Egoist okur

Geoff Dyer: “Her seyredişte bana harikulâde gelen o film…”

Kimilerinin “yaşayan en iyi İngiliz romancısı olmaya aday” dediği bol ödüllü yazar Geoff Dyer, Zona adını taşıyan yeni kitabında Andrey Tarkovski’nin 1979 tarihli başyapıtı Stalker’ı analiz ediyor. Konunun ilgimi çekmesinin sebebini beni tanıyan herkes anlamıştır: Dyer’la ortak bir noktamız var; Tarkovski ikimizin de en sevdiği yönetmen, Stalker’sa saplantıyla sevdiğimiz film…

Dyer kitapta Tarkovski’nin çocukluk yıllarından, sinemanın gücünden, yönetmenin bir vakitler kaybettiği bir “çanta”dan ve bizzat Stalker filminin prdodüksiyon sürecinden bahsediyor. Zaten kitabın alt başlığı, “Bir Odaya Yolculuğu Anlatan Filme Dair Bir Kitap”. Ben de bu vesileyle kıskançlık hislerimi bastırıp Dyer’ın Zona’yla ilgili verdiği çeşitli röportajlardan birkaç parça almaya karar verdim…

Okuyalım. Ve moronsu aksiyonlarla sıkıcı sanat filmleri arasındaki ilişkiyi düyünürken Tarkovski’yi ikisinden de ayrı ve sihirli yapan şeyi bulmaya çalışmayalım. Onu sadece hissedelim…

Gülenay Börekçi

stalker tarkovsky geoff dyer egoistokur

“Stalker… her seyredişte bana harikulâde gelen o film.”

Stalker’ı kaç kez seyrettiniz? Bir keresinde her seyrediş için bir bölüm yazmak istediğinizi söylemişsiniz…

Defalarca seyrettim. Sonunda öyle bir noktaya geldim ki film bilgisayarımda hep açık kalıyordu. Yanlış bir şey yazmamalı, her şeyi tam olarak bilmeliydim. Film zaten belirsizliklerle dolu. Zone adı verilen yerde neler olup bittiğini çözmek güç, filminse “Az önce şu dalda gördüğüm kuş bir sonraki sekansta nereye gitti?” diye defalarca araştırmak zorunda kaldığım sahneleri var.

Önceki kitabınız But Beautiful’a yazdığınız epigrafı hatırlıyorum.  “Bu kitapta anlatılanlar oldukları gibi değil, benim onları gördüğüm gibidir.” Zona’da anlattıklarınız için de geçerli mi bu?

Başlangıçta filme dair izlenimlerimi yazıyordum, filmi parçalara ayırıyordum bir bakıma. Fakat sonra bunu yapamayacağımı, bu kez gerçeklikten sapmaman gerektiğini fark ettim. Öte yandan, Stalker’a, yani hayatımın çok önemli bir parçasına dair yazıyordum. Üstelik film kuramlarına aşina sayılmam. Ama bunun da iyi bir şey olduğunu düşünüyorum, film eleştirilerini hiç okumadığım için Stalker’a dair söylediğim her şey yeni ve kullanılmamış sayılır. Yani referanslar kullanmadım, başkalarının yazdıklarından alıntılar yapmadım.

Neydi Stalker’da sizi bu kadar etkileyen?

Tarkovski’nin önceki filmi Ayna’nın aksine, basit ama olağanüstü bir konusu olması. Üç adam, bir amaç için Zone adı verilen bölgeye doğru yola çıkar. Bu düz ve basit olay örgüsü o kadar çok şeyi barındırıyor ki… Yönetmen metafizik diyebileceğim bir anlatım biçimiyle, onların yolculuklarının her aşamasında büyük meselelere temas ediyor.

Kitabınızı anlatırken, onun Stalker’ın bir özeti olduğunu söylemişsiniz. Bu gereksiz alçakgönüllülük değil mi? Özetlerde dramatik yapı bulunmaz çünkü ama sizinkinde var.

Yazıda ton önemlidir. Ayrıca ne tür bir kitap okuyacağınıza dair hiçbir fikriniz yok başka, Zona’da size herhangi bir açıklama yapılmıyor. Buna, Roberto Calasso etkisi ve ilhamı diyelim. Film, bu üç kişinin Zone denen bilinmeyen bölgeye yolculukları sırasında karşılarına çıkan üç engeli izliyor, olup bitenleri onlarla birlikte anlamlandırmaya çalışıyor. Ve Zone değiştikçe, benim kitabım da değişiyor. Bir kitabın genel okura mı, yoksa işin uzmanlarına, derin okumalar yapmayı tercih edenlere mi yönelik olduğuna dair ayrımlar yapanlara hep şiddetle karşı oldum. Bu kitapta da bunu fark edebilirsiniz. Zona’yı Tarkovski bilenler de okuyup zevk alabilir, ondan hiç haberi olmayan hatta filmi seyretmemiş olanlar da.

