“İlk yaradır en sağlamı, kalbe paslı çiviyle çakılanı…”
“Yirmi beşinde, otuz beşinde, kırk beşinde ve elli beşinde, hep bu merdivenlerdeki haline benzeyeceksin. İlk yaradır çünkü en sağlamı, kalbe paslı çiviyle çakılanı. İlk yarandır seni büyüten. İnsan nasıl benzerse ellerinde büyüdüğü annesine, sen de yarana benzeyecek; ne zaman kalbin kırılsa, bu merdivenlere geri döneceksin.”
Unutma Beni Apartmanı, Rüyalar Anlatılmaz ve Saklı Bahçeler Haritası adlı romanların yazarı Nermin Yıldırım geç keşfettiğim müthiş bir kalem. Bir süredir Ot Dergi’de çok güzel yazılar yazıyor. muhtemelen siz de okumuşsunuzdur. Bu yazı da onlardan biri. Okuyunca, güzel şarkılar yapmaktan çoktan vazgeçen Cat Stevens’ın bir şarkısı geldi aklıma. “First cut is the deepest” der ya o şarkıda Stevens, Nermin’in yazısı o ilk kesiğin neden hep en çok acıyacak olan kesik olduğunu anlatıyor işte. Gözlerim dolu dolu okudum ve okumayanlar da okusun istedim. Çok güzel yazı çok…
İlk Yara
İki sene önceydi. Pencerelerden içeri sarkan kiraz mevsiminin, kalplerdeki kasveti usulca süpürdüğü sıcacık günlerden biri…
Barselona’da, Clot metrosunda görmüştüm onu. Çok çok on beşindeydi. Merdivenlere çökmüş, kumral başını ellerinin arasına almış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Gezegenimiz sakinlerinin, başkalarının yanında gözyaşı dökmekten utanmayı çoktan öğrendiği bir yaştaydı. Herhalde normalde en fazla gözlerinin dolmasına izin verir, onu da kimselere göstermeden usulca kolunun yenine silerdi. Bu kez öyle yapmamıştı ama. Dünyanın geri kalanına boş vermiş, acısını yetişkinlerin uzanabileceği yerlerde çekmekten çekinmemişti.
Her şeyin sonu gelmiş gibi ağlıyordu. Kıyamet kopmuş gibi. Öyle bir felaket gelmişti ki başına, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı sanki…
Boğazından yükselen feryat figan hırıltıları duyar duymaz anlamıştım; az evvel, feci, çok feci bir haber almıştı. Galiba en fecisini… Birini bir daha asla göremeyeceğini öğrenmiş; kolu kanadı kırılınca, bulunduğu yere çöküvermişti. Belli ki uğursuz bir telefonla gelen o ölüm haberi, kime aitti acaba? Kim bırakıp gitmişti onu aniden; babası mı, yoksa anneciği mi?
Bacaklarım titreyerek yanına gittim. Usulca merdivenin kıyısına iliştim. Bir insan sıcaklığı yaymaktan başkaca faydam olamazdı, biliyordum. Bu yüzden, elimi, titreyen incecik omzuna koydum ve yapacak daha iyi bir şey bulamayıp öylece sustum.
Acıyor değil mi? Bilirim, çok acır. Ağla. Kalbinde açılan yarayı gözyaşlarınla sula. Onları hep bugünler için saklamadık mı?
Omzundaki elimi yadırgamadı. Sadece kısacık bir an için, kan çanağına dönmüş gözlerini kaldırıp, hakikaten anlayıp anlamadığımı sorar gibi, çarnaçar, yüzüme baktı.
Anlıyorum elbet. Hepimiz çünkü, kaybetmek için geldik bu metruk dünyaya. Kadim kaide belli; sevdiğimiz herkes, bir bir bırakıp gidecek bizi. Biz de eninde sonunda bizi sevenleri. Bütün hikâyeler aynı bitiyor bu hazin boşlukta…
Kısa süre sonra etrafımız kalabalıklaştı. Sahilden dönen şıpıdık terlikliler, pazara giden ondülalı teyzeler, küflenmiş ekmeğe toplanan karıncalar gibi, yavaş yavaş çevremizi sardı. Sakınmadan akıtılan gözyaşı hepsini şaşırtmıştı. Sebebi hikmetinde herkes hemfikir olacak ki “biri mi ölmüş” diye başlayan buğulu fısıltılar, dalga dalga yayılıp, istasyonun kirli duvarlarında gürültüyle parçalandı.
“Neyin var oğlum?” dedi, elinde file torbasıyla pazara giden meraklı teyze. Ne de olsa dile gelmemiş hiçbir şey, henüz gerçek sayılmazdı.
Delikanlı, o güzelim kumral başını kaldırdı, bir şey söylemek ister gibi güçlükle ağzını açtı. Fakat oradan manaya bürünmüş derli toplu bir ses çıkarması mümkün olmadı. Yeniden sakladı başını ellerinin arasına; bu kez daha yüksek perdeden hıçkırmaya başladı. Bazı acıların çünkü, cümlesi olmaz. Sözlükler, kimi manaların yükünü kaldıramaz.
Parmaklarımı omzuna bastırdım. Hani çok karnınız ağrıdığında ellerinizle bastırırsınız ya kasıklarınıza, sancıyı geçirmez ama olduğu yere hapseder; sinsice yürüyüp bütün vücudunuzu sarmasını engeller. Öyle bastırdım. Dudaklarım mühürlenmiş gibi sımsıkı kapalı, parmaklarımla anlatmaya çalıştım.
Sen artık eski sen değilsin. Her kayıptan sonra değişir insan. Fakat göğsü sancıyla şişen yaralı atlar gibi, soluk alıp vermeye devam edeceksin. Hayatta kalmaya hazırlan.
Fileli teyze, “Ne oldu?” diye ısrar etti. İlle de öğrenecek. Hakikat dile düşmedikçe, matem elbisesi zinhar dikilmeyecek.
Delikanlı, zar zor gücünü topladı. Belki de içini kaplayan zehri dışarı akıtmayı denerse hafifleyeceğini sandı. Mucizevi bir çare bulacağını, kurtulacağını… Derin bir nefes aldı ve kalbini dağlayan ateşi usulca üfler gibi, kırık dökük mırıldandı: “Gitti, beni terk etti. Sevmiyor artık beni.”
Etrafımızdaki minik kalabalıkta müstehzi bir dalgalanma oldu. Yaşını başını almış, çaresizliğin her demini tatmış olanlar, bu da bir şey mi dercesine bıyık altından güldü. Ben dahil herkes, aynı şeyi düşündü galiba: “Ah, aşk acısıymış! Aman be çocuk, ölüm olmasın da…”
“Kendini üzdüğüne değmez be oğlum. Geçer” diye teselli verdi, fileli teyze. Elimi yeniden omzuna bastırıp “geçecek” dedim usulca ben de. On beşlik delikanlı, o metro istasyonunda elli yıl birden ihtiyarlamış bakışlarını, incecik bir sitemle gözlerime daldırdı. Omzunu elimden sakınmadığı halde, hâlâ böyle konuşabildiğim için, bana dargındı. Kırgın gözlerinden bir sis bulutu misali paramparça geçenleri okuyunca anladım; gücenmekte sonuna kadar haklıydı.
Kalbine lanetli bir nakış gibi oyulan acısını küçümsemiştik. Yarasını açıp gösterdiğinde, üstelik belki de ilk derin yarasını; “bundan büyükleri de var” tesellisi vermiş, her kalbin kendi yarasında teklediğini bilmezden gelmiştik. Biz, merdiven korkulukları, ilk yaramızı hatırlayamayacak kadar büyümüştük demek. Ayrılıkların ölümlere benzediğini unutacak kadar uzun süredir de âşık değildik. Ve ölümden öyle çok korkuyorduk ki, utanmasak, hayatta olmayı yaşamak için kâfi sebep görecektik.
İnsanın neresi sancıyorsa kalbi orada atarmış. Sancıyan kalbiyse peki? Duracak gibi oluyor değil mi? Unutmuşuz demek; affet. Büyüdükçe böyle oluyor insan. Ölümle kıyaslıyor hayattaki her şeyi ve ölülerin yasını tutuyor sadece. Tutmayı beceremiyor yasını, bitmek bilmeyen kendi hayatının bile.
Bundan sonra olacakları biliyordum aslında. Fakat kendime sakladım. Hem mahcuptum ona karşı, hem de zaten delikanlı, mebzul miktarda kara haber almıştı. Bir yarayı üflemeyi bilmeyen için, en iyisi onu kendi kabuğuna bırakmaktı.
Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Ben de artık omzunda elimi istemediğini hissedip kalktım yerimden. Biz gittik; o, merdivenlerde kaldı.
Anası babası ölmemiş; çok yaşasınlar. O da yaşayacak, kim bilir kaç uzun, kaç katlanılmaz yıl daha. Kalbinde, hâlâ hayatta olan birinden kalmış derin bir ölüm acısıyla… Ne zaman içinde bir yerde sebebini arayan bir boşluk sancısa, o merdivenleri ve “geçer” diyen sesimizi hatırlayacak. Yoklayacak on beş yaşında takılmış yorgun yüreğini, geçmemiş olacak.
Yirmi beşinde, otuz beşinde, kırk beşinde ve elli beşinde, hep bu merdivenlerdeki haline benzeyeceksin. İlk yaradır çünkü en sağlamı, kalbe paslı çiviyle çakılanı. İlk yarandır seni büyüten. İnsan nasıl benzerse ellerinde büyüdüğü annesine, sen de yarana benzeyecek; ne zaman kalbin kırılsa, bu merdivenlere geri döneceksin.
Aynı dala tünemiş iki körpe kirazın ayrı düştüğü o kiraz mevsiminin üzerinden iki yıl geçti. Kirazlardan birinin merdivenlere düşüşünün üzerinden iki sene. Her şeyi unutan ben, unutamadım onu nedense. Bir kabahat gibi hatırlıyorum hâlâ. Biz gittik; o, merdivenlerde kaldı. Biz gittik; o, merdivenlerde…
Nermin Yıldırım
Subscribe
0 Comments
oldest