İnsanlığın en mahrem anlarının tarihi
Geçen hafta Kalben’in evine habersiz girildi, köşe bucak kurcalandı, birileri hiç hakları olmadığı halde o evde gördüklerini filme çekip utanmadan yaydı ya, aklıma çok eski bir yazım geldi. Yeniden yayımlamanın zamanıydı belki de.
Georges Duby ve Philippe Aries’in hazırladığı beş ciltlik ve 800 sayfalık Özel Hayatın Tarihi’ne, bize savaşların, antlaşmaların, ülkelerin tarihini değil, şahsa mahsus olanın tarihini anlatan o beş ciltlik kitaba dair bir yazı bu, okuyunuz.
Betül Mardin: “Hatalarını düzeltmek için elinden geleni yap, çünkü ikinci bir hayatın olmayacak”
Özel Hayatın Tarihi
Kalben ve Terentius Neo Evi duvar resmi…
En mahrem anlarımızın tarihi
En mahrem ânımız hangisi? Küçük düştüğümüz anlar mı? Ağladığımız anlar mı? Kıskandığımız anlar mı? Fiziksel olarak ya da duygusal olarak yaralandığımız anlar mı? Yas tuttuğumuz, öfkelendiğimiz ya da seviştiğimiz anlar mı? Cevabınızı duymak isterdim. Ama önce…
Korku yazarı Dean R. Koontz’un Nöbet diye bir romanı var. Hikâyesi özetle şöyle: Yapay olarak canlı varlıklar üretecek duruma gelen bilim adamları sonunda teoriyi pratiğe döküyorlar ve ilk deneylerinin sonunda maymunla insan karışımı, zekâsı ortalamanın epey üstünde ama içinde iyilikten eser bulunmayan bir hilkat garibesi çıkarıyorlar ortaya. İkinci seferde deneyi başarıyla tamamladıklarındaysa bu kez ortaya zeki, sıcakkanlı, iyi kalpli ve cesur bir köpek çıkıyor. Hilkat garibesinin iki amacı var: İlki karşısına çıkan herkesin gözünü oymak. Can acıtıcı çirkinliğine kimsenin tanıklık etmesine tahammülü yok çünkü. İkincisi, parlak ikizini ortadan kaldırmak.
Yazarın bizi kitabın bir yerinde yaratığın mağarasına sokuyor. Karanlık, rutubetli bir yerde buluyoruz kendimizi; duvarlar yosun tutmuş, zemin nemli. Köşeye yatak niyetine kullanılmak üzere ağaç dalları, otlar yığılmış. Kenarda yemek yemeye yaradığı sanılan birkaç nesne var. Ayrıca bir iki kitap ve küçük bir el aynası. Ayna kırık. Belli ki yaratık, çirkinliğinin verdiği acı ve öfkeyle aynayı kırmış. Burası onun evi, sığınağı; sadece kendisine ait olan ve başkalarının girmesine izin vermediği yer. Burada uyuyor, burada uyanıyor. Rüyalarından dehşet içinde burada uyanıyor, intikam hayallerini burada kuruyor. Hiç sevilmediğini yahut ne kadar çirkin ve yalnız olduğunu düşünerek acı çektiği yer burası. Burada dilediğini düşünebilir, söyleyebilir, yapabilir. Ağlayabilir, öfkelenebilir. Burası onun özel alanı. Her şey o kadar “onun” ki, diğer herkes bir yabancı, düşman…
Herkesin, canavarların bile kendilerine ait birer odaya gereksindiklerini anlatan bu ayrıntıyı, Özel Hayatın Tarihi adlı kitabı okurken hatırladım. Georges Duby ve Philippe Aries’in hazırladığı bu beş ciltlik ve 800 sayfalık kitap, savaşların, antlaşmaların, ülkelerin tarihini değil, şahsa mahsus olanın tarihini anlatıyor.
Okuduğum kadarıyla, başkalarının girmesine, göz gezdirmesine, içinde dolaşmasına, dokunmasına izin verilmeyen, sadece sahibinin var olabileceği alana “özel hayat” deniyor. Michel Foucault’ya ithaf ettiği önsözde Paul Veyne, Pompei’deki Terentius Neo Evi diye bilinen bir antik mekâna ait bir duvar resmiyle başlıyor özel hayatın tarihini anlatmaya.
Genç bir çifti gösteriyor resim, yüzleri tamamen ifadesiz, gözlerini kırpmadan karşıya, yani bize bakıyorlar. Veyne o genç çiftle karşılıklı olarak bakıştığımız âna tarihi bir önem atfediyor: “Onları tanımak için gözlerinin içine bakmak yeterlidir, kendileri de bize aynı şekilde bakarlar. Portre sanatı bütün dönemleri boyunca böyle bir karşılıklı bakışma görmemiştir.”
Burası genç çiftin eviydi belki de. O dondurulmuş ânın hemen öncesinde ve sonrasında neye şahit olduklarını, ne konuştuklarını bilmiyoruz. Belki hayatlarının en mahrem anlarını yaşadılar. Yahut portrenin tamamlanmasından az sonra yaşayacaklar. “Bu adam ve bu kadın bizi gördüklerine göre artık birer nesne değiller. Ama bize meydan okumak, bizi baştan çıkartmak, varlıklarına inandırmak ya da artık yargılama cesaretini gösteremeyeceğimiz kimi mahremiyetlerini bize fark ettirmek için de bir şey yapmıyorlar. Bizim varlığımızı keşfetmekten çok, kendilerini kaygısızca dünyanın gözleri önüne seriyorlar: Bizim varlığımız doğal kuşkusuz ama onlar da kendilerini aynı biçimde doğal buluyorlar. Bizler neysek onlar da aynısı aslında ve bakışlar, ortak bir değer adına, eşitlik için değiş tokuş ediliyor,” diyor Veyne.
Veyne’in cümlesini okurken dehşete kapıldığımı hissediyorum bir an: “Bu adam ve bu kadın bizi gördüklerine göre birer nesne değildirler.”
Ya öyle olmasaydı? Ya o genç kadın ve erkek bizim onları izlediğimizi bilmeseydi? Başka bir deyişle gözlerimizin tam içine bakarken değil de sadece normal hayatlarını sürdürüyormuş gibi resmedilseler, hatta sevişiyor olsalardı? O zaman onları birer nesne sayabilecek miydik? Haklarında dilediğimizi söyleyecek miydik ya da münasebetsiz şakalar mı yapacaktık? Ya antik bir duvar mozaiği değil de habersiz çekilen bir fotoğraf ya da hareketli görüntü söz konusu olsaydı?
Geçen hafta Kalben’in evine habersiz girildi, köşe bucak kurcalandı, birileri hiç hakları olmadığı halde o evde gördüklerini filme çekip utanmadan yaydı…
Yasakları delmenin, izinsiz alanlarda dolaşmanın, hak sayılmayana dokunmanın insana haz verdiğine kuşku yok. Siz hiç hayal etmediniz mi görünmez olmayı, gölgelerin arasına gizlenmeyi, anahtar deliklerinden süzülüp kilitli odalara girmeyi, iki kişinin fısıldaşarak ve zaman zaman kimse duyuyor mu diye tedirgin tedirgin çevrelerine bakınarak yaptığı konuşmaları dinlemeyi, toplumsal hayatta çeşitli yöntemler kullanılarak ustalıkla gizlenebilen gözyaşlarına, hıçkırıklara tanıklık etmeyi, Murathan Mungan’ın deyişiyle “kırkıncı odada” gezinmeyi…
Ama tabii geçen haftaki görüntülerde bu tarz bir şiirsellikten eser yok. Onlar saldırıya, işgale dair, zorbalığa görüntüler…
Diyeceğim, şimdilerde artık Alfa Kitap etiketiyle yeniden yayınlanmaya başlayan Özel Hayatın Tarihi adlı kitabı okurken bunları da hatırlayın.
Özel Hayatın Tarihi
Georges Duby ve Philippe Aries
Alfa Kitap
Sanat tarihinde “özel hayat” denince akla ilk gelen yapılardan biri:
Rönesans ressamı Jan van Eyck’in Arnolfini’nin Evlenmesi adlı tablosu.
Sinemadan, televizyondan birkaç hakikat anı
+ Müzisyen Sting, karısı Trudie Styler’ın oğullarını dünyaya getirdiği anları “Bring on the Night” belgeseli için kameraya almıştı. Daha doğrusu şöyle olmuş olay: Sting itiraz etmiş başta yönetmen Michael Apted’a, istememiş çocuğunun doğum anının başkaları tarafından izlenmesini. Fakat Apted, bir müzik albümünün oluşum anlarının kaydedildiği belgeselin bu görüntülerle son bulmasının şahane olacağını söyleyerek onu ikna edebilmiş. Güzel belgeseldi, onu da ben ekleyeyim.
+ Zamanla iflah olmaz bir “hakikat âşığı” haline gelen, bu konuda kuramlar üreten yönetmen Lars von Trier ise, “Tanrı’nın yarattığı tek bir ter damlası bile benzersizdir,” diye yazmıştı ünlü manifestosonda. Trier’e göre, yeniden yaratamayacağımız bir şeyin ancak taklidini yapabilirdiniz. Trier’nin hakikat arayışının ilk durağı Dogma 95 oldu. (Bir Dogma 95 filmi çekecek yönetmenler, çekimlere başlamadan önce, özel efektlerin hiç kullanılmamasını ya da oyuncuların perdede izlediğimiz şeyleri gerçekte de yapmalarını şart koşan bir nevi şartnameyi imzalıyorlardı.) Trier’in hakikat arayışında ikinci durak bir çeşit soft porno filmlerdi. Öyle ya, pornografide de oyuncular, perdede görülen şeyleri gerçekten yapmak zorundaydılar. (Tabii bu apayrı bir hikaye ve üzerinden çok zaman geçti.) hayran olduğum bu büyük yönetmenin tüm delilikleri kabulümdü aslında, o yüzden artık film çekememesini sinema adına büyük kayıp olarak değerlendiriyorum.
+ Michael Powell’ın Se7en’lardan, Usual Suspects’lerden çok daha önce çektiği 1960 tarihli filmi “Peeping Tom” farklı bir yerde duruyor ama hakikatin ele avuca gelmezliğine dair çok önemli bir şey söylüyor. Seri cinayetler işleyen ve kurbanlarını olabilecek en vahşi biçimlerde öldüren bir katili anlatıyor film. Kurbanların yüzlerinde hep o isimlendirilemeyen tuhaf ifade var, salt acıyla açıklanamayacak bir dehşet ifadesi… Filmin sonunda öğreniyoruz sebebini. Meğer katil, acımasız yok etme teknikleriyle yetinmiyor ve her seferinde kurbanlarının yüzüne bir ayna tutuyormuş. Son nefeslerini nasıl verdiklerini kendi gözleriyle görsün, kendi kıyametlerine bizzat tanıklık etsinler diye. Gerçekliğin zirvesi denebilir mi?
+ Topluma birer ayna olma iddiasındaki reality show’lar henüz o kadar ileri gitmediler neyse ki.
İyi de günümüzün kıran kırana gerçeklik yarışında onların nerede durduğunu düşünüyorsunuz? Dürüstler mi sizce? Yok, dürüstlük şöyle dursun, ortada bin bir çeşit oyun döndüğünün farkındayız hepimiz.
Eski Roma’da birbirleriyle ya da yırtıcı hayvanlarla dövüşsünler diye arenaya çıkarılan gladyatörler de biliyorlardı onları yüzlerce kişinin seyredeceğini ama bilmeleri, devamında yaşayacakları acılara engel olmuyordu. İşte Baudrillard’dan beri biliyoruz; aşkların, ihanetlerin ekran önünde yaşandığı, kavgaların ekran önünde yapıldığı, en küçük düşürücü sözlerin ekran önünde sarf edildiği reality show’lar da aynen eski Roma döneminde mutlaka ölümle sonlanan o arena dövüşlerine benziyor. Bu durumda da insan merak ediyor, özel hayat daha ne kadar gözler önüne serilebilir diye…
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest