İsmail Pelit, GÜZEL’in yazarı Selçuk Orhan’la konuştu
“Kansızlık”, “40 Hadis”, “Taş Kayık”, “Acemi Şansı”, “Aranmayan Özellikler”, son olarak da “Güzel”in yazarı Selçuk Orhan’la bu röportaj, bir başka edebiyatçıdan, İsmail Pelit’ten geldi ve ben de onun kendine has dilini, mesela hiçbir surette büyük harf kullanmama takıntısını hiç değiştirmeden yayınlamaya karar verdim. Egoist Okur’da pek rastlayamayacağınız türden, değişik bir iş oldu. Eh, ben de sonuçta, Doğan Kitap’tan çıkan “Güzel”i okuma listeme almaya karar verdim.
Yazıda “Güzel” için İsmail Pelit’in iki, Mehmet Erte’nin de bir çizimini kullandım; bir aradayken hakikaten “güzel” oldular.
Bir İsmail Pelit röportajı:
Selçuk Orhan’ın Güzel romanına ilişkin meraklar ve Orhan’ın bu meraklara mukabelesi
selçuk orhan 1990’ların sonundan bu yana dergilerde görüp merakla takip ettiğim bir yazar. ilk kitabı kansızlık’ın yayımlanması beni sevindirmişti: hikayeleri okuyucuya doğrudan bir teklifte bulunmak yerine onun zihnini, değer yargılarını sorgulamasını sağlatacak ayrıntılar içeriyordu. okuyucuya herhangi bir şeyi empoze etmek yerine, onu başta yazarın zihninden ve sonra her şeyden şüphe duymaya davet eden, bir biçimde okuyucuya kendi varlığını sorgulatıp onu rahatsız eden bir yazar bilinciyle karşılaşmaktan memnundum. selçuk orhan’ın yazdığı hiçbir kurmaca beni rahatlatmadı, bana huzur vermedi; bir okuyucu olarak hep rahatsızlık duydum kurgularından. ama bu rahatsızlığı duymanın benliğime iyi geldiğini de gördüm. rahatsız oldukça kendi benliğimde daha önce fark edemediğim yerler görüyor; kendi inançlarımı, düşüncelerimi bu rahatsızlıkla sınıyordum. son romanı güzel’i büyük bir merakla okuduktan sonra ona gönderdiğim sorulara, açıklamalara, tespitlere mukabele etti. aşağıdaki metin bir okuyucunun, okuduğu kitabın yazarına yaptığı 10 maddelik gevezeliği ve yazarın mukabelesini içeriyor.
güzel’i çözülemesin denilerek kurulmuş bir denkleme benzetiyorum. zihni zorlayan, inançları, kesin yargıları sorgulatan, kuşkuyu pekiştiren bir denklem. ama denklemi kuran onun kolayca çözüleceği zannını uyandırmaktan da geri durmuyor. rakamları, sayıları, matematik sembollerini görüyoruz, işte karşımızda duruyorlar, ama kendilerini anlamlı kılacak ilişkiyi kolayca sezdirmiyor hiçbiri. romandaki tüm anlatıcı karakterleri, onların anlattıklarını, gözlemlediklerini bu denklemin açık seçik unsurları olarak kabul ediyorum. denklemdeki bilinmeyenleri azaltmak adına bilinenlerden yola çıkarak sorular soracağım, ne dersin?
Elbette. Denklem benzetmesini çok sevmekle birlikte Güzel’in daha çok bir eşitsizliğe benzediğini düşünmek işime gelir. Böylelikle kusurlarına da kılıf bulmuş olurum. Sanırım Güzel, romancılıkta arayışımdaki bir sonucu değilse bile bir semptomu ortaya koymamı sağladı. Karakterle kurmacayı iç içe geçirmeye çalışıyorum. Karakterin kurmacayla gelişip dönüşmesi, kurmacanın karakterle örülmesi gibi tarif edebileceğim, sıkı bir bağlar dizisi kurmak. Bunun ne işe yarayacağını tam olarak kestirebilmiş değilim ama sanırım zaman-mekan ile insan arasında bir kopuşsuzluk sağlayabilir. İnsan, aynı anda siyasi, sosyal, ekonomik, cinsel, ruhsal… birçok dokunun canlı bir parçası olarak davranıyor. “Karakter” deyince çoğunlukla bireyi ve bireyin iç dünyasının –çelişkileri de yaşatmaya elverişli– tutarlılıklarını anlıyoruz. Oysa karakter, tek bir bireyde yaşamıyor. Karakter, çok boyutlu bir ilişkiler ağının zaman içindeki kırılmalarından, katlanmalarından, dağılmalarından ve parlamalarından oluşuyor. Deleuze’ün yansıttığı gibi, aslında bütün özdeşlikler, ayrımların uçucu bir derlemesinden başka bir şey değil; bu tanım sinir hücrelerimizin, nöronların kimyasına da benziyor.
