İnsanlık kime benzer?
“Yalnızlık Kime Benzer”in isimsiz kahramanı, Lal’in kendisini bırakıp gidişinin ardından, yalnızlığın izini yazar yüzlerinde ve edebiyatın içinde sürerken, bize bunu da gösteriyor. Yazınsal olanı gerçeklik algısı ve yaşama biçimine dönüştüremedikçe, yalnızlığımızın hiç bitmeyeceğini anlatıyor. Semih Gümüş’ün yalnızlığı kimseninkine benzemeyişiyle, daha önce saptanmamış bir var oluş halinin ve derin bir insanlık sancısının adını koyuyor.
Derin bir insanlık sancısı
Semih Gümüş’ün yeni romanı “Yalnızlık Kime Benzer”le ilk romanı arasında özgün bir kan bağı var. Bu bağ, ilk bakışta, iki romanın anlatıcı kahramanları arasındaki benzerlikten kaynaklanıyormuş gibi görünüyor. Hem ilk romanın Sinan’ı hem de yeni romanın adsız kahramanı, en belirgin benzerlikle, yazmak istiyor. Her ikisi de, yazabilmek için toplumdan kopup onun teşne olduğu ve dayattığı hayatı reddetmeye, dolayısıyla ya kent yaşamını terk etmeye ya da bir odaya kapanmaya ihtiyaç duyuyor. Ne var ki, ikisinin de derdi yazar olmak değil. Fakat yazgı gibi taşıdıkları bir zorunlulukları var: Yaşananları yazıyormuşçasına düşünüp anlamak ya da yazacakmışçasına hatırlayıp düşlemek. Kendilerine, sevdiklerine, olan bitene ve hayata ancak yazının içinden, edebi gerçeklikten bakabiliyorlar. Ve galiba, bu mecburiyet, sadece iki romanın kahramanı arasında değil, onlarla Semih Gümüş arasında da kan bağı kuruyor. Hayatı, kendini, insanı, gerçeği ve gerçekliği ancak edebiyatla algılayıp yaşayabilme yazgısı, ileri giderek anlatabileceğimi düşündüğüm bir benzetişle, sanki eşcinsellik ya da dokunaklı ve kalıcı bir sakatlık gibi değişmez bir var oluş halini andırıyor Gümüş’te.
“Yalnızlık Kime Benzer”in kahramanı, karakterleri birbirine, yazarı da karakterlerine benzeten bu benzersiz bağ nedeniyle isimsiz bırakılmış olabilir. Zaten yeni romandaki, verandada yazmanın hatırlandığı ya da Charles Dickens’ın “Büyük Umutlar”ının geçtiği sahneler, ilk romanın Sinan’ıyla yeni romanın kahramanını öyle artistik bir yanılsama yaratarak iç içe geçiriyor ki, kahramanın isimsizliği edebi bir işlev de kazanıyor. Fakat karakterlerin ve yazarın asıl birbirlerine kapanışları, o sancılı var oluş biçimiyle gerçekleşiyor. İki karakter de, konuşma eylemiyle ilgili ciddi kuşkular taşıyor mesela. Sinan, Mina’yla sanki yazıyormuş gibi konuştuğu hissine kapılıyordu sık sık, cümlelerinin gündelik dilde yadırgatıcı kaçtığını düşünüyordu. “Yalnızlık Kime Benzer”in kahramanı da, kendini aşkıyla bir odada ve edebiyatla baş başa bırakıp giden Lal’e “Farkında mısın,” diyor içinden, “Bizim dilimiz yan yana düştü ama hiç aynı olmadı. Aşkların mutsuzluğa mahkûm oluşunun nedeni dillerin aynı olmaması, şu anda düşünüyorum bunu, ara sıra kesişiyor ama aynılaşmadan ayrılıyor.”
Konuşma eyleminin, roman kişilerinin ve yazarın kalbinde yarattığı var oluş ağrısı, akla en çok Heidegger’in “Gündelik dilin kişinin kendisiyle de, gerçekle de hiçbir ilgisi yoktur” saptamasını getiriyor. Konuşmaya ilişkin Semih Gümüş romanlarında duyulan kuşku ya da çekilen sancı, kendini ifade edememenin çok ötesinde, gerçeğe yaklaşma ve onu yazıda arayıp bulma çabasına dönüşüyor. Ve her iki romanda da, bu ağrılı çabanın baş eşlikçisi aşk oluyor. Aşk ya da insanın insana muhtaçlığı Semih Gümüş’te edebi var olma biçiminin önüne geçemiyor ama toplumdan, hatta düpedüz insandan çok doğada ve hayvanlarda görüp inanabildiği insanlık düşümüzün tek umut vaat ededen deneyimi gibi yaşanıyor. Fakat yine de, insanlık denen düş, Gümüş’ün romanlarında yazınsallıkta gerçekleşebiliyor ancak. Yazar, çok tuhaf biçimde, insana hiçbir zaman ait olamamış insanlık kurmacasının sanki ancak yazınsallıkta bulunabileceğine inandırıyor okuru. İnsanlığın, insaniliğin, insanda değil de yazınsal olanda olduğuna. Ve yine tuhaf biçimde, bunun için illa yazmak gerekmediğine. Çünkü Semih Gümüş, yazınsal olanı, yazmanın ötesinde, bir yaşam algısı ve biçimi gibi görüyor.
“Yalnızlık Kime Benzer”in isimsiz kahramanı, Lal’in kendisini bırakıp gidişinin ardından, yalnızlığın izini yazar yüzlerinde ve edebiyatın içinde sürerken, bize bunu da gösteriyor. Yazınsal olanı gerçeklik algısı ve yaşama biçimine dönüştüremedikçe, yalnızlığımızın hiç bitmeyeceğini anlatıyor. Semih Gümüş’ün yalnızlığı kimseninkine benzemeyişiyle, daha önce saptanmamış bir var oluş halinin ve derin bir insanlık sancısının adını koyuyor.
Tolga Meriç
Subscribe
0 Comments
oldest