ISADORA: Devrimci bir dansçı, savaşçı bir tanrıça…
“O sadece bir dansçı değil, dansını özgürlüğe, kadına, çıplaklığa, acı çeken toplumlara, geleceğin çocuklarına adayan büyük bir devrimci, bir savaşçı tanrıçaydı. İflah olmaz ve ‘utanmaz’ bir asi, sanat ve edebiyat âşığı bir aydındı. ‘Kanunları yapan toplum bir erkek toplumudur; kadınların rolü olmadı bu düzende. İşte gerçek skandal bu. Gerçek utanç!’ demişti bir keresinde. Feministti. Ama aynı zamnda ‘aşkın kölesi’ olabilen sıradan bir kadındı. Gücünü aşktan, yeteneğini doğadan alan bir tanrıçaydı. Ben, o tanrıçanın gözlerine baktım.”
Dilek Atlı, Bikini Bölgesi adını taşıyan köşesinde devrimci kadınları anlatmaya devam ediyor… Bu kez konuğu dansın büyük efsanesi Isadora Duncan. Isadora’yla sohbet eder gibi yazmış bir solukta okuduğum yazısını. En güzeli de annesinin ona ve bana ilettiği şahane not oldu: “Onu hatırlatmaya gönül düşürdüyseniz, siz de birer Isadora oldunuz demektir” demiş Dilek’in annesi. Herhalde kendi adıma aldığım en güzel iltifatlardan biri bu.
Şimdi sizi Dilek’in yazısıyla ve tabii ki Isadora Duncan’ın hikayesiyle baş başa bırakıyorum.
Üstteki fotoğraflarda Isadora Duncan’ı görüyorsunuz. Sadece en sondaki fotoğraf onu beyazperdede canlandıran Vanessa Redgrave’e ait. Altta ise ünlü Anna ve Elena Balbusso Kardeşler’in Isadora illastrasyonları yer alıyor. Onların bazı illüstrasyonlarını daha önce de Egoist Okur’da yayınlamıştım. Buradan bakabilirsiniz.
Ben bir tanrıçayım. Ya siz?
“Ben, Isadora Duncan. Dansın devrimci kraliçesi. Yeryüzü ve gökyüzünün gayrimeşru çocuğu. Doğanın ta kendisi. Güneş, benim bedenim. Ufuklar, bakışım. Deniz köpüğü, tenim. Rüzgarlar, saçlarımdır. Ben, denizlerin ve karaların yüce bakiresi. Bütün erkekler bana âşık. Bütün kadınlar benim hayranım. Boyun eğmem. Özgürüm. Kusursuzum ve bir asiyim. Ben, hata yapmam. Yalnızca meydan okurum. Sefalet de benim kölem, ihtişam da. Yunan Tanrıları’nın asil elleri omuzlarımda. Dünyanın bütün kara parçalarında ayak izlerim var. Özgürlük ağıtını ben yazdım. Kadın olmanın yüceliğini haykırdım. Şiir, benim. Heykel, benim. Doğanın güzellikleri benim. Ve çıplağım. Tıpkı sonsuzluk gibi. Ben Isadora Duncan’ım. Yani, Terpsikhore. Ya siz? Siz kimsiniz? Kendi hikayenizin kahramanı mı? Yoksa başkalarının hikayelerini okuyanlardan mı?”
Eğer kendi hikayenizle yüzleşmeye cesaretiniz yoksa bu yazıyı okumayın. Cesaret bulur da okursanız, bilmelisiniz! Isadora, önce gözlerinize bakacak. Sonra yüzünüze ılıkça üfleyecek. Sersemletip sizi kendine çekecek. Canı istediğinde de gidecek. Onunla birlikte kendinize bakacaksınız. Yüzleşmeye cesareti olanlar okusun bu yazıyı. Olmayanlar, gitsin. Bıraksın peşimizi.
Mühim not:
Bir sabah uyandığımda koltukta beni bekleyen Isadora’ya sordum: “Ne güzel bir sabah Isadora. Sen olsan hikayeni nasıl anlatırdın?”
