> Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık (Kurmacanın Bilinen Sırları ve İhlal Edilebilir Kuralları), Murat Gülsoy. (Hem çok başarılı bir yazar, hem de sırf kitabın adı bile tavsiye etmek için yeterli.)
> Lectures on Russian Literature & Lectures on Literature, Vladimir Nabokov. (Üstadın Cornell Üniversitesinde verdiği dersler. İlki daha geçenlerde Türkçeye çevrildi. Her yıl en az bir kere okuyunuz.)
* * *
Yüzmeyi öğrenmek için bir hocanın size nasıl kulaç atılacağını göstermesi yetmiyor. Bol bol kulaç atmanız, çok çalışmanız ve hareketlere alışmanız gerekiyor. Sonra bir nokta geliyor, kolunuzu doğru açıyla kaldırıp kaldırmadığınızı kendi kendinize anlayabiliyorsunuz. Su bir şekilde hissettiriyor size. Eğer bir hata varsa, yüzme hocanız size bağırmadan düzeltiyorsunuz.
Yazmayı öğrenmek için de bol bol kalem oynatmanız, ve daha önemlisi bol bol kitap okumanız gerekiyor. Yazdığınız dile ait bütün yolları, köprüleri, merdivenleri, kestirmeleri, çıkmaz sokakları, sokak çalgıcılarını, aşk sözcüklerini, küfürleri ve duaları okuyarak öğreniyorsunuz. Kurduğunuz bir cümlenin doğru olup olmadığını anlamak için dilbilgisi kitabını açıp kurallara bakmıyorsunuz. Okurken bir terslik olduğunu hissediyorsunuz ve düzeltene kadar tekrar tekrar okuyorsunuz.
Bu yazıda “Acaba saçmalıyor muyum?” diye endişeye kapılmadan yazabildiğim tek şey şu iki sözcük: çok okuyun.
Tutkuyla bağlandığınız yazarlar olsun. Nefret ettiğiniz yazarlar olsun. Deli gibi kıskandığınız yazarlar olsun. En sevdiğiniz romanları ve öyküleri özleyip tekrar okuyun. Berbat romanlar okuyup niye berbat olduklarını düşünün, sonra fazla zaman kaybetmeden başka bir kitaba geçin. Çizgi roman okuyun. Senaryo okuyun. Tiyatro metni okuyun. Şiir okuyun.
17.
Yüzme dersleri almaya da başlayabilirsiniz.
Hikmet Hükümenoğlu
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Yine çok güzel bir yazıydı, özellikle “oyuncaklar”ın çok yararlı olacağını düşünüyorum, kitap tavsiyeleri için de çok teşekkürler:)
Oyuncaklar kısmı bence de sanki işin en eğlenceli yanı :)
içinde deli gibi yazma isteği olup cesaret edemeyenler için oldukça ilham verici.