Stalker’ı ilk kez 30 yıl önce izlemişsiniz. Daha önce ona dair yazmayı hiç denemediniz mi?

Yoga for People Who Can’t Be Bothered to Do It adlı kitabımdaki hikayelerden birinde Stalker’dan söz etmiştim. Hikayenin adı The Zone’du. Ama Stalker’la ilgili bir kitap yazmak hiç aklımdan geçmemişti. Ta ki Werner Herzog’un British Film Institute’de yaptığı konuşmaya kadar. Onu dinlerken programa göz atmaya başladım ve o ay Stalker’ın gösterileceğini, ardından da bir tartışmanın gerçekleştirileceğini gördüm. Aklımdan “Lanet olsun” diye geçirdim, “Bu konuşmada ben de olmalıyım.” Ama kendimi nasıl davet ettirebileceğimi bilmiyordum. Bunun üzerine Guardian gazetesine filmle ilgili bir yazı yazdım. Ama editör uzun buldu. Biraz kısaltmayı denedim ama yeterli olmadı. Ha bire editörü arayıp kelime dileniyordum. “Peki, tamam. Bütün gazeteyi senin yazıya ayıracağız” diyecek hali yoktu tabii. İstediğim her şeyi o yazıda dile getiremediğim için anlatacaklarımı bir kitaba dönüştürmeye karar verdim.

Şimdi, kitabınızı yazıp yayınladıktan sonra, Stalker’a dair başlangıçtakinden farklı düşünüyor olabilir misiniz?

Hayır, bu kitabı yazmam, filmin büyüklüğüne, zarafetine ve etkileyiciliğine dair fikirlerimi pekiştirdi. Stalker gerçekten tüketilemez gibi geliyor bana. Mesela kitabı bitirmiştim, çıkışları dördüncü kez okuyordum, filmin bir bölümünü yeniden seyretmem gerekti. O zaman bile bir şey keşfettim, daha önce fark etmediğim çok önemli bir ayrıntı, böylece kitabın o bölümünü yeniden yazdım. Bu şeyin ne olduğunu söylemeyeceğim, sürprizi kaçırmamak adına… Filmin sonunda yer alan sahnelerin birine dair olduğunu bilmeniz yeterli. Tıpkı Coetzee’nin Kötü Bir Yılın Güncesi’nde yazdığı durumu hatırlatıyor bu. Hani Dostoyevski’yi her okuyuşunda aynı şekilde etkilendiğini, gözlerinin yaşlarla dolduğunu anlatıyordu ya; Stalker’ın benim üzerimdeki etkisi böyle bir şey.

Stalker, yönetmenin de tam olarak istediği gibi, çok ağır tempolu bir film. Şu hep tartışılagelen sanatta sıkıcılık meselesine ne diyeceksiniz? 

Sıkıcılık bir yan etkidir. Stalker’a atfedilen sıkıcılıksa sanıyorum tamamen filmin ağır temposu ile bir sinema yapıtının mutlaka hızlı ilerlemesi gerektiği yolundaki önyargılarımızın içerdiği tezat yüzünden. Aslında tahammül edilmez derecede sıkıcı bulduğum bazı sanat filmleri oldu. Gene de en sıkıcı filmler büyük bütçeli, moronsu aksiyonlar. Beni hakikaten deli ediyorlar. Bu anlamda moronsu aksiyonlarla sıkıcı sanat filmleri arasında çok temel bir ilişki var. Çünkü Ernst Fischer’ın işaret ettiği gibi, pek az kişi tarafından anlaşılmakla övülen herhangi bir sanat yapıtı, yani kendine hayran olarak var olan ürünler kitlesel çöplüğün kapısında duruyor. Bir önlem, bir engel gibi… Ve böylece yönetmenler, kolaylıkla sıkıcı da olabilecek o yavaşlığı kendileri tercih ediyorlar. Fakat bu tuzağa düşmemiş olan yönetmenler de var. Mesela Malta Şahini filmi, ne şu hazzetmediğim türden bir eğlendirme gayreti içindeyde, ne de bir an bile sıkıcıydı. Harikulade bir film ve ben kaç kere seyredersem seyredeyim onu harikulade bulmaya devam ediyorum.

Bir hayal kuralım… Diyelim ki Zone’dayız ve esrarengiz odaya yaklaşıyoruz. Stalker’daki karakterlerin düşledikleri her şeyin gerçekleşeceği odaya… Girer miydiniz? Girseniz, neyin gerçekleşmesini isterdiniz? 

Ne muhteşem bir son soru. Ama cevap vermeyeceğim, kitabım aslında tamamen bunun hakkında çünkü.

 

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments