İnsan yedikçe: Sofralar, sevgisizlikler
Levi-Strauss’tan Selim İleri‘ye edebiyatta şölenler, kurban etme törenleri, oburluk, açgözlülük, yasaklar ve hazlar…
Selim İleri: “Bugünün romanıyla ilgili büyük endişem şu: İnsan acısı yok!”
İnsan yedikçe
Yapısalcılığın kurucularından Claude Lévi-Strauss, Yaban Düşünce adlı yapıtında Gabon’da yaşayan Frag’ların sincabı gebe kadınlara yasaklamasının altında yatan nedeni şöyle aktarıyor: “Bu hayvan ağaç gövdelerinin oyuklarına sığınır ve onun etini yiyecek olan anne adayı, ceninin hayvana öykünmesi ve dölyatağını boşaltmaya yanaşması tehlikesiyle karşı karşıyadır.”
Aynı kitapta Sibirya halklarının iyileştirme amacıyla kullandıkları doğal ürünlere de dikkat çekiyor Lévi-Strauss. Ağaçkakan gagasının, ağaçkakan kanı sürmenin ve kurutulmuş ağaçkakanın tozunun burundan üflenmesinin diş hastalıklarında kullanıldığına değindikten sonra, “Gerçek sorun, ağaçkakan gagasının sürülmesiyle diş ağrılarının geçip geçmeyeceği değil, belli bir görüş açısından, ağaçkakanın gagasıyla insanın dişinin bağdaştırılıp bağdaştırılamayacağını, nesnelerle varlıkları kümelendirme yoluyla evrene bir düzen başlangıcı getirilip getirilemeyeceğini bilmektir,” diyor.
Kurban etme yasaları, ürpermeler ve göbek…
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Rafia Hanım’ın Köftesi adlı küçük bir öykü yazar ama “feminizm meselesiyle ilgili hanımlar”la arasında bazı tartışmalar başlayıp, “imzalı-imzasız, durmadan tepesinden aşağı tehdit mektupları” alınca öyküyü durdurmak zorunda kalır. Ne var ki, 5 Mayıs 1923 tarihli İkdam gazetesinde, yazdığına benzer bir olayla karşılaşınca, “Tabiatın kanunlarına nasıl karşı durur da, böyle bir olayı örtmeye kalkarız?” diye düşünüp öyküyü yayınlar.
Öyküde, Rafia Hanım, “zenci değilse” ve “elli yaşını geçmemişse” hiçbir kadını birbirinden ayırmayan, adı “bir yılda beş kızlık bozma, iki gebelik davası”na karışan kocası Hüsrev’in kendisini “bir dost gibi yüzüne gülen” Şahende’yle aldattığını anlayınca korkunç bir intikam alır. Eve kör kütük sarhoş gelip, “şarap, rakı, bira, tütün, tönbeki, meyhane, kerhane ve fuhşun çeşitli kokuşmuş pisliği” içinde sızan Hüsrev Bey’in pantolonunu çözer ve “elindeki usturayı, Hüsrev Bey’in erkeklik organına rasgele sallamaya” başlar. Fakat kocasını hadım etmek yatışmasına yetmez; Şahende’den de alınacak bir intikam söz konusudur. Rafia Hanım, Şahende Hanım’a bir mektupla birlikte bir tabak köfte gönderir: “Hanımefendi… Bana karşı dostluğunuzun ne kadar derin ve eski ve değerli olduğunu, bilmem tekrara gerek var mı?.. Sizi, kanı kanımıza karışmış aile kişilerinden biri sayarız… Yemek pişirmekte benzersiz, çok sanatkâr bir aşçı bulduk, bu yemeklerin lezzeti sözle değil, yemekle anlaşılır. Bir özelliği de uzun köfte pişirmektir. Son yaptığı ‘uzun köfte’lerden bir tabakla tadımlık gönderiyoruz. Sizsiz boğazımızdan geçmedi. Etin cinsi için sakın düşünmeyin, halis erkek kıvırcığıdır…” İki gün sonra Şahende Hanım’dan bir teşekkür mektubu gelir: “Sevgili Hemşireciğim… Gönderdiğiniz köfteyi büyük bir iştahla yedim… Tadı damağımda kaldı. Ömrümde bu kadar lezzetli bir yiyecek tatmamıştım. Sizden bu arada bir ricam daha var, ne zaman böyle bir etle yemek pişirecek olursanız bize yine gönderiniz… Lütuflarınız için en derin teşekkürlerimi takdim ederim…”
Hüsrev Bey’den alınan intikam ne kadar zalimaneyse, yok edişin tamamlanmasına hileyle ortak edilen Şahende Hanım’dan alınan intikam da o kadar karmaşıktır: Afrodit adlı kitabında “Erotizmi yiyeceklerden ayıramam bir türlü” diyen İsabel Allande, Etlerle İlgili Günahlar adlı metninde, “hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri, kimi hayvanların husyelerinin uyarıcı olarak” ün yaptığına, bunları kadınların yemediğine, sözgelimi koç yumurtası yiyen erkeklerin “tabaklarındaki şeyle kendi anatomileri arasında bağlantı kurduklarında ürpertiler” geçirdiklerine değiniyor. Yemek eyleminin içine giren cinsel organlar bir hayvana aitken bile ürpermeler söz konusuyken, öyküde kesilip pişirilen ve yedirilen, insan etidir. Burada, Şahende’den alınan intikamın boyutunu hissetmek için kurban etme yasalarına kısaca göz atmakta fayda var: George Bataille, Din Kuramı adlı yapıtında, “Hayvanı öldürmek ve onu keyfine göre dönüştürmek yalnızca, kuşkusuz önceden şey olmayan şeyi şey haline dönüştürmek değildir, aynı zamanda yaşayan hayvanı önceden bir şey olarak tanımlamaktır” diyor. ‘Kurban edicinin şeyler dünyasından kopmak için kurban etmeye gereksinimi’ olduğunu saptadıktan sonra, “Kurban etmenin gerçekleştirmek istediği öldürme yok etme değildir. Kurban etmenin kurbandan yok etmek istediği, şeydir. (…) Kurban etmenin çocuksu bilinçaltı o kadar uzağa gider ki, ölüme götürme burada sefil bir biçimde bir şey konumuna indirgenmiş olan hayvana yapılan hareketin bir onarılması biçimi olarak ortaya çıkar” diye ekliyor. Tam da bu nedenlerle “katı materyalistler bile hâlâ o kadar dindarlardır ki onların gözünde, bir insandan bir şey -bir kızartma, bir yahni- yapmak her zaman bir cinayettir.”
Bir başka aldatılma öyküsünde, Attilâ Şenkon’un Bıyık İzi Yalanları’nda intikam olarak, Schiller’den yana tavır alınarak “affetmek ve unutmak” seçilir. Aldatıldığını öğrenince “Neden yaptın?” diye soran kocanın aldığı yanıt yıkımı doruğa çıkarır: “Yetmedin bana.” Hemen sonrasında, aldatılan, eleştirisini karısının yüzüne karşı değil, kendi içinde sürdürür; böylelikle sadece karısına değil, verili bütün erkeklik-kadınlık değerlerine yönelir eleştirisi ve zaten içeriği de bu çaptadır. ‘Yetmememin birimi neydi acaba?’ diye sorduktan sonra sıraladıkları okuru bocalatır: ‘Kaç yıl, kaç kilo, kaç lira, kaç santimdi eksiğim?’ Kuşkusuz bocalamayı yaratan ilk iki birimdir ve bu metni ilgilendiren birimin yanıtı atmış sayfa sonra gelir: ‘Kıllı kollarınız, bacaklarınız, bir karasineğinkiler kadar ince ve çelimsiz göründü mü gözünüze? Ben, karımın yanağında, tam da dudağıyla gamzesi arasında bir bıyık izi gördüğümden beri böyleyim işte. (…) Evlilik yıldönümümüze kadar almayı planladığım altı kilonun beşini bu sekiz ay içinde aldım. Son bir kilo içinse önümde tam beş günüm var. Göbeğim büyüdükçe kendimi daha güçlü hissetmem ne garip.’ Kahramanın yemek yemek, kilo almak, göbek, erkeklik, cinsiyet arasında kurduğu bağlantılar açık. “Garip” bulmasına karşın bunlar arasındaki ilişkiden kendini kurtaramadığı da. Ama böyle olması, benzeri erkeklik-kadınlık değerleriyle dalga geçmesini engellemez; çağrıştırdıkları arasında manav ve kasabın başı çekeceği “kaç kilo” sorusu, içinde alay ve aşağılama da barındırır; hem erkeklik-kadınlık değerlerine, hem de ilişkilere hakim olan, kadını ve erkeği mala dönüştüren maddi değerlere karşı.
Orhan Kemal’in Evlerden Biri adlı romanında da göbeğe yüklenenler parayla, ezilmişlikle, güçle, “başarı”yla ilişkilidir; kıskançlık, öfke, tiksinti ve isyan uyandırır. Kendisini “küçük, beş paralık, sünepe bir memur” olarak tanımlayan İskender’in kardeşi “avukat çıkacak”tır. Romanın başında, yıllar önce babasıyla birlikte gittikleri, babasının amca oğlu olan avukatın bürosunda içinden şöyle geçirdiğini anımsar: “Avukat olacaktı kardeşi, evet. Avukat! Şu koca göbekli uzak akraba gibi. Nefret ederdi böyle koca göbeklilerden. Avukat, doktor, mühendis, mimar…” Uzak akrabaları yüzlerine karşı şunları söylememiş de olsa, söylercesine bakmıştır: “Efendim? Ne istiyorsunuz? Sabah sabah ne diye rahatsız ettiniz beni? Sütüm, yumurtam, tereyağım, kızarmış ekmek dilimlerim beni bekliyor.”
Törensi yasaklar ve karnaval…
Crispin Sartwell, Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik adlı incelemesinde sevişmek, yemek ve benzeri kavramların “törensi yasaklarla kuşatıldığını” ve bunların “her nasılsa birbirini çağrıştırdığını, öyle ki, insanın imalı bir biçimde yemek yiyebileceğini” belirtiyor. Sevgi Soysal’ın Şafak adlı unutulmaz romanından bir sahne tam da bu saptamaya karşılık gelir; üstelik yemek yiyenin böyle bir kastının olup olmadığı bile şüpheliyken insanın yemek eyleminde ima alımlamaya yatkın doğasını gözler önüne serer: “Ziynet, kocasının arkasında ayakta durur” yemek yerken, “güçlü çenesinin oynayışını” seyreder. “Yerken adamın kulakları da oynuyor hafiften. Eşşekler gibi, diye geçirdi aklından, nedense bu düşünceden heyecanlanıp gülüverdi. Aslında, Zekeriya yemek yerken, karnında toplanan bir istek duyuyor genellikle. Neden karnında ve neden yemek yerken?”. ‘İçinde kaynayan ne varsa’ sebebini kocası Zekeriya’ya yorar, ‘oysa yatakta, bir şey duyduğu yok’tur pek.
Sofra söz konusu olduğunda, cinsellik imayla sınırlı kalmaz tabii. Memduh Şevket Esendal’ın Gönül Kaçanı Kovalar adlı öyküsünde ironik bir saptamada bulunulur: “Nihayet nasıl oluyor bilmem, galiba bir yemek esnasında, Hüsnü Bey’in dizi, nasıl oluyorsa, onun dizine dokunuyor. O dizini çekiyor. Öteki ısrar etmiyor. Ancak ikinci bir tesadüf daha oluyor. Malum ya sofrada iken bazı insanlara garip bir dalgınlık, yahut zamansız bir neşe ârız olur. Bence bunların sebeplerini sofra altında aramak doğrudur.”
Sofradaki cinselliğin şiddete yöneldiği, şiddeti çağırdığı bir örneği ise, Ahmet Oktay’ın, Selim İleri’nin Romancılığı ve Romanları – Şeytan, Melek, Soytarı adlı görkemli incelemesini andıktan sonra verelim. Oktay, İleri’nin romanlarında sezilen karnaval havasına değinerek, Peter Burke’tan alıntılıyor: “Karnavalda gerçek ve simgesel üç ana tema vardı: Yiyecek, cinsellik ve şiddet.” Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ında geçen, “Hristos’taki kır yemeği” de karnavalın bu temaları göz önünde bulundurularak okunabilir: Faik Bey “bir taraftan tabağındaki balık kılçıklarını ayırmakta, diğer taraftan solunda oturan Belkıs Hanım’ın ayağına dokunmakla meşgul” olmaktadır. Yanı başında oturan Seniha, kendisini çok içtiği için uyaran Hakkı Celis’in bir önceki akşam kendisine “ilanı aşk” etme “kabahat”inde bulunduğunu açık edince, Faik Bey’le aralarında “gittikçe sessizleşen, gittikçe hususileşen” bir sohbet başlar. Bunun üzerine Faik, “masanın altında gittikçe hırçınlaşan bir ayağı teskin için” uğraşmak zorunda kalır. Nuriye ve Neyyire, aralarında oturan Cemil’de “aradıkları zevki” bulamamıştır. “Hakkı Celis ise fazla susar, fazla somurtur.” Bu halinde herkesi bıktıran bir şey vardır. “Etrafındaki gençleri kâfi derecede neşeli bulmayan Necibe Hanımefendi ise, çocuğun bu hüznü önünde adeta öfkelenir ve onunla acı acı istihza etmek ihtiyacını duyar.” Necibe Hanımefendi ile Belkıs arasında geçecek olan son derece aşağılayıcı ve saldırgan konuşma sonradan Hakkı Celis’i şu acıtıcı kabule sürükleyecektir: “Şairlerin sözleri hep yalan, sevda denilen şey, mutlaka bunların yaptıklarıdır.” Sözlü şiddetin cinsellikle iç içe geçtiği konuşmayı “A, hiç böyle dilsiz şair görmedim,” diye başlatır Necibe Hanımefendi. Sonra yavaşça Belkıs’ın kulağına fısıldar: “Doğrusu çekilmez şey… Bu yaşımda bile, büyük sözüme tövbe…” Belkıs gülerek “Yanımdaki için ne dersiniz?” diye sorduğunda ise “Bak ona canım kurban,” der, “Allah için çekirdekten yetişme; âzasının her biriyle bir kadın idare ediyor.” Faik Bey söylenenleri işitir ve “çapkın gözlerle” kadına bakarak “Yalnız size yetişemiyorum,” der.
Sofralar, evlilikler ve sevgisizlik
Kötülük sofralarda sadece konuşma düzeyinde kalmaz; bazen de yemeğin kendisi, Tomris Uyar’ın Kuskus adlı öyküsünde olduğu gibi, doğrudan kötülüğün maşası olarak belirir. Evliliklere hakim köhnemiş değerlerin yarattığı sevgisizliğin yemek aracılığıyla sorgulandığı öykünün başlarında, öykü kişisi karşı dairede oturan komşusuna gördüğü düşü anlatmaktadır: “Bu masada oturuyoruz. Herkes var. Hepsi. Sofram dolmuş, eski günlerdeki gibi. Üstüm başım un içinde. Berekettir un. Mantı açmışım. Bunun annesiyle babası da gelmişler.” Pazar günleri kendisine bırakılan, halının üstünde şoförcülük oynayan torununu kastetmektedir son cümlede. Konuk, sözü torunun anne babasının ilişkisine getirir bir süre sonra: “Karısını çalıştıran adama koca mı derim ben? Kadın dediğin, evin süsüdür. Yemeğini yapar, çocuğunu paklar, büyütür. Yoksa neden evlensin ki kadın? (…) Tanrının günü, öğlenleri dönerli sandviç, akşamları patates kızartması, biftekle sevgi mi olurmuş? Sendeki beceriden şu kadarcık kapsaydı kızın bari…” Anneanne komşusunun patavatsızlığı karşısında sinirlenir; “kol kırılır ama yen içinde kalır” töresini anımsar. İkiyüzlülük sadece evliliklere hakim olmadığından, bir süre sonra, konuğun dün gece geç saatlerde eve sarhoş gelen kocasını, bir anlamda dönüp kendi evliliğine bakmasını ima ederek alacaktır intikamını. Ama öncesinde “Dün akşamki kuskus nasıldı, onu söyle sen,” diyerek konuyu değiştirmeyi seçer. Komşusu övgüler yağdırınca “Unutturma da giderken bir tas daha vereyim” der. Anneanne, Konuk gittikten sonra kızının kendisi hakkında söylediklerini öğrenecektir. Tabii yine sinsice. “Benimle kalsaydın, geceleri neler anlatırdım sana, kekler pişirirdim, muhallebi yapardım, ne istersen onu…” deyince, “Annem de öyle diyor zaten” diye karşılık verir çocuk. “Ne diyor benim için?” diye sorar. “Elinden gelse, kapı kapı dolaşıp doyurulacak adam arayacak, diyor. Yemek yapmayı hep bir tuzak olarak kullandı, diyor. Hiçbir zaman, hiçbir şeyi sevmedi gerçekten, diyor. O kadın var ya, o asalak, diyor komşu abla için, ona bile sömürülmeye razı, düşün artık, diyor.” Bu kadarla kalmaz öğrendikleri: “Rahmetli babama, son günlerinde bir gelincik şerbeti bile yapmamıştı, diyor. Nasıl olsa ölecek, artık işine yaramayacak diye uğraşmamıştı. Onca yıllık kocası kanser acıları çekerken, geceleri inim inim inlerken, Avrupa’dan getirttiği kulak tıkaçlarını takardı, diyor. Dünyaya sağır, acımasız, çağı geçmiş bir kadındır. Bakma sen yemek diye tutturmasına… Amacı asalakları çevresine toplamak, övülmek. Yoksa hiçbir şeyi sevmez o. Babamı bile sevmedi. Sofrasına adım atmam bir daha, diyor.” Kızının sözlerindeki acı, öfke ve benzeri duygular ne kadar açıksa, dürüstlük de o kadar ortadır. Oysa komşusu öykünün sonunda yine ikiyüzlülüğü seçecektir: Kapının zili çalar. Anneanne önce damadı torununu almaya geldi sanır ama sonra “Çööööööp!” diye seslenen kapıcıyı işitir: “Anneanne kapıyı açarken, karşı katta oturan Konuk, kapıyı kapatıyordu. Apartmanın ana kapısından vuran rüzgâr, yeşil çöp kovasının üstüne özenle örtülmüş gazete kâğıdını savurdu. Anneanne eğildi; kovayı kapısının önüne bırakırken, sahanlıkta ışık yandı. Gözü, komşusunu yeşil çöp kovasına gitti, tepeleme doldurulmuş bir naylon torbaya. İçinde cıvık, yağlı bir bulamaç duruyor. Ne acaba? Azıcık ilerledi: ‘KUSKUS! KUSKUSUM!’ dedi acıyla. Sol kaburgasının altına bir kıskaç yapıştı ansızın. Bedeni kavradı, bırakmadı…”
Selim İleri ise, Oburcuğun Edebiyat Kitabı’nda “Metin Eloğlu’nun ilk yapıtlarında, çok sevdiğim Düdüklü Tencere’de, Sultan Palamut’ta, Odun’da ‘yemek’ sınıfsal bir öğe gibi dizelerden dizelere, şiirden şiire koşuşup durur,” diye saptadıktan sonra sürdürüyor: “Umarsız bir aşk şiiri gibi de okunabilecek Köroğlu’nda yıllanmış evlilik, bir de geçim sıkıntısıyla eskiyip gitmektedir: ‘Andıkça içim sızlar / Çukurmuhallebici’de yediğimiz o sütlacı / Suratına çalarım şu sahanı / Canım benim.’ Şiirdeki kişi hemen ardından üst tabakanın mutfağına göz atıverir: ‘Istakozun üstüne maydanoz ekiyorlar / Bu öğlen Ali’yle dalaştık / Ali çerkeztavuğu yiyor ben niye yemeyeyim / Kaldır önümden şu kapuskayı.’ Arkası çaresizlik ve kavga: Kaldır dedim ulan.”
