Hulki Aktunç’un öykülerinde dolaşan kediler
Cumhuriyet Kitap, Varlık ve Özgür Edebiyat dergilerindeki sayfaların yanı sıra Bıçkın ve Orta Halli, Nişantaşı Suare, Her Cumartesi Rüya adlı romanların yazarı İbrahim Yıldırım, 30 yıllık arkadaşı ve her yazdığını okuduğu yazarı Hulki Aktunç’la ilgili bu yazıyı bana göndereli epey oldu aslında. Ama çeşitli sebeplerden yayınlamakta geciktim. 29 Haziran’a yetişseydi şahane olacaktı, olmadı. (Sır Kâtibi, Islıkla Tarihçe, İnsan Aşklarının Külüdür ve Istıraplar Ansiklopedisi’nin, Gidenler Dönmeyenler, Ten ve Gölge, Bir Yer Göstericinin Hayatı ve Bir Çağ Yangını’nın; Erotologya’nın, Aforistika’nın, Büyük Argo Sözlüğü’nün yaratıcısı Hulki Aktunç’u iki yıl önce 29 Haziran günü kaybetmiştik.)
Anlayacağınız, şair ve öykücü Aktunç’un hayatında ve öykülerinde dolaşan kediler Egoist Okur’da da anılmayı epeydir bekliyordu. İbrahim Bey’den özür dileyerek nihayet yayınlıyorum.
Gülenay Börekçi
Türkan Şoray olmayı kim istemez?
Sisip, Uşu ve Hulki Aktunç’un öykülerindeki kediler
Hulki Aktunç, bir reklam ajansında beş yıl birlikte çalıştığım, otuz yıllık arkadaşım ve her yazdığını okuduğum yazarımdı. Bu uzun zaman içinde yüzlerce hüzün ve edebiyat sevinci barındıran öyle çok anı; öyle çok iyilik biriktirdim; öyle çok keşif yapıp onunla öyle çok şey paylaştım ki, yazacakların dergi sayfalarına sığmaz…
Geçen hazirandan bu yana hiç olmazsa bunların bazılarını derleyip toparlamaya çalışıyor, ama istediğim kıvama bir türlü ulaşamıyorum. Bunun bir nedeni sanırım, kendimi henüz anılarımı paylaşmaya hazır hissetmemem; diğeri ise bazı insanlı anıları yazarken, durmadan konu dışına çıkıp oradan buraya atlayıp zıplayıp bazı şeyleri gereksiz yere kurcalamam olmalı… Dolayısıyla, bu yazıda anıların tehlike sınırlarını zorlamayacak ve genellikle Hulki Aktunç’un öykülerinde dolaşan kedilerden söz edeceğim… Genellikle dedim, zira yine de bazı yüzler belirecek yazıda; eğer yan yollara sapmazsam, bu iyi insanların kedisever olmalarına özellikle dikkat edeceğim…
Peki niye kediler?
Açıklayayım: Çünkü ben, Aktunç’un öykülerindeki kedilere yeterince eğilmeden yapılacak okumaların az da olsa eksik kalacağını düşünüyorum. Öte yandan Aktunç’un kedilere bakışının, onun kedilerle giriştiği ilişkilerin, kedili öyküler yazmış ya da kedisever olan bir çok yazardan biraz farklı olduğu kanısındayım. Şöyle ki: O, kedilerin sahip olunan değil, sahip olan canlılar olduğunu düşünen bir yazardı ve bunu öykülerinde ve denemelerinde bir kaç kez dile getirmişti. Bu arada Hulki Aktunç’un öyküleriyle yeni tanışacaklar ya da onun öykülerine yeterince eğilmemiş olanlar için şunu söylemek de gerekir: Aktunç’un kedili öykülerini okurken zihninize dokunacak olan patilerin bazıları yumuşacık, bazıları hırçındır. Dolayısıyla hem okşanmayı, hem de tırmıklanmayı, hatta ürkmeyi- korkmayı göze almalı; avlanmamak için kimi göndermelere dikkat etmelisiniz. Gerçi ben, bazı ipuçları vererek bu konularda -ne biliyorsam- elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağım, ama sizler de gayret etmelisiniz. Okurlara oksijenli su, tentürdiyot, yara bandı önermiyorum, fakat uyarıyorum: Örneğin, Alkarısı İçin Dua’yı okurken çok dikkatli olmalı metinden yara bere alamadan çıkmak için her sözcüğün, her göndermenin üzerinde dikkatle durmalısınız… Hiç kuşkusuz kedilerle hoş beş edip aşna fişneye kalkışanlar; kısacası onlarla adı çıkmış olanlar Aktunç’un kedilerini daha iyi anlayacaklardır.
Bana gelince, yıllar sonra yeniden kediyle yaşamaya başlayan biri olmanın kışkırtıcı olanaklarını, yeni bakış açılarını tabii ki kullanacağım; ancak haddimi aşıp öyküleri çözümlemeye yeltenmeyeceğim. Amacım izlenimlerimi notlar halinde paylaşıp, arkadaşımı o çok sevdiği kedilerle hatırlayıp hatırlatmak.
Evet, yalnızca bu…
(1)
Bu yazıda sözü edilecek olanlar dışında bence, Hulki Aktunç’un iki de muhayyel kedisi vardı. Birini zihninde, ötekini kalbinde taşırdı. Zihnindeki çok meraklı, bir o kadar hınzır, ama çok dürüst bir oyunbazdı; ne kumpas bilir, ne de düzen kurardı. Bu kedi, su mercimeğinden aylandıza – yararlı yararsız, yasaklı yasaksız – bütün bitkileri sever; avlanmayı bekleyen çayır kuşlarına da hınzır kargalara da eşit ilgi gösterirdi. Dahası, akvaryum balıklarının yanı sıra zehirli trakonyaları hiç mızıkçılık yapmadan merak – keşif yolculuğuna dahil ederdi… Kalbindeki kedi ise yufka yürekli yardımsever bir çelebiydi: Hak teslim etmeyi, hak aramayı, üleşmeyi, merhameti ve vefayı; yaşamın, insan olmanın olmazsa olmaz kuralları bellemişti… Onun 7 Mayıs 2011 tarihli son okuduğum yazısı, bu söylediklerime çok iyi bir örnektir; çünkü bu metin, hem onun merakının nerelere değin ulaştığının kanıtlıyor, hem de tırmalayarak hesap soruyordu.
Gencecik Bir Bilim Adamıydı (1) adlı bu yazıda, 2007’de bir uçak kazasında, yirmi yedi yaşında yaşamını yitiren, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken Michael Hamilton Fizik Ödülü’nü alan; tezini İsviçre’de CERN’de yazan, yurt dışındaki fizik kongrelerinde okulunu temsil eden Özgen Berkol Doğan’ı anılıyor; Boğaziçi Üniversitesi’nde adına düzenlenen dans şenliğini duyuruyordu. Yazı şu cümleyle bitiyordu: “O kadar çok şeyi unutuluşun külleri arasına gömüyoruz ki, bu tür ‘vefa’ örnekleriyle karşılaşınca insan şaşırmadan edemiyor.”
Eski zamanlardan bir fotoğraf. Selim İleri, Hulki Aktunç ve İbrahim Yıldırım.
(2)
Günlüklerinde, öykülerinde, şiirlerinde kedilerini var ederek onlara vefa gösteren Hulki Aktunç’un öykülerinde dolaşmaya başlamadan önce şunu da belirtmek istiyorum: Bu notlarda değinilecek kedilerin kimi zaman kıyamet ve ölüm habercileri, kimi zaman ürkütücü etçiller olarak karşınıza çıkmasını yalnızca yazınsal bağlamda ele alın, kesinlikle ön yargılarda bulunmayın ve özellikle Sisip’e ve Uşu’ya dikkat edin. Çünkü bu iki kedinin serüvenleri yalnızca Güz Her Şeyi Bilir’deki Gecesiz ve Uzanmış Bir Adamın Beş Düşüncesi adlı öykülerle sınırlı değildir. Örneğin Sisip, Seyhan Erözçelik’in Semra Aktunç için yazdığı Kedi Falı’ndan sonra eve gelmiş ve tek bir yavru doğurmuştur: Erözçelik’in falının tuttuğunu Güz Her şeyi Bilir’deki Gündelik Söylenceler bölümünde okuyabilirsiniz. Uşu ise Aktunç’a Pustu canımın kedisi diye başlayan Kedi Kitabe’yi yazdırmış, Berna Türemen’e Göğe Ağan Kedi Başı adlı resmi çizdirmiştir. Öte yandan Sisip, Aktunç’a Kedilerin Sonsuzluğu Üzerine (2) adlı denemesinde, Gül Amca öyküsünde ilk kez vurguladığı şu satırları tekrar yazdırmıştır: “19 Kasım 2003’te Sisip öldü. O gün, geçmişte kedilerin Hulki’leri, şimdiyse Sisip’in bir Hulki’si olduğunu anladım.” Kısacası Sisip, Uşu ve diğer kediler Aktunç’un öyküleri ile ebedileşmişlerdir; hem de edebi anlamda…
Bence vefa, tam da böyle bir şeydir.
(3)
Sisip ve Uşu, Güz Her Şeyi Bilir’ deki iki öykünün baskın kişilikleridir. Bu kitap, Bir Yer Göstericinin Hayatı ile birlikte kedilerin adlarıyla karşımıza çıktığı ikinci toplamdır. Ten ve Gölge’de de kediler vardır, ama onların adları yoktur. Son üç öykü kitabındaki kedi yoğunluğuna karşın, Aktunç’un ilk iki öykü kitabı olan Gidenler Dönmeyenler ve Kurtarılmış Haziran’da kediye hiç rastlanmaz. Dikkatimden kaçmadıysa bu iki kitapta kedi sözcük olarak bile yer almaz… Kedilerle birçokkedisever yazardan çok daha fazla haşır neşir olan, Kedilerin Sonsuzluğu Üzerine adlı yazısında yaşamı boyunca hep kedileri olduğunu belirten Aktunç’un kalemini gençlik döneminde kedilerden uzak tutmasının nedenini bilmiyorum, ama şöyle düşünüyorum: Yazar, büyük olasılıkla bu kitaplardaki öyküleri yazdığı sırada, kedi acıları ya da kedilerden kaynaklanan acıları henüz yaşamamıştı.
(4)
Ten ve Gölge’deki dört öyküde kedi gölgeleri, kedi sesleri yazıya usulca sızmaya başlar. Ancak, bu kediler, yazının sahibi değildirler; yalnızca sağı solu usulca yoklamak için kafalarını, patilerini uzatıp tehlike var mı yok mu diye bakınıp bazı göndermelerle ve bir iki cümleyle kendilerine usul usul yer açmaya çalışırlar: Sanki birer haberci gibidirler. Dahası hırçın biraz da ürkütücü kedilerdir bunlar. Yapılan benzetmeler ya da onlara yüklenen görevler dikkatlice irdelendiğinde karanlık yanlarının ağır basmış olduğu hemen anlaşılır… Örneğin Madam adlı öyküde, “kedilerin seslerinin bile dindiği gece ıssızlığında” duyulan canhıraş yakınmalar; kedi kadar büyümüş bir “laf ebesi böcekle” ilişkilendirilmiştir… Elindeki rakı bardağını düşürdükten sonra sesi giderek azalan babayı ve onu izleyen oğlunu anlatan At Kestaneleri Düşüyordu’da ise yere düşen kestaneler, sağa sola koşuşan haberci kediler gibidir. Öykü şu cümlelerle biter: “At kestaneleri düşmüştü./ Patlamış ve kedilerle birlikte koşuşmuştu./ Belleğim, sus da yardım et bana diye inlemeye başlamıştım o sıra.”
Bence bu öykü, Güz Her Şeyi Bilir’deki Gecesiz’in, yani öykü kahramanı Uşu’nun habercisidir ve onunla birlikte okunmalıdır. Şu satırlar o öyküden: “ – Uşu, karadutun dibindeki babama koşmuş, telaşla kokluyordu. Dönüp bize bakıyor < kulakları bıyıkları burnu ( burnu,) telaşlı,> bana bakıyor, koklayıp duruyordu. Bunu beklememişti. < Şaşkın burnunu Uşu’nun beklememiştim, kasılıp kalmıştım taş gibi,>”
Beklenmeyen eylemin ve taş gibi kasılıp kalmanın Uşu’nun babayı koklaması ile ilgili olduğunu düşünüyor; yanıldığımı sanmıyor ve bunu dışarıdan bir kediye giderek şöyle açıklıyorum: 2007 yılında Hürriyet gazetesinde yayınlanan Medyum Kedi başlıklı haberde Amerika’da Oscar adlı iki yaşındaki bir kedinin ölüm habercisi olduğu duyurulmuştu. Üç yıl sonra CNN’ de ölümü koklayan kedi başlığıyla Oscar’dan bir kez daha söz edilmiş, onun bir kitabın konusu olduğu haberi verilmişti.
Kedilerin, “ölümü yaklaşan insanları koklaması” bilgisinin 1985’ te yayınlanan Ten ve Gölge’de verilmesi Hulki Aktunç’un ilgi alanlarının ne kadar geniş olduğunu bilenler için şaşırtıcı olmamalı.
(5)
Ten ve Gölge’nin Algılar Efendisi bölümünde yer alan Alkarısı İçin Dua başlıklı metinde ise hastanenin hilkat garibesi doğuranlar bölümünün koridorlarında kediler dolaşır. Hastanenin karşısındaki gömütlükten her gece yeniden ağan ( zuhur anlamında) ikizlerden birinin görevi kedileri kovalamaktır. Göbeğine kadar inen kırçıl sakalı olanı ise elinde gergedan zekeriyle dolaşıp yepyeni bir dua okur… Bu çetin metni anlamak için, okurun öncelikle Alkarısı söylencelerini okuması, bu yaratığın loğusalara neler yaptığını bilmesi gerekir. İsteyen şeytandan çocuklar doğuran Lilith’le de ilgilenebilir. Çünkü efsanelere göre ikisi de şeytanın kadınlarıdır. Aktunç’un metnin dua bölümünde Alkarısı’nın şeytanın iki teyzesinden biri olduğunu söyler. Bu öyküyü çok daha iyi kavramak için metindeki bazı rakamlara da dikkat edilmelidir. Örneğin iki yüz seksen üç ve bin iki yüz seksen üç, otuz üç bin.
Bu sayıları ve diğer göndermeleri kurcalamayı eleştirmenlere bırakıyor ve onlara bu öyküyü okurken Jammes Tissot’un Kabil’in Habil’i Ölüme Götürüşü adlı resmine göz atmalarını öneriyorum…
(6)
Ten ve Gölge’deki kedilerin dolaştığı bir başka öykü de Lodos Düğünü’dür. Gerçi bu öyküdeki kedi ya da kediler oldukça siliktir, ama yine de önemsenmesi gerekir. Çünkü Selim İleri ile birlikte 1985 yılında Hulki Aktunç’la Gösteri dergisinde (3) Ten ve Gölge üzerine yaptığımız söyleşide, Aktunç’un kimi öykülerinde karşımıza çıktığı için hikâye meleği olduğunu öne sürdüğüm İsrafil Tayfa bu öykünün baş kişisidir ve bence bu melek, kendi kıyametinin borusunu üflemeye şu satırlarla hazırlanır: “Tayfa, kedi gibi mırıldanıyordu. / Anacığım, anacağımız yalnız sen anlarsın beni.” Bu yakınmadan birazsonra, daha doğrusu bir kedinin içki masasından düşen turpu yalamasının hemen ardından deniz azmaya başlar, yıkılması tebliğ edilen baraka, iskele ve tekne kendiliğinden yok olur: “Yaz sonlarının bağışlamaz lodosu. Halatları koparan, tekneleri batıran, parçalayan Lodos. İskele yıkan, kıyı göçüren lodos./ Uğulduyor. Vuruyor./ Üç adam, hayatlarında ilk kez lodosa karşı davranmıyor, ağızlarındaki şarap tadını yutkunarak tekne çatırtılarını dinliyorlar.