Bu satırları size aktaran ben, bedenimi ve ellerimi bir ‘tanrıça’nın ruhuna hibe ediyorum. Isadora’nın izni oldukça sizi yoklayacağım. Ama şimdilik, gözlerimi kapatıyorum. Yeniden açtığımda Tanrıça Isadora’nın gözlerine bakıyor olacaksınız. Tabii cesaretiniz varsa…
Çocuk Isadora ve tanrıça Isadora…
“Parmak ucunda yürümek mi? Ama bu, doğaya aykırı!”
Kapıyı açtığında karşısında duranın babası olduğunu bilmiyordu beş yaşındaki Isadora. Ama babasının, annesi ve diğer üç kardeşini bırakıp Wall Street’e gittiğini biliyordu. Bu gidişten sonra anne Duncan ve dört çocuğu kendilerine ‘Duncan Çetesi’ ismini takmışlardı. Tüm yoksulluklarına rağmen bu çete, mutlu olabilme gücünü edebiyat ve sanattan alıyordu. Isadora, hayatının iki büyük kararını işte bu çocukluk yıllarında alacaktı: Ömrünün sonuna kadar dans etmek ve asla evlenmemek. 1877 doğumlu Isadora, henüz 12 yaşında okuduğu George Eliot’un ‘Adam Bede’ adlı kitabından çok etkilenmişti. Kitapta, diğer yapıtların aksine mutlu son yoktu. Evlilik dışı ilişkisinden dünyaya gelen çocuğunu öldürmek zorunda kalan bir genç kızın öyküsü anlatılıyordu. Kızın onursuzluğa mahkum edildiği bu öykü, Isadora’nın hayatını kadın özgürlüklerine adamasına neden olacaktı. Özgür bir insan için son derece aşağılık bulduğu evlilik sözleşmesinin boyunduruğuna girmeksizin çocuk doğurabilme hakkı için mücadele edecekti.
En sevdiği kardeşi Raymond, Yunan efsanelerini ezbere okuyan, resme meraklı bir çocuk olarak Isadora’nın Yunan mitolojisinden etkilenmesini sağladı. Bu da dens ederken sahneye neden tunikler ve çıplak ayaklarla çıktığını açıklıyor. Isadora yeteneğine rağmen bale eğitimi almayı şu sözlerle reddedecekti: “Parmak ucunda mı? Ama kimse parmak ucunda yürüyemez ki! Bu doğaya aykırı bir şey!” Çünkü Isadora Duncan, dansa olan yeteneğini doğadan alıyordu. Hatta çok sonraları şöyle yazacaktı bir mektubunda: “Dans etme fikrinin kafamda ilk belirlenişi, çok küçükken deniz kıyısına gidip dalgaları seyre daldığım zamana rastlar. Onların hareketlerini dikkatle izler, onlarınkiyle aynı ritmle dans etmeye çalışırdım.”
Isadora’nın bedenini okyanusun sularına nasıl bıraktığını düşünüyorum. Başını arkaya atıp göğsünü açık denize ve rüzgara karşı sert bir hamleyle gerdiğini. Çıplak ayakları üzerinde ilerleyen hamlelerini. Tüm içgüdüsüyle hareketlerini, dalgaların çırpınışlarından doğan senfoniye uyduruyor. İleriye uzanmış elleri güneşi topluyor. Dionysos sunağına kendini kurban eden genç bir Bakkha rahibesi gibi lekesiz ve saf, kendini sulara bırakmasıyla dans sona eriyor. Onun adı, Terpsikhore. Zeus ve Mnemosyne’in dokuz kızından biri olan Dans Tanrıçası. Müziğin ve şiirin ilham perisi…
Özgürlük, Duncanların en temel kuralıydı. Hiçbir dine mensup değillerdi. Onlar sadece sanatın sadık müritleriydi. Anne Duncan, çocuklarını alıp bir turneye çıkmaya karar verdi. Sanatı sokağa çıkaran Duncan çetesi, yüreklendirici bir başarı elde etmişti. Artık, New York’a yol alma zamanıydı. Hareketli hayatı ve dev mimari yapılarıyla 1885 yılının New York’u son derece etkileyiciydi. Duncan çetesi, ceplerinde bir iki günü kurtaracak kadar parayla evsiz, ama özgürlerdi. Isadora gibi koreografi sanatında devrim yapmayı amaçlayan bir genç kız için Broadway her geçen gün daha da ulaşılmaz oluyordu. Yine de yaşamak için para kazanmak zorundalardı. Isadora, Duncan çetesini yaşatmak üzere hiç de istemeden küçük bir tiyatroda pandomim sanatçısı olarak işe başladı. Hemen hemen her gün sahne arkasında ağladıktan sonra haftada onbeş dolar kazanmak için sahne alıyordu. Para biriktirmeliydi, çünkü büyük bir hayali vardı. Bir dans okulu açmak!