Yalnızlık, açgözlülük ve ölüm…
Sofraların ve yemeğin ürettiği anlamlar sıralamakla bitmeyecek kadar çok, özetlenemeyecek kadar geniş. Yine Tomris Uyar gündökümlerinden birinde çocukluğunda şöyle düşündüğünü yazar: “İyi ama bu kadar iştahla yemek yersem, nasıl entelektüel bir kadın olabilirim?” Bir başkasında sofraya gelişinden önce konuklara içkiyi, geldikten sonra ise rakı dışında bir içki içmeyi ve başka bir şey yemeyi yasaklayan; yanına gitseler aşçıyı (ev sahibi, erkek) denetledikleri, gitmeseler ihmal ettikleri izlenimi doğuracakları için konuklara tereddütler geçirten; yendikten sonra söylediğiniz hiçbir sözün düşüncenizi soran aşçısını memnun etmeyen çiğköftenin ne gibi özelliklerimize açıldığını sorar. Başka bir gündökümünde “alıştığı yemeği yeme anlayışından, geleneğinden koparılmış kişinin geçmişinden yoksun kalacağını” yazar.
Tam burada, Selim İleri’nin Cahide, Ölüm ve Elmas adlı oyununu anımsamamak mümkün değil: Oyunda Şarkıcı Kız’ın “Çok yalnızım. Havyarın tadı hiç hoşuma gitmedi. Korkuyorum,” diye ağlamaya başlaması Cahide’de merhamet uyandırır. Yarın Yapayalnız’da ise Handan Sarp şöyle der: “Bende olduğumuz akşamlar, sofrayı toplamama yardım eder, hardalı buzdolabına koymayı bir türlü bilmezdin. Hardal buzdolabında durur. Sen gidince buzdolabına koyardım. Hardal korkunçtu.” Kuşkusuz her iki alıntı da başlı başına birer roman gibi okunabilir. Parayı, sınıf acısını, merhameti düşünebiliriz; Behçet Necatigil’i: “Girer miydi evinize, yer miydi / Turfanda bir meyva, iyi bir besin / Kalın kağıtlarda çöplerimiz /Çocuklar görüp imrenmesin!” Ya da Leyla Erbil’in Ayna adlı öyküsünü; paranın, maddi çöküşün doğurduğu utançların sofralara nasıl yansıdığını: “… kapıcıyı çağır fondan alsın konuklarıma, paşa karısıyım ben, (…) al şu parayı, 250 gr. fondan al, 125 gr. kıyma bir portakal, beni tanımayan bir bakkal, bir kasap, bir manav bulacaksın taa ötelere, dağlara taşlara gecekondu semtlerine doğru git…”
Sadece oburlukla, açgözlülükle açıklanamayacak tuhaf davranışlar da söz konusu. İşte, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’nden bir alıntı: “Büyük ağabeyim boğazına düşkündü. İyice bir yemek ya da tatlı oldu mu, ara sıra, azalmaya başlayınca, af buyurun, sahana tükürürdü.” Vüs’at O. Bener’in Havva adlı öyküsünde ise “evin hanımı”, köyden yardım için getirtilmiş, “sekiz saatte bir bulaşığın içinden” çıkamasa da “doymak bilmeyen”, “domuz gibi yiyen” Havva’yla “On baş soğan koysam bu kızın önüne yiyebilir mi acaba?” diye dalga geçer. Koyar ve küçük kızıyla birlikte seyrederler; “gözlerinden zırıl yaş akarak” da olsa hepsini yer, şaşıp kalırlar! Havva “Pis boğazlığı yüzünden” çöpe atılan paslı yağ tenekesinin dibini sıyırıp iyileşmez bir hastalığa yakalanınca, anne ve kız suçluluk duyguları içinde ona acımaya başlar. Öykünün sonunda anne, Havva’nın yatağının yanında diz çöker, “Kızım Havva, iyi misin evladım?” der. “Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?” Havva önce bir şey demez, “sonra gözünü iri iri” açıp “Baklava” der ve ölür! Açgözlülük, yemek ve ölümü birleştiren zihne karışan hasetin ipuçlarını ise İnci Aral’ın Ölü Erkek Kuşlar adlı romanında buluruz: “Annem nerede, diye bağırıyorum var gücümle. Sakın bana hastanede olduğunu söylemesinler. Yalan bu. Hastaneye kaldırdılar biliyorum, ama dönmüş olmalı artık. Çok yediler, diyor yengem. Çok yemekten oldu bunlar. Baban işletme müdürüyken, Salda Gölü’nün kıyısında kuzuları kesip kesip yediler. Ne alemlerdi onlar.”
Mutfak ve kadın…
Füsun Akatlı, Pusulamız Felsefe adlı kitabında yer alan Kokular ve Öyküler adlı denemesinde Nezihe Meriç’i “kokunun kimyasını bulan öykücü” olarak tanımladıktan sonra, öykülerinde “ovulmuş tahtalardan arap sabunu, çocuklardan mis gibi hacı şakir, evlerden patlıcan-biber kızartması, sofralardan taze doğranmış domates-hıyar, dereotu-nane kokusu” geldiğini yazıyor. Nezihe Meriç öykülerinde mutfağın, yemeğin, sofraların, meyhanelerin ürettiği anlamlar başlı başına bir yazı konusudur ama içlerinden biri de kadının mutfakla olan ilişkisidir. Işın adlı öyküsünde küçük bir kızın kek pişirmesiyle ‘büyümek’ arasındaki bağlantıya dikkat çekilir. Dedi Ölüm Aklımda’da kadının kaderini de açıklar mutfaklar: “… Sanırsın ki anamdan doğduğumdan beri, bu mutbakta, bu musluğun başında dikilip duruyorum. Bırakıp gidivermişler beni buraya. Benim de layığım buymuş demek ki, değiştiremediğime göre…”
Adalet Ağaoğlu ise Ölmeye Yatmak’ta bu ezeli kaderi neden değiştiremediğimizi, erkeğin ve kadının bundaki payını sorgular: Rüyasında kendisini “doçentlikten profesörlüğe geçme sınavı”nda gören Aysel, tezini bir türlü bulamaz. Atatürk durmadan “Hani tezin? Hani tezin?” diye sorarken, karşısındaki profesörlerin ellerindeki “ağır, kocaman ciltler”in kitap değil, yemek tabağı olduğunu fark eder. Masanın çevresinde çatal bıçakla tempo tutarlar, “Getir tezini, getir teziniii!” diye. Aysel, hemen sonrasında en çok Atatürk’ten utanacağı bir şey yapar; önlerine bir tencere etli domates-biber dolması koyar, “Buyurun, işte tezim,” der.
Son satırlar ve merhamet…
Bu yazının son satırları, daha önce Picus’a verdiği Ateşten Sofralar adlı röportajda, televizyonda yiyecek reklamlarının insanlara bombardıman halinde sunulduğuna; dondurmaların, çikolataların, salamların, sucukların kimin sofrasına girdiğinin kimsenin umurunda olmadığına değinip, “Gaddar bir toplum olmaya çoktan başladık ama, bu gaddarlaşmada bu tarz yemek meselelerinin de payı olduğuna inanıyorum” diyen Selim İleri’nin Anılar; Issız ve Yağmurlu adlı kitabından: “Çocuktum. Almanya’dan yeni dönmüştük. Cihangir’deki ev henüz kiralanmadığından dedemlerin yanında oturuyorduk. Bir sabah Bahariye Caddesi’nde iki tekir kedi görmüştüm. Yavru değillerdi, ama birlikte yan yana yürüyorlardı. Oysa kediler yalnız yaşar. Sonra bir evin kapısı açıldı. Eski Kadıköyü evlerinden, kapısına yedi sekiz mermer basamaklı merdivenle çıkılan. Bir kadın kedilere yemek verdi. Biri yiyor, öteki kedi yiyen kedinin önüne yiyeceği iteliyor. Anlaşılır şey değil. Ama sonra fark ediyorsunuz: yiyen kedi kör! Daha o anda anlamıştım, hissetmiştim yaşamın nasıl şefkate ve dayanışmaya muhtaç olduğunu.”
Tolga Meriç
Subscribe
0 Comments
oldest