İsimsiz heykeller kenti İstanbul
Nihayet! Emine Çaykara, İstanbul Hikayeleri başlıklı köşesi için yazdığı yeni yazıyla Egoist Okur’da. Şehrimizin heykellerini anlatıyor bu kez, kıyıda köşede kalmış, ihmal edilmiş, saygısızca bakımsız bırakılmış güzel ve suskun heykeller de var yazısında, günün modasına uygun bir şekilde toplu imalat tezgahından çıkmış ve görgüsüzlüğün baştacı ettiği ucube enginer, lahana, muşmula benzeri meyve-sebze heykelleri de… Daldan dala atlamayı ve bu arada her yazısını adeta kusursuzca kaleme alınmış bir hikaye gibi sürükleyici kılmayı iyi başaran sevgili arkadaşım Emine’nin kaleminden Sardunya Adası’ndaki Gramsci heykelinin inşa edilme macerasını okuyunca imrenecek, koskoca Sultan Abdülaziz’in sipariş ettiği atlı heykelini istediği meydana koyamayınca evinde sergilemeyi tercih ettiğini öğrenince şaşıracaksınız. Altıyol’da yanından geçenlerin sevgisini etrafına çer çöp atarak gösterdiği hatta ara sıra tekmelediği Boğa heykelini ya da çalınan Kaz Rodi heykelini okuyuncada çok üzüleceksiniz…
İsimsiz heykeller kenti İstanbul
İstanbul sadece bugünün hamasi üslubuyla ticaret, ekonomi merkezi olduğu için değil yüzyıllara dayanan imparatorluklar geçmişi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olması nedeniyle zaten markadır, her ilk burada uygulanır ve burada yapılan her şey örnek alınır, izlenir. Kentin kıymetini, ruhunu, özünü bilmeyenlerin, anlattıklarına kulak tıkayanların özelliğidir İstanbul’dan yeni markalar yaratmaya çalışmak. Hele söz konusu olan sanat ve kültürse merkezdir burası, bu alanda eğitim kurumları ilk olarak İstanbul’da açılmış, öyle ya da böyle bütün istekler uygulanamasa da bütün ilkler burada kendini göstermiştir. Ve bu merkez olma özelliğinden ötürü Türkiye’nin her yerinde olan bitene karşı da duyarlıdır bu şehir. Bu uzun giriş Sanat Tarihçileri Derneği’nin Mimar Sinan Üniversitesi’nde düzenlediği ‘Kamusal Alanda Heykel- Estetik ve İşlev’ başlıklı sempozyum yüzünden. Mehmet Aksoy’un Kars’ta anıtı yıkılırken İstanbul’da onun da katıldığı bir toplantıyla sanat tarihçileri, heykeltıraşlar bu konuyu enine boyuna masaya yatırdılar. Ancak öğleden sonra oturumuna yetiştiğim sempozyum yıllardır hep üzüldüğüm, acıdığım, çalıların arasına, anlamsız noktalara yerleştirilmiş, kentliyle neredeyse hiç bağ kuramamış İstanbul heykelleri üzerine tekrardan düşünmeme neden oldu.
İstanbullu Heykeller paylaşan: EmineCaykara
Süreklilik, süreklilik, süreklilik… Ah ne kadar önemli bir mevzudur bu. Süreklilik olmazsa biriktirilmez; ne bilgi, ne sanat, ne dil, ne kültür, ne de insan tabii. Her şey havada kalır, içselleştirilemez, belirli bir kararlılık ve planla gitmezseniz karşınıza sanat adına öyle şeyler çıkar ki şaşırırsınız. Bir toplumu sağlamlaştıran tarih, dil, kültür, sanat gibi en önemli sosyal alanlarda süreklilik kırılmaya uğrarsa, yani bilgi taşınamazsa hafıza oluşamayacağından toplumlar gelişme gösteremez ve bir bakarsınız kimliğinin, tarihinin, kültürünün farkında olmayan, ne kendini ne içinde yaşadığı toplumu anlayamayan, ‘moda’ olan her şeye kendini kaptırabilen kuşaklar da, elma ile armudu hatta köfteyi alçıyla şekillendirip bunu heykel sanan yöneticiler ortaya çıkar. Sürekliliğin korunması, aktarılması yaşamsaldır anlayacağınız… Batı toplumları bu sürekliliği önemsedikleri için gelişme gösterebilmiştir. Prof. Semra Germaner, sempozyumda didaktik karakterlerin büstlerinin, heykellerinin 18. Yüzyılda ortaya çıktığını anlattı. Bilgi böylece o kişiden öbür kişilere aktarılıyor, üzerinde düşünülüyor ve taşınıyor. Sanat aracılığıyla… Filancanın büstü kamusal alana koyulurken –bunun da kuralları ve bir anlamı var tabii ki- sanatsal, toplumsal ve şehircilik açısından ölçülere göre hareket ediliyor ki, edilmeli ki kentliler o eserle(rle) ilişki kursun. Akıl toplumu oldukları için yap boz benzeri hallere, yaptım oldu gibi keyfiyetlere mahal verilmiyor. Bizde ise bilgi kurumlaşamadığından şansımıza, filanca bölgenin, semtin yöneticisi kültürlüyse yüzümüz gülüyor, değilse çirkinliklere bakmak zorunda kalıyoruz. Bilgiler kamuya aktarılmadığı için de kaderine razı gelen, bu konuyu mevzu bile etmeyen insanlar heykellerin önünden geçip gidiyor. Kamusal alana uygun çalışmalar hiç yok değil ama genel bir yaklaşım ve kararlılık olmadığı için ilerleme gayet sakat oluyor.
İstanbul’da dolaşırken hep kenarda bir başına duran, ne sanatçının adı belli, ne eserin adı belli heykellere bakakalırım. Hem gördüğüm için sevinirim, hem haline üzülürüm. Alın size bir örnek: Barbaros Bulvarı’nda Yahya Kemal Parkı’ndaki şairimizin heykeli, etrafı şiirleriyle dolu ama ne sanatçının ne heykeli dikilenin adı yazılı, bir bilmece çözer gibi etrafında dolanın, hedef kamu ama geriye bilmeyenlere bir şey demeyen, yalnız bırakılmış, unutulmuş şair kalıyor. Bir başka örnek; Haluk Tezonar’ın yaptığı Kadıköy’deki Balıkçı Heykeli. İnsanların buluşma noktası yapmak, kaidesinde bir şeyler içip sohbet etmek de işin bir parçası –bunu hoş bulan heykeltıraşlar da var bulmayanlar da– ama anlamını yok edip onu bir dekora indirgemek büyük saygısızlık ve sevgisizlik.
Sempozyumda koskoca Sultan Abdülaziz’in sipariş ettiği atlı heykelini istediği meydana koyamayıp evinde sergilemekle yetindiğini öğrendim. Düşünsenize, sultan atlı heykelini meydana, kamusal alana koymak için yaptırıyor ama gelecek tepkilerden korktuğu için bunu yapamıyor. O zamanlarda imparatorlukla rekabet içinde olan ve Mısır’da kendi başına hareket ederek Osmanlı’yı şaşırtan Kavalalı Mehmet Paşa, kendi atlı heykelini bir güzel İskenderiye’ye diktiriyor. Osmanlı döneminde yapılan ve bugün Kadıköy’de duran meşhur Boğa heykelini ele alalım. Sultan Abdülaziz’in sipariş ettiği 24 parçalık hayvan heykeli grubundan olan boğa heykeli de o dönemde yapılan diğer hayvan heykelleri gibi şehrin içinde bir oraya bir buraya tur attıktan sonra bir yerlere yerleştirilenlerden. Bir garip duruyor zaten, seviliyor mu sevilmiyor mu, kime ne diyor meçhul. Gözümün önünde üç genç önlerine çıkan boğa heykeliyle dalga geçerek tekme attı. Gidin bir izleyin, onu gören herkes şöyle bir duruyor, hayranlık ve şaşkınlıkla bakıyor, yakınındaysa sağından solundan dönüp inceliyor. Ama yine de bir başına zavallı, insanlarla konuşamıyor, öksüz.
Bilgiyi, kültürü, sanatı taşımada aksak gidince heykellere yabancı ve anlam veremeyenler de ‘heykel’ diye yerleştirilen inanılmaz çirkin şeyler de çıkıyor. Alın size Bayrampaşa’daki enginar heykeli, yaklaşanı korkutan dev bir enginar… Kabus gibi. Ne için? Bayrampaşa’yı simgelediği için… Topkapı Sarayı’nın birinci avlusundaki lahana heykelinden, anıtından haberdar olsaydık bu kadar korkunç bir şeyi yapar ve yerleştirir miydik acaba? 18. Yüzyıl sonunda Sultan III. Selim’in bamyacılarla lahanacılar arasında –bu iki grup bugünün futbol fanatiği gibi algılanabilir, Merzifon ve Amasya’da tahta hazırlanan şehzadelerin tuttuğu süvarilerle ilgili bir ayrım bu ve lahana Merzifon’un, bamya da Amasya’nın simgesi, II. Selim de buradan bir atış yapmış ve hedefi vurmuş– lahanacıları tuttuğunu anlatır bu anıt aynı zamanda. Ya Cumhuriyetin 50. Yılı nedeniyle dikilen güzelim heykeller yine oradan oraya dolaşmayıp, kaybolmayıp, ilk yapıldığı yerde durup kentlilerle ilişki kurmalarına izin verilseydi böyle olur muydu? Sonra İlhan Koman’ın müthiş Akdeniz heykeli. Kocaman kollarını açmış herkesi kucaklayan Akdeniz Heykeli’nin başına bunlar gelir miydi? Bir sürü örnekten sadece birkaçı bunlar… Uç bir sürü örnek de var, alın birini, Gürdal Duyar’ın ‘Güzel İstanbul’ heykeli, müstehcen bulunup kaldırılmıştı Güzel İstanbul.
Sempozyumda heykeltıraş ve Marmara Üniversitesi Heykel Bölümü öğretim üyesi Prof. Nilüfer Ergin şahane bir öykü anlattı. Hayal değil, gerçek bir öykü… Yıl 1977. Olay İtalya’da Sardunya Adası’nda geçiyor. Sardunya Adası’nda Ales kasabasında doğmuş İtalyan Komünist Parti kurucu üyesi, lideri, yazar, düşünür Antonio Gramsci için kasaba halkı bir heykel yaptırmak istiyor. Kasaba halkı istiyor! Bunun için heykeltıraş Gio Pomodoro’yu seçiyor. Pomodoro, heykel için planlanan alana yerleşecek eseri üzerine düşünüp köylülerle iletişim halinde burada belli bir süre geçiriyor. Ve sonunda kasabanın girişindeki alana yörenin doğal malzemesi kalker taşından yaptığı Piano d’uso collettivo a Gramsci’yi (Gramsci’ye adanmış ortak kullanım alanı heykeli) yerleştiriyor. Gel de imrenme! Bu arada Nilüfer Ergin’in, Kadıköy çarşının sembolü olmuş ve sürekli ortalarda dolaşan Rodi’nin heykelini yapan sanatçı olduğunu hatırlayalım. Rodi bir kaz ve Kadıköy’le ilgili çalışmasında Nilüfer Ergin onu ölümsüzleştirmişti ama ne yazık ki bir haftalığına… Bir hafta sonra Rodi’nin heykeli çalınmıştı çünkü!
Sempozyumun sonundaki panelde ‘Ucube’ diye nitelendirilmiş anıtın –anıt bu arada, anı ve taş kelimelerinden oluşuyormuş, hani hatırası olan taş anlamında-heykeltraş Mehmet Aksoy da vardı. Aksoy sanatın kafa yaptığını, içimizde ucubeleri, gerçekleri görmemizi sağladığını söyledi. Sanat bir alan, bir eğitim, bir eseri de ancak bu çerçevede değerlendirebiliriz, Semra Germaner’in dediği gibi. Kamusal alandaki uygulamalarda kamunun onayı, içselleştirmesi ve bir sürü önemli ayrıntının gözetilmesi gerekiyor evet, sanatın kültürün insanı mutluluktan sarhoş eden yanını herkese bulaştırmak için bu şart. Ben bazen içime su serpmek, sanat tarihi geçmişimizde ve heykellerin arasında dolaşabilmek için İstanbul Resim Heykel Müzesi’ne giderim ama heyhat, dört yıldır bu müze de kapalı ve ne yazık ki ne zaman açılacağı meçhul.
İstanbul’da kamusal alana gerektiği koşullarla yerleştirilen heykeller, anıtlar elbette var ama alacağımız çok yol var. Ben son günlerde bir heykele fena halde taktım; Marmara sahil yolunda, Kennedy Caddesi üzerinde giderken Yenikapı yakınlarında duruyor kendisi, bir koltukta oturuyor ve yakınlarındaki tabelada sadece Türkmenistan Parkı yazılı. Heykel Meçhul adam denize ya da caddeye değil de hafriyata, İDO terminaline dönük. Kim olduğunu bir türlü öğrenemedim, belediye kamusal alana heykel yerleştirmiş de hani kamusal alanda heykel deyince bu şekilde sergilemeyle kamunun yararına heykel olmuyor. Yine o yakada görmek istemediğim, Zeytinburnu belediye başkanının tasarımı olan ve surların bütün güzelliğini sakatladığı gibi estetik yoksunu bir ‘anıt’ var, barışı dostluğu simgeliyormuş, bir el ve içinden çıkan zeytin dalları karşınızda. Heykelde moda olur mu, sanata yabancıysan olur tabii, taklit edersin olur biter. Ezcümle diyeceğim o ki Türkiye’nin her ilini kaplamış, İstanbul’a doğru enginarla giriş yapan ve devamının geleceğinden korktuğum meyve sebze, el ve içine eklenmiş gariplikler boşuna türemedi anlayacağınız…
Sözü en iyisi Tanpınar’dan bir alıntıyla bitirelim ve hatırlayalım: “Sanat için, fikir hayatı için geçirilen her tereddüt acı bir kayıptır; çünkü her geçen zamanı bir misli daha geri kalmakla öderiz.”
Meraklılarına kamusal alanda heykel sanatımızla ilgili ayrıntılı bilgiyi bulacakları Ezgi Bakçay’ın yüksek lisans tezinin linkini öneriyorum.
Emine Çaykara
Subscribe
0 Comments
oldest