Bir çılgınlık anında verdiği istifasından kısa bir süre sonra Ethelbert Nevin adlı bir bestecinin eserlerini keşfeden Isadora onu, birlikte küçük bir salonda sahne almaya ikna etti. Yunan tuniği ve çıplak ayaklarıyla sahneye çıkan bu genç ve güzel Kaliforniyalı kızı artık, New York sosyetesi sahnede görmek isteyecekti. Bir süre sonra yüksek sosyetenin sanatsal bakış açısından uzak ve şekilci tavrı Isadora’nın sabrını taşırmıştı. Duncan Çetesi, bu defa rotasını Avrupa’ya çevirdi. Gerekli parayı bulmak için Isadora, tek tek zenginlerin kapısını çaldı. New York’un zengin isimlerin bir kısmı Isadora’ya destek verdiler. Artık yaşlı Avrupa, onları bekliyordu. Neyse ki birkaç girişimden sonra Fransız entelijansiyasının huzuruna çıkabilen Isadora, eline geçen parayla bir atölye kiralayıp ailesiyle birlikte barınmak ve dans etmek ihtiyaçlarına bir çözüm bulmuş oldu.
Isadora’nın hayatından enstantaneler. sağdaki fotoğraflarda sonradan sevgilisi olacak genç Sovyet şairi Yesenin var.
“Sevgili Isadora! Görmüyor musunuz, anlamıyor musunuz bir tanrıça olduğunuzu? Tanrıçalarla sevişilmez!”
Dansına ilham veren Yunan mitolojisindeki ilahelerin güzelliğine ve dokunulmamışlığına sahip Isadora, hayran bakışları üzerinde topluyordu. Genç Isadora’yla ilgilenen birçok erkek olsa da o, ilk heyecanı entelektüel çekiciliğinin dışında hiçbir fiziksel çekiciliğe sahip olmayan André Beaunier ile yaşamak istiyordu. Beaunier ise, buluşma günlerinde Isadora’nın dizinde şiirler ve pasajlar okuyor ama herhangi bir yakınlaşma için girişimde bulunmuyordu. Oysa Isadora, her geçen gün dansıyla birlikte daha da yakından keşfedeceği bedenini tüm zevklere açmak, aşktan beslenmek istiyordu. Isadora, André’yi akşam yemeği için evine davet etti. Güzel bir masa hazırladı. Şeffaf bir tunik giydi. Saçlarına güller takıp sevgilisini beklemeye koyuldu. Fakat André, bu karşılama karşısında birkaç laf geveleyip evden kaçarcasına çıktı. Isadora, büyük düş kırıklığına uğradı. Yolunda gitmeyen şeyin ne olduğunu Isadora’nın kadim dostu Mary, şu sözlerle özetleyecekti: “Sevgili Isadora! Gerçekten de görmüyor musunuz? Gerçekten de anlamıyor musunuz bir tanrıça olduğunuzu? Tanrıçalarla sevişilmez ki!”
Tam bu esnada Maurice Lever’in Isadora adlı kitabını bırakıyorum elimden. Aniden beynime hücum eden düşünceler bulutundan sıyrılmak için camdan dışarı bakıyorum. Güneşte, ağaçta ve toprakta Isadora’nın yüzünü arıyorum. Mary’nin söylediklerinden sonra Isadora’nın yüzündeki ifade nasıldı acaba? Bir tanrıça ile sevişebilecek bir erkek! Yavaş yavaş bulutlar kalkıyor. Bir erkeğin kendisinden üstün gördüğü bir kadın karşısındaki acizliğini görebiliyorum. Kimseyi kırmak istemem. Ama gerçek şu: Bazı erkekler bir tanrıçayla sevişebilecek kadar güçlüdür. Bazıları değildir.
“Aşkın benden esirgediği sevinçleri dansta arayacağım artık’ diyen bu kalbi kırık tanrıça, Paris’ten sonra Almanya, Avusturya, Macaristan’da turnelere çıkacaktı. Kraliyet ailesinin mensupları ve aydın kesim onu ayakta alkışlıyordu. Ama Isadora’nın aşka muhtaç kalbi, mutluluğunu tam yaşayabilmesine izin vermiyordu. Mary ise arkadaşına şunları itiraf edecekti: “Tüm kadınlar çocukluklarından beri anlaşılmaz olmak ve kışkırtmak konusunda eğitilmişlerdir. Erkeklerin kadınlarda gördükleri, bedenlerinin cinsel yanı değil, cinselliğin kendisidir. Isadora, siz bu aldatmacayı aşmayı yeğlediniz. Siz, bedeninizi gözler önüne sererek onların düş kurmasını engellemiş oldunuz. Diğer taraftan, siz sanatçısınız, kültürlüsünüz ve yaratıcısınız. İşte bu yüzden sizinle sanat ve felsefe konuşmaya cesaret edemiyorlar. Kendilerini dışlanmış hissediyorlar. Zaten siz devrimcisiniz, hem kadın olarak hem de dansçı olarak. Üstelik dünyanın en naif devrimcisiniz. Tüm bunlar, erkekleri korkutuyor Isadora. Ne diyeyim?”
Isadora daha sonraları Berlin Flarmoni Orkestrası’nın salonunda gerçekleştireceği bir konferansta aşka olan tutkusuna rağmen şu açıklamayı yapmaktan geri durmayacaktı: “Özgürlüğün sanatı, danstır. Evlilik sözleşmesini okuyup yine de evlenmeyi kabul eden her sağduyulu kadın, bu hareketinin her sonucunu hak ediyor demektir. Hiçbir feminist hareket, üyeleri evlilik yeminlerini bozmadıkça, kendisini özgürlük hareketi olarak niteleyemez. Bu dünyanın en küçültücü ve anlamsız kurallarından biri, evliliktir. Sizlere, evlilik dışı doğmuş ünlü insanlardan oluşan uzun bir liste verebilirim. Bu, onları yaşamlarında başarılı olmaktan alıkoyamadı. İlle de bir sözleşme gerekiyorsa sebep, arada güvenin olmamasıdır. İki insan arasında temel olan, içtenliktir, sevgidir. Ve aşk bir kağıt parçasının altına atılan iki imzayla ölçülemez. Kim engel olabilir ki kadının çocuğunu evlenmeden doğurup yetiştirebilmesine? Hiç kimse. Yineliyorum: Hiç kimse! Kanunları yapan toplum bir erkek toplumudur. Kadınların bir rolü olmamıştır bu düzende. İşte gerçek skandal bu. Gerçek bir utanç!”
Şu an feminizmi erkek düşmanlığıyla karıştıran zihniyete seslenmek istiyorum. Hoş, onlar yazının en başında sözü geçen cesarete sahip olmadıkları için sesimi duymayacaklardır. Ama yine de birkaç meraklı varsa belirtmek isterim. Isadora, size neyi gösteriyor? Bir kadının hem özgürlüğünü yaşayıp, hem kişisel haklarını savunup, hem de bir erkeğe tutkuyla aşık olabileceğini mi gösteriyor acaba? Yani feminizm, bir erkek düşmanlığı değil; aksine erkeklerle aşk dolu, eşit ve nazik bir dünyada yaşama hayaliyle kadınların haklarını savunması olabilir mi?
Solda Isadora, sağda ise onu sinemada canlandıran Vanessa Redgrave.
İlk aşkı öfkeli dâhi Gordon Craig’e göre Isadora pekala dansı bırakıp sevgilisinin kalemlerini yontmaya başlayabilirdi…
Sahne tasarımcısı ve yönetmen Gordon Craig ile yolları kesiştikten sonra Isadora âşık olacaktı. İki sanatçının ruhları benziyordu ama Gordon’ın farkı, öfkesi ve kendini beğenmişliğiydi. O, bir dahiydi, bu doğru. Fakat, Isadora gibi güçlü bir karakterin yanında kendini aşağı hissediyordu. Bu da Isadora’ya karşı kaba, hiddetli tutumlar sergilemesine neden oluyordu. Birkaç hafta süren tutkulu aşkın ardından Gordon, kendi bunalımlarını Isadora’ya da bulaştırmaya başladı. Fırtınalı kavgalar ve Gordon’ın saplantı haline gelen benlik duygusu, ‘Benim sanatım, benim hayatım, ben, ben, ben’ söylemlerine neden olacaktı. Isadora’nın dansının Gordon için hiçbir önemi yoktu. Ona kalırsa dansı bırakıp daha iyi çizimler yapabilmesi için kalemlerini yontabilirdi. Sanatına devam etmek için direnen Isadora, o yenilmez kararlılığını ve savaşçı ruhunu sonuna kadar koruyacaktı.
İlerleyen günlerde Gordon ve Isadora, bir kız çocuğu sahibi oldu; Deirdre… Gordon, her ne kadar kızlarını sahiplenmese de bunun Isadora için bir önemi yoktu. O, kızına kendi bakabilecek güçte ve inançta biriydi. Dengesizliğiyle tanınan Gordon, öfke kontrolünü kaybettiği zamanlarda Isadora’ya el kaldıracak duruma geliyordu. Hemen ardındansa Isadora’nın dizleri dibine çöküp onu öpücüklere boğarak özür diliyordu. Yaptıklarından pişmanlık duyuyordu: “Kendimden iğreniyorum Isadora. Buna hiç hakkım yok. Sana rastladığım zaman ben bir hiçtim. Sense benliğini çoktan bulmuştun. İçimde delilik tohumu var herhalde benim.”
Tanıdık geldi mi? Hangisi? Feminist Isadora’nın böyle bir adama tahammül göstermesi mi? Gordon’ın aşağılık kompleksi mi? Yoksa Isadora’nın mesleğine gösterdiği saygısızlık mı? Egosu mu, Isadora’nın her şeye rağmen çocuk sahibi olması mı? Gordon’ın, kendi çocuğunu sahiplenmemesi mi? Şiddete başvurması mı? Yoksa pişman olup özür dilemesi mi? Bunlardan en az birine, bir şekilde tanıklık etmeyen birileri var mı?
Isadora düşünüyordu. Craig’le nasıl birlikte olunabilir acaba? Ya da onsuz yaşanabilir miydi? Çözümsüz bir ikilemdi. Danstan vazgeçemezdi Isadora. Böyle bir özveride bulunsa bile sonuncunun bir garantisi yoktu. Craig’in değişken yapısı asla iyileşmeyecek türdendi. Craig, Isadora’nın tüm umutlarını boşa çıkarıyordu. Üstelik Gordon Craig’i diğer kadınlardan kıskanan Isadora, böylesi çağdışı bir düşünceye sahip olmaktan utanıyordu. Isadora’nın elinden gelen acı çekmek ve boşlukta debelenip durmaktı. Ama bu böyle gidemezdi! Isadora çareyi, yeni bir turneye çıkmakta bulacaktı.
Talihsizlikler hep arka arkaya yaşanıyor ve Isadora üç çocuğunu kaybediyor
Gordon Craig’dan ayrılan Isadora’nın yüzleşmesi gereken bir gerçek te maddi sıkıntıydı. Bu esnada tanrılar Isadora’ya yine yardım elini uzatmış olacak ki asrın en zengin adamlarından biri olan Paris Singer ile yolları kesişti. Singer dikiş makinelerinin yüzyılın mucizesi olarak nitelendirildiği yıllarda Isadora, hiç olmadığı kadar rahat bir hayat sürecek, kendinden büyük olan Paris Singer’den Patrick isimli bir erkek çocuk dünyaya getirecekti. Singer’in defalarca yinelediği evlenme teklifini reddeden, ondan gelen hiçbir mücevheri ve büyük hediyeleri kabul etmeyen Isadora, Singer’i sevdiği için onun yanındaydı. Isadora’ya tutkuyla bağlı Singer’in elinden sadece Isadora’nın sahibi olduğu dans okulunun tüm masraflarını karşılamak geliyordu. Kim bilir, Meudon’daki Bellevue Malikanesi’nde kaç dansçı Isadora’nın ellerinde yetişti…
Aslında her şey Isadora için yolunda gidiyordu. Acı ve yoksulluk dolu günler geride kalmıştı. Refah ve aşk içindeydi. Ta ki o güne kadar… Çocukları Deirdre ve Patrick’i taşıyan özel otomobilin şoförü Seine nehri yakınlarında stop eden arabanın manivelasını çalştırmak üzere arabadan indi. El freni çekik olmayan otomobil, içindeki çocuklar ve dadıyla birlikte Seine nehrinin sularına gömülecekti. Bu acıyla birlikte bir zaman yaşadıktan sonra yeniden çocuk sahibi olmak isteyen Isadora’yı başka bir acı daha bekliyordu. Kısa bir gönül ilişkisine girdiği genç bir adamdan hamile kalan Isadora, doğum yapacağı gün I. Dünya Savaşı patlak verdi. Savaşın ilk günü dünyaya gelen bebeği oksijen tüpü bulunamaması sonucu Isadora’nın kollarında ölecekti.
Moskova günlerinde cüretkar serseri Sergey Yesenin’le tanıştı. Yüzündeki morluklar ondandı…
Yaşlı Avrupa savaş sonrası sanat yaşamına olan ilgisini yitirmiş, Amerika ise ‘yeni dünya’ denen ruhsuz bir yaşam tarzına bürünmüştü. Tam o günlerde Isadora’nın eline Rusya’dan bir telgraf geçecekti: “Sizi Moskova’ya bekliyoruz. Bir okulunuz ve binlerce öğrenciniz olacak. Tasarladıklarınızı en geniş düzeyde gerçekleştirebileceksiniz.”
Teklifi kabul eden Isadora, dünya basınının ilgisini yine istemeden üzerine çekecekti. Bir gazetecinin ‘Bolşevik mi oldunuz?’ sorusunu ise şöyle yanıtlayacaktı: “Bolşevik olup olmadığımı bilemem. Bildiğim tek şey şu ki, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, insanlığın iki bin yıldır tanık olduğu en büyük mucizedir. Platon’un, Nietzsche’nin, Walt Whitman’ın kehanetleri artık gerçekleşmek üzere.”
Uzun ve zorlu Moskova yolculuğu, yerini bir düş kırıklığına bırakacaktı. Lenin’in yeni ekonomik planı nedeniyle Rus hükümeti gelirlerini açlık çeken çocuklara seferber edince Isadora’ya verilen taahhütler gerçekleştirilemedi. Kırk öğrenciyle yetinmek zorunda kalan Isadora, açlığın ve yoksulluğun sınırından Rus aydınları sayesinde kurtuldu. Sık sık gerçekleştirilen partilerinin birinde Isadora, hayatının akışını etkileyecek adamla tanıştı: Sergey Aleksandrovich Yesenin. Yeni yetme Rus şair Sergey, cüretkar bir serseriydi. Tanıştıkları ilk gece onun için dans eden Isadora, şaşırtıcı bir tepkiyle karşılaştı. Sergey, hayatı boyunca kendisine ve dansına hayranlık duyan erkeklere alışık olan tanrıçayı aşağılayacak, onunla dalga geçecekti. Bu ilk tepki aslında, Isadora ve Sergey’in gelecekteki ilişkilerinin kısa bir önizlemesiydi.
Erkeklerin önünde diz çöktüğü bir ‘tanrıça’ya sıradan bir kadın gibi davranan Sergey, belki de bu nedenle Isadora’yı etkilemişti. Belki de tanrıça, yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra kendini suçluyor ve ‘aşağılık’ hissediyordu. Sergey’in takındığı tutum bunu destekler nitelikteydi. Kendi aşağılık hissini onaylayan bir adamın kolları en güvenli yerdi. Olabilir mi? Bilmem, belki de…
Dans performasında hiçbir düşüşe uğramayan Isadora, kırklı yaşlarına gelmiş, kilo almıştı. Çocuklarının ölümü onu alkole daha da yakınlaştırmıştı. Şimdi karşısında yirmili yaşlarında, yakışıklı ve çok yetenekli bir şair vardı. Fakat Sergey, alkolikti ve sınırını bilmez şekilde saldırgandı. Depresyon, Sergey için bir hastalıktan çok, kişilik özelliğiydi. Isadora, Sergey tarafından sürekli hakarete uğruyordu. Tüm bunların ötesinde Sergey, Isadora’yı dövüyordu. Hem de en ağır darbelerle. Öyle ki Isadora, pudralar yardımıyla yüzündeki şişlik ve morlukları kapatmaya çalışıyordu. Dostu Mary, olanlara tanık olmaktan yoruluyor, Isadora’ya bir an önce kendine gelmesini ve Sergey’i bırakıp Amerika ya da Avrupa’ya dönmesini öğütlüyordu. Isadora ise Mary’i “Çok seviyorum. Onsuz yaşayamam’ diye yanıtlıyordu.
L’Homme Noir mısralarındaki sevgilinin yüzü…
“Moskova, 3 Mayıs 1922. Ünlü Amerikan dansçısı Isadora Duncan, Sovyet şair Sergey Essenin’le resmen evlendi.”
Haber basın ajanslarının teleskriptörlerinden geçtiğinde gazetecilerin gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Isadora Duncan evlenmiş miydi? Onun evlilik hakkındaki düşüncelerini anımsamayan var mıydı? Haber tüm dünya gazetelerinin ilk sayfasını dolduracaktı. Batı basınının iddia ettiğinin aksine, Sergey ile olan evliliği prensiplerinden hiçbir şey götürmemişti Isadora’nın. O, evlilik ilkelerine karşı olan kesin tavrını hala sürdürüyordu. Bu kararı alması şairi Sovyetler Birliği’nden dışarı çıkarabilmek içindi. Birlikte Berlin’e gitmek üzere yola koyuldular.
Belin’den sonra Boston’da yapılacak bir gösteri için çılgın çift, Amerika’ya gitti. Boston gösterisi, zaten muhafazakar ve bolşevik düþşmanı halkın Isadora’ya önyargılı yaklaşması nedeniyle gergin başlamıştı. Isadora ise bu duruma her zamanki tavrıyla meydan okuyacaktt. Sahneye beden hatlarını ve tenini belli eden şeffaf bir tunikle çıkan tanrıça, gösterinin bir bölümünde göğüslerini açarak dans edecekti. Salondaki bağrışmalar yerini terk edişlere ve hakaretlere bırakınca Isadora şu konuşmayı yapacaktı: “Sanatımın simgelediği bir şey varsa o da kadın özgürlüğüdür. Ve bu özgürlüğün meşru hale gelmesidir. Kadınlar kendilerini yeni kıtadaki Püritanizm entrikalarından ve dar kalıplarından kurtarmalıdırlar. Çıplaklık gerçek olandır. Gerçek güzelliktir. Sanattır. Ve bunun içinde asla ve asla bayağı olamaz. Benim bedenim sanatımın tapınağımdır. Çıplak bedenimi güzellik tapınağının hazinesi olarak sergiliyorum.”
Isadora için ilk Femen demek mümkün mü? Bence, evet!..
Berlin’e dönen çift yoğun bir gece hayatı yaşıyordu. Hemen her akşam Isadora ve Sergey, tam kadro halinde, Gorki, Kusikov, Nabokov ve Kontes Tolstoy ile birlikte dışarı çıkıyordu. Eşcinsel kabarelere merak salan Sergey’i bir gün Isadora, makyaj yaparken yakalayacak ve çılgına dönecekti. Her geçen gün daha saldırgan bir duruma gelen Sergey, Paris’in en ünlü otellerinden Crillon’da çıkardığı büyük olayla Isadora’nın sabrını taşıracaktı. Bu büyük olayın sonunda Sergey’i muayene eden doktor, ona kocasının hastane bakımına ihtiyaç duyduğunu yoksa sınır dışı edileceklerini söyledi. Ertesi gün Sergey, iki polis ve Isadora’nın kendisine verdiği parayla birlikte sınır dışı edildi. İlerleyen günlerde Sergey’in intihar ettiği haberi Isadora için hayatının son acı darbesi olacaktı. Tanrıça, büyük aşkı Sergey’i ömrünün sonuna kadar ünlü L’Homme Noir şiirini okurkenki haliyle hatırlayacaktı.
Elveda doğa, elveda dans, elveda aşk!
Elli yaşındaki tanrıça, günü birlik aşkları kendine eğlence haline getirmişti. Arkadaşı Mary ile gittiği Paris’in şık balık restoranlarının birinde gözüne karşı masada oturan genç ve yakışıklı bir adamı kestirmişti. Genç adamın bir Bugatti satıcısı olduğunu öğrenen Isadora, ona otomobil satın almak istediğini söyleyerek kartını verdi. Elbette genç adam, Isadora’yı arayacak, onu deneme sürüşü için atölyesinde ziyaret edecekti. Birlikte sohbet edip içki içtikten sonra Isadora, otomobili test etmek üzere genç adamla birlikte dışarı çıktı. Kırmızı uzun şalını da şöyle bir boynuna doladı. Şoför koltuğuna geçip gaza bastı. Otomobil, Promenade des Anglais’e yönelmişti. Deniz karşılarında iri dalgalarla kabarıp duruyordu. Isadora’nın şalı rüzgarda salınıp dalgalandıktan sonra yavaşça yola doğru indi. Yüz metre ötede, uzun şalın ucu tekerleğin poyrasıyla kelebek arasında sıkıştı. Yola devam eden otomobilin ileri doğru ilk hareketiyle Isadora’nın başı tıpkı danslarındaki gibi arkaya devrilip arabanın saç kaplamasına dayandı. Ertesi gün gazeteler birinci sayfadan duyuracaktı: “Isadora Duncan, trajik bir kaza sonucu boynu kırılarak öldü.”
Gökyüzünü bulutlar terk edebilir mi? Dağların karlı tepeleri koparılıp alınabilir mi? Yeryüzünün bekçisi ağaçlar toprağından bir anda sökülebilir mi? Güneş ya da ay gökyüzünden boşluğa düşebilir mi? Öyle bir anda… Beklenmedik bir hamleyle… Sanki mümkünmüş gibi bir tanrıça ölebilir mi?
O, sadece bir dançı mıydı, yani? Dansını özgürlüğe, kadına, çıplaklığa, acı çeken toplumlara, geleceğin çocuklarına ve tüm halklara adayan bir devrimciydi. O, yaşadığı tüm zorluk, imkansızlık, açlık ve yokluk sınırlarına boyun eğmeyen, asla vazgeçmeyen savaşçı bir kraliçeydi. O, balenin tüm kurallarını ve burjuvazinin sığlığını reddeden, sanatı halka indiren bir teorisyendi. O, modern dansın temellerini atan ve öğrenciler yetiştiren bir eğitmendi. O, iflah olmaz ve utanmaz bir asiydi. O, edebiyat ve sanat aşığı bir aydındı. O, ataerkil toplumlara evlenmek ve çocuk sahibi olmak konusunda başkaldıran, hemcinslerini yüreklendiren bir emsaldi. Feministti. İdealistti. Komünistti. Ve aşkın kölesi basit bir kadındı. Sahip olduğu özelliklerini aşktan, gücünü ve yeteneğini doğadan alan bir tanrıçaydı. Ben, o tanrıçanın gözlerine baktım.
“Evet, ben bir devrimciyim,”diyordu. “Bütün gerçek sanatçılar, devrimcidir.”
Fonda Ludwig van Beethoven’in Ayışığı Sonatı çalıyordu.
Dilek Atlı
Video
Aşağıdaki kısa videoda tanrıça Isadora’yı dans ederken göreceksiniz.
Subscribe
0 Comments
oldest