ayça karakteri diğer üç karakteri birbiriyle ilişkilendiren bir bağlayıcı. (pi sayısında en çok tekrar eden rakam gibi düşündüm onu, hani o rakamı çıkardığımızda tüm örgü akar gider, geriye sadece peş peşe dizili anlamını kaybetmiş rakamlar kalır, pi sayısının şahsiyetini oluşturan örgü aslında tek bir rakamın bir kez yok edilmesiyle son bulur.) onunla cinselliği yaşayan; ona aşık olan; geçirdiği epilepsi nöbetleri sırasında kendini onun bedeninde/varlığında bulan toplam üç temel karakter var. üç farklı kuşaktan, mizaçtan, toplumsal sınıftan üç erkek. görünüşte onları birbiriyle ilişkilendiren sadece güzel bir kız. denklemin kolayca çözülebileceğini düşündüren de bu. denklemin çözülmesini olanaksız kılan da bu: nasıl oluyor da bir erkek, kendini bir kız öğrencinin varlığında/bedeninde buluyor, onun tecrübelerini, duygularını hissediyor? bunu nasıl tasarlayabildiğini merak ettim. böyle bir durumu anlatma isteği ne zaman, nasıl oluştu? tetikleyici bir olay, kişisel bir tecrübe söz konusu mu?
Bu paranormal, mistik ya da şizofrenik durum, –hangisini yoruma yakın kabul edersek edelim– benim kurmaca açısından işleyeceğini düşündüğüm bir fikir sadece. Güzel’deki hikayenin yaratıcısı olarak başka bir şey diyemem herhalde, bu konuda senin ya da okurların yorumu, benim görüşüme üstün olmalıdır -ki öyle zaten.
heteroseksüel bir erkek olan garip karakterinin kendini güzel bir kızın bedeninde, üstelik cinsel aktivite sırasında bulması, beni çok düşündürdü. garip’in ayça’nın bedenindeyken dili net bir biçimde değişiyor, sahici bir kadın sesi, duyuşu, bilinci ortaya çıkıyor, öyle ki kitabın bir yerine kadar garip karakterinin kadın olmak isteyen bir erkek mi yoksa erkek olmak isteyen bir kadın mı olduğunu düşündüm, sanki erkeklikle dişilik arasında gidip gelen bu karakterin gerçekliği hiçbir zaman tek bir varlıkta, bedende tespit edilemez gibi hissettim. yüzeyden bakıldığında bir matematik öğretmeni olan garip’in bilimsel olarak kolayca açıklanamayan bir deneyimi birçok kez yaşaması, bu deneyime inanıp yollara düşmesi bir paradoks: dini inançları olan biri sanki bu akıl almaz deneyimi yaşamaya daha uygun görünüyor. ama sen garip’in dinden uzaklığını kesin biçimde belirtmek için yusuf kula karakterini ekliyorsun denkleme, beni 40 hadis’e hatta taş kayık’a doğru geri götüren biri yusuf kula. buradan yola çıkarak şunu da sorayım: güzel’i inşa etme süreci, karakterlerin ortaya çıkması ne kadar zaman aldı? çok önceden üzerine düşünüp zamana yaydığın bir proje miydi güzel?
Açıkçası karakterler yazma sürecinin içinde gelişiyor. Aksini pek düşünemiyorum. Kurmacayı tasarlamak mümkün ama bir karakterin kurmacayı öncelemesi benim için mümkün değil; çünkü o durumda insan bir otomat yaratmış olabiliyor. Yusuf Kula konusunda hak veriyorum. Garip gibi uçucu ve çelişkileri çok bir karakteri ayakta tutmak için kullandığım bir destek gibi görünüyor. Yusuf Kula’ya bir gönül bağı yok, ama dünyayla kurduğu ilişkide tek aracı Yusuf Kula gibi görünüyor. Bu da bir bakıma Garip için bir çeşit çaresizlik, çünkü dünyaya gönderdiği mektup, Yusuf Kula’nın eksik aracılığı nedeniyle hiçbir zaman adresine ulaşamayacak. Garip, genç yaşlarında geçirdiği hastalık nedeniyle de başka yolları tüketmiş olduğunu düşünüyor. Yusuf Kula’nın, geçmişte yazdığım karakterlerle akrabalığına gelince: Bence tamamıyla Türkiyeli, en azından benim çocukluğumdan beri maruz kaldığım pozitif dindarlığın bir temsili olabilir. Dinle ve dünyayla ilgili çok şey düşünmüş, ama yarım kalmış. Aslında dünya işleriyle çok yakından ilgili; okulda müdür yardımcısı olmayı önemsiyor, para getirecek başka işler ve projeler tasarlıyor, bununla birlikte gösterilebilecek bir kişilik sahibi olmanın gereğine de inanmış. Garip’le din üstünden tartışarak bu yönde bir idman yapıyor. Tutarlılığı ve sürekliliği aslında bir olmamışlığa dayanıyor. Varlık alanında hiçbir risk almamış olmasına.