(7)
Ten ve Gölge’deki öykülere sızan adsız kediler için bu denli abartılı yorumlar yapmam ve onları bu denli önemsemem bazı okurları şaşırtmış olabilir. Hatta Aktunç’un öykülerini ilk kez okuyacak olanlar, bu kitaptaki kedilerin varlık nedenlerini sorgulayabilirler. Sorgulasınlar da! Çünkü böylece kuşatıcı ve bütünsel bir okumaya kapı aralamış, Bir Yer Göstericinin Hayatı’ndaki kedilere ve Güz Her Şeyi Bilir’deki Sisip’e – Uşu’ya kendilerini hazırlamış olurlar.
Hiç kuşkusuz, bu iki kediyi anlamak için onların yazınsal kişilik oldukları öyküleri okumak -tabii ki en iyi yoldur- ancak yeterli değildir. Dolayısıyla Sisip İçin Kedi Falı’na, Uşu için ise Aktunç’un Borges’in Düşssel Varlıklar Kitabı’ (4) na yazdığı Zeyl’e mutlaka göz atmak gerekir: Varlık’ın Eylül 1992 tarihli sayısında da yayımlanan bu metin, Uşu’nun kahvaltı artığı zeytin çekirdeklerine düşkünlüğünü ve düşlerinde gördüğü köpeklerden ( bunlardan biri de uçan köpek ya da Bizans Köpeği’dir) korkup bir zeytin ağacına çıkmasını anlatır ve şöyle biter: “Köpekli düşlerle çekirdekli gerçek arasında bir bağ yaratıyordu. Karartılmış çekirdeğin dille sınanması. Kaçtığı ağaç, çekirdekteydi.Hane halkına öfkelenip kaçtığı eski kapılar, mezarı da oldu onun. Uşu’yu küçük bir törenle gömdüm… O kapıların durduğu yere. Gazi zeytin ağacına gelince: O da sarardı. Kesildi. Sobada, en eski yağın alevli dillerini çıkar çıkara kül oldu.”
(8)
Hulki Aktunç’un, Kedilerin Sonsuzluğu Üzerine adlı yazısında, “iyi bir kedi adında mutlaka S olmalıdır, ya da S ile akraba bir harf” demesi, ebedi ve edebi olana bir gönderme olduğu kadar kedilerin yok olmayacağını imlemektedir. Bu yorumum kimilerini biraz şaşırtacak olsa da ben içtenlikle inanıyorum. Hatta şu sıralar kedilerin yeniden ortaya çıkıp, herhangi bir yerde – hatta bir fotoğrafta bile- kendilerini gösterebilecekleri kanısındayım ya da sanıyorum.
Bu görüşümü, bu yazı dolayısıyla üstü açılan çok eski anıya, az önce sözünü ettiğim Ten ve Gölge söyleşine değinerek tartışmak istiyorum: Gösteri dergisinin Cemal Nadir Sokak’taki ofisinde – büyük olasılıkla Doğan Hızlan’ın odasında- yapılan konuşma sırasında çekilen; Hulki Aktunç, Selim İleri ve benim yer aldığım fotoğrafta bence bir de kedi var: Tam arkamda duruyor, başını kaldırmış bakınıyor. Bence demenin nedeni, 1985 yılının sıcak mayıs öğleninde o odada kedi olup olmadığını hatırlamamam ve kedinin fotoğrafa sonradan girmiş olabileceğini düşünmemdir… Belki o, yalnızca iri ve beyaz bir leke, belki açık kalmış kalınca bir kitabın buruşuk sayfaları! Ama her ne olursa olsun büyüteçle baktığımda o görüntünün kedi olduğuna inanıyor , kendimi ikna ediyorum. Bu konuda görüşlerine başvurduğum kişiler, benimle pek aynı fikirde değiller: Bazıları beni kırmamak için belki demekle yetindi; bazıları ise yalnızca sen daha iyi bilirsin, biz orada yoktuk diye çerçeve dışına çıkmayı yeğledi… Geçen yıl Ankara’dan bir kedi getirip bize bırakan oğlum, İstanbul’da olsaydı ona da sorardım, belki o bambaşka bir yorum yapardı. Kim ne derse desin, bence o fotoğraftaki beyaz leke – bu yazının gereği olarak- muhayyel de olsa bir kedi.
Böyle düşünmemin bir nedeni de klavyenin üzerinde dolaşmayı çok seven, dolayısıyla bilgisayar ekranında upuzun sözcüklerin çıkmasına neden olan, balkondaki kumruları avlamak için binlerce desise kuran evimin yeni sahibi olmalı! Bu sözcük oyunbazına, yavruyken arka ayaklarından birinin aksaması nedeniyle -oğlum tarafından- Aşil adıuygun bulunmuş. Şimdi aksamıyor deli gibi koşuyor. Onu tedavi edip aşılarını yapan işgüzar veterinerin kimlik kitapçığına adını “Achil” diye yazması beni biraz öfkelendiriyorsa da pek aldırmıyorum, çünkü adında – söyleyiş bakımından- S’ye çok yakın akraba olan Ş’yi taşımasından memnunum.
Aşil, benim elli yılı aşkın süre sonra sahip olduğum ( ya da sahibim olan ) ikinci kedi. İlki, çocukluğumun bahçeli dönemlerinde yanımızdaki evin kafesteki kanaryasını yemiş, güya iyi komşumuz olan nobran herif tarafından gözümün önünde kadim avcılığı hiçe sayılarak hırpalanmış ve onun, yalnız beni değil, bütün sokağı terk edip, kayıplara karışmasına neden olmuştu. Bunu anlattım. Zira ilk kedimin, Ankara sokaklarından kurtarılıp yeniden bana geldiği kanısındayım. Dahası Gösteri dergisinde çekilen fotoğrafa Uşu’yu ya da Sisip’i çağıran da o olmalı.
Böyle düşünüyorum ve aksinin kanıtlanacağını hiç sanmıyorum.
(9)
Bir Yer Göstericinin Hayatı’ ndaki kediler, Ten ve Gölge’ye göre oldukça oyunbaz ve neşelidir ve Pinilupi Sara adlı öyküdeki şu sözler ilk hınzır adımlardır: “Bütün kediler ki yalnız insanoğluna miyavlar, Pinilupi Sara için ayrı bir dil peylemiş deniyor.” Aktunç, 2006yılında Sisip’i anarken de bu saptamayı yineleyecektir: “Kedilerin, yalnıza insan adlı canlıya miyay dediğini öğrendiğimde pek şaşırmamıştım.”
Biz de Aktunç’un bu kitabındaki kedilerin beklenmedik bir anda ya ansızın belirivermesine şaşırmamalıyız, çünkü bu hınzırlar canları istediğinde karşımıza çıkıp oyunlar oynar. Örneğin, Yek Yek Oynayanlar’da vitrindeki kedi, bir sürpriz gibi öyküye dahil oluverir: Tasmalı bir tekirdir bu; anlatıcı cama tık tık vurduğunda asılı duran dansöz giysisine pençe atar, bütün pullar deniz gibi dalgalanır. Bu öyküyü okuyanlar, büyük olasılıkla tekir kedinin, iki sayfa sonra Almanların Glück dedikleri Yek Yek oyununda kullanılan zarlarının peşine -kısacık bir vurguyla- düşmesine şaşırmışlardır. Ben de şaşırmış ve öyküyü baştan okumuş, bununla da yetinmemiş, pek ilgi kuramama karşın, bu öyküdeki “Seni seçmiştim artık. Hikâyeni seçmiş oldum böylece” göndermesini dikkate alarak Ten ve Gölge’deki Adını Yok Eden Hikâye’yi bir kez da okumuştum. Merak eden okur da bu öyküye bir göz atsın, ama kediye rastlamayacağını bilerek. Fakat kim bilir, belki o öyküde de satırların arasına pusmuş bir kedi vardır!
(10)
Bir Yer Göstericinin Hayatı’nın önemli özelliği, ilk kez bir kedinin , öykünün sahibi olmasıdır, hem de adıyla: Sonuncu Paskal – İkinci Dereceden Tarihi Bir Şeytan adlı bu öyküde, doğrusu Şeytan adlı kedi mi Fehmi Paskal’dır; yoksa Fehmi Paskal mı Şeytan adlı kedidir, pek anlaşılmaz. Ama şu çok iyi anlaşılır; Fehmi efendi, Şeyülbeled Paşasının verdiği Paskal soyadının kimse tarafından alınamayacağı kanısındadır. Tarihi eser olduğu için el konulmak istenen evlerini de kimseye vermek niyetinde değildir. Bu arada genç okur, Paskal’ın ne anlama geldiğini araştırmalıdır. Yaşlılar ve orta yaşlılar zaten Paskal’ın pantomim oyunlarının yüzü boyalı palyaçosu olduğunu bilirler; fakat onlar da şunu unutulmamalıdır: Şeyhülbeled Paşa -şimdiki adıyla belediye başkanı- tarafından verilen bu soyadı, palyaçodan çok maskara çağrışımlıdır.
Bir Yer Göstericinin Hayatı’nda yer alan kediler oyunbazdır, hınzırdır, neşelidir ama hüzün daima eşiktedir: İnce İnce Haller adlı öyküdeki hiç unutmadığım şu sözler, hem Sisip’e ve Uşu’ya bir selam gibidir: “Tırnağı avucumda bir kedi. Kalbim göğsümde bir kedi.”
(11)
Kedilerin Sonsuzluğu Üzerine adlı yazısında Sisip’in ölümü üzerine, “şimdiyse Sisip’in bir Hulki’si olduğunu anladım” diyen Aktunç, aslında bunu Sisip sağken de vurgulamıştır: Aktunç, kitaplarına girmeyen ve son öykülerinden biri olan, ancak Öykü 2000 (5) adlı kitaptan okunabilecek Gül Amca’ öyküsünde şunları söyler: “Gül Amca’nın bir kedisi, Kedisinin de bir Gül Amca’sı olduğunu unutmayalım bu arada”
Bence, tek başına rakı içmek güç olduğu için, bu eylemi kedisi eşliğinde yapan Gül Amca Aktunç’un ta kendisidir. Kedinin adı ise Sisip’tir.
Öte yandan Sisip, Hulki Aktunç’un sahibi ya da kedisi olduğuna göre, Uzanmış Bir Adamın Beş Düşüncesi’nde bahçesindeki yabankirazının köklenmesini…ve rakı kadehlerinin limonata bardağına dönüşmesini yorumlayıp yarı uykulu düşler ve düşünceler arasında dolaşan kişi de Hulki Aktunç’tur. Dahası bu öykü, Salyangozlu Ev’in yazarına ithaf edilmiştir. O yazar Semra Aktunç’tur.
Notları, Güz Her Şeyi Bilir’de başka kediler olduğunu da söyleyerek bitirmek istiyorum. Bunlara en iyi örnek Hayalifener’de, hırsızlar tarafından suç aleti olarak kullanılan sokak kedilerdir ki şöyle anlatılmıştır:
“Halı asılmış pencere balkon kolluyo bunnar, buluyorlar bir sokak kedisi, çok! atıyolar halıya, hop, düşüyo halı can havlinde kediyle biyol aşşaya,lap! Sen sağ ben selamet!”
“Kedi ölmesin!”
Ek 1:
Notlara başlamadan önce yazımda bazı insan yüzlerinin de belireceğini söylemiştim. Sanırım kediler buna pek izin vermediler. Onlarla ilgili değinmeler bittiğine göre şimdi bazı insanları anabiliriz: Hulki Aktunç’la birlikte çalıştığım Cağaloğlu’ndaki reklam ajansına çok gelen giden olurdu. Bu insanların hepsinin kedisever olduğunu söylemek doğru olur mu; bilmiyorum, ama şunu çok iyi biliyorum: Hepsi de yazdıklarında öyle ya da böyle kedilerden söz etmişlerdir, örneğin Selim İleri’nin Anılar: Issız ve Yağmurlu adlı kitabında sözünü ettiği, kör kediyi besleyen merhametli kedisi hep aklımdadır. Necati Tosuner’in kısa pantolonlu öyküm dediği Bir Kediyi Düşünmek de öyle… Ben görmedim ama Güven Turan da mutlaka Aktunç’a uğrayanlardan olmalı… Bir kış günü ise grafik bölümüne uzanan koridorda kırılgan bir gölge görüp ardından seğirtmiş, ama yetişememiş, asansöre binip gitmesine yazıklanmıştım. O gölge Tomris Uyar’dı… Tabii ki Sisip öldüğünde, Hulki Aktunç ile evi terk edip upuzun ve suskun bir yürüyüşe çıkan Semra Aktunç da gelirdi reklam ajansına…
Ek 2:
Benim odam, Hulki Aktunç’un odasıyla bitişikti. Orada bir yıl süreye Yıldırım Türker’le, birkaç ay da Semih Kaplanoğlu’yla oturdum; diğer zamanlar hep yalnızdım. Kedisi Leyla’ya tutkun olan Yıldırım Türker’in de geleni gideni olurdu ve çoğu da Ankaralı kediseverdi: Füsun Akatlı, Cüneyt Çalışkur, Lale Müldür, Murathan Mungan… Galiba aralarında bir de İstanbullu vardı: Bilge Karasu’nun zeytin yiyen kedisi Bibik’e –zaten- şaşırmaması gereken Fatih Özgüven… (7)
Böyle dedim çünkü Aşil, sabah kahvaltısını zeytin peynir ve reçelle yapıyor. Onun bu tuhaflığına hiç şaşırmıyorum… Çünkü sarhoş kedi görmüşlüğüm bile var. Sırası geldiğine göre anlatayım, böylece bu yazı kedilerle bitsin: Hulki Aktunç ile bazı öğlenler Sirkeci’ye uzanır Melih Cevdet’in de uğradığı söylenen (fakat benim hiç rastlamadığım) yanmış yağ ve anason kokan bir meyhanede içerdik. Burası Hoca Paşa Vergi Dairesi’ nin bulunduğu yolun üzerindeki döküntü bir binanın ikinci katındaydı… ve burada, bıyıkları tütün zifiriyle kınalanmış, bakışları anzarottan kaymış iyi insanlardan oluşmuş ihvan dahil her şey kirliydi: Bardaklar bulanık, melamin tabaklar çizik çizikti, sararmıştı. Ama ne gam, zaten yemek yediğimiz yoktu. Bardakları ise cebimizdeki kağıt mendillerle silebilirdik. Yemek olarak, çoğunlukla çuşka biberiyle tatlandırdıklarını söyledikleri kapuska ve nohut olurdu. Bize ekmeği iyice abartılmış köfte kızartılardı, çoğunu kedilere verirdik. Evet, ortalıkta üç kedi dolaşırdı. Bir keresinde bunların, içine sulandırılmış rakı konan tasın başına üşüşüp, hep birlikte dillerini uzatıp itişip kakışmadan şıpırdamalarını şaşırmadan izlemiştim. Kediler tas boşalınca bir köşeye çekilip hep birlikte insanlara miyavlayıp sızmışlardı. Hayvan hakları savunucuları kızacak, ama gerçek buydu: Kediler meyhanenin asıl sahipleriydi: Üstelik onlar, Sirkeci ihvanının makamına kurulmuşlardı… Kim söyleyebilir postu ve dostu bilmediklerini!
İbrahim Yıldırım, Varlık Dergisi, Haziran 2012
(1) Cumhuriyet gazetesi, 7 Mayıs 2011 (2) Kitap- lık dergisi, Temmuz- Ağustos 2006, sayı 96 (3) Gösteri dergisi, Mayıs 1985, sayı 54 (4) Mitos Yayınları, 1992 (5) Gendaş Kültür, E dergisinin ücretsiz eki (6) Doğan Kitap, 2002 (7) Notos dergisi, Şubat-Mart 2012, sayı
Subscribe
0 Comments