roman ilerledikçe garip ile ayça’nın ilişkisini açıklığa kavuşturan ipuçları yine sayılarla birlikte ortaya çıktı. anladık ki ayça’nın efkan’la kaçtığı sarıburun, yıllar önce garip’in aşağı yukarı efkan’ın yaşındayken bir sayı üzerine çalıştığı küçük bir kasaba. hatta şunu düşündüm sanki ayça dünyaya gelirken, ana rahmine düştüğü sırada garip de bu sayı üzerinde çalışıyordu, onun rahatsızlanması ayça’nın varlığının yeryüzünde ortaya çıkacak olmasıyla ilişkiliydi. özel, uzun, tam da bundan ötürü çok güzel bir sayı dizisi aynı coğrafyadaki kişileri akıl dışı bir yolla birbirine ta o zaman bağlamıştı. belki bir okuyucu olarak ileri gidiyorum, ama merak ediyorum, bu senin amaçladığın bir şey miydi? yani birbiriyle ilişkisiz insanları aynı coğrafyada, özel, bir matematikçinin ifadesiyle söylersek güzel ve karmaşık bir sayı marifetiyle birbiriyle ilişkilendirmek; kaderi sayısal, bütünüyle din dışı, tespit edilebilir, kontrol edilebilir bir gerçekliğe dönüştürmek mi istedin?
Benim tasarımım kurmacanın kendisiyle ilgiliydi sadece. Kaderin ele avuca gelmezliği belki de romanın izleklerinden biridir. Kaldı ki Garip genellikle asal sayılar ya da sayı kuramıyla ilgili çözülememiş problemlerle uğraşıyor. Kısacası takıntıları sayıların tahmin edilebilir ve güvenli alanıyla ilgili değil. Tam tersine, sayılara karşı bir savaş vererek belki de anlama ulaşmaya çabalıyor. Sayılarda Garip’i rahatlatan şey, bu elbette benim görüşüm sadece, başkalarına gerek duymadan girebileceği bir deniz olması. Yine de bu rahatlık sayıları bir yuva kılmaya yetmiyor. Garip, sadece geometrik olarak anlamlandırabileceği bir çölün ortasında. Dünyayı yokluk içinden tasarlamaya çalışıyor. Ayça’nın varlığını kendi bedeninde deneyimlemesi de başkalarının varlığının bir kanıtı. Belki de bunun peşine düşüyor.
İsmail Pelit seviyor böyle işleri; bu kez Selçuk Orhan’ın kitabının kapağını güzelleştirmiş. Sol üstte gördüğünüz de bir başka edebiyatçının, Mehmet Erte’nin Selçuk Orhan’ın “Güzel” romanı için hazırladığı çizim. Sağdaki de Selçuk Orhan…
güzel’i okurken, ilk kitabın kansızlık’tan bu yana seni takip eden bir okuyucun olarak merak ettim: dinle, özelde islam’la, allah’la olan ilişkin nasıl, ne zaman kesin biçimde değişti? Bu soruyu sormamın bir sebebi de şu: yusuf kula karakteri imanıyla öne çıkıyor ama garip karakteri dinle mesafeli olmasına karşın yusuf kula ile bağını bir türlü koparamıyor. hatta giderek yakınlaşıyor ona. sözgelimi sarıburun’a gidiyor, onu, ondan uzak olduğuna ilişkin haberdar etme gereği duyuyor. romanda garip karakterinin en çok iletişim kurduğu, en çok yakınlaştığı kişi yusuf kula. belirgin bir kontrast söz konusu. şunu merak ediyorum: senin islam’la arana mesafe koymanda salt zihinsel bir süreç mi söz konusu yoksa 40 hadis’i de göz önünde bulundurarak soruyorum: müslümanların, islamcıların bazı tutum ve davranışları mı seni islam’ın dışına itti? {bu soruyu elbette cevaplamak zorunda değilsin. ben sadece bir okuyucu olarak metni inşa eden bilincin metin dışındaki gerçekliğini kavramak istiyorum. bu gerçekliğin metni nasıl biçimlendirdiğini anlamak isteyen bir okuyucun olarak samimi merakımı dile getiriyorum. haddimi aşıyorsam lütfen bağışla, merakımı da görmezden gel.}
Önce kendi açımdan şunu açıklaştırmak istiyorum: İslam ile arama mesafe koymadım, yani küsmüş kenara çekilmiş değilim. İslam inancıyla bağımı tamamıyla kopardım. Benim için din sadece tarihsel bir olgu. İnançlı değilim. Ateistim. Din, İslam, Allah… Bunlar birbirinden ayrı anlaşılması gerekli üç ayrı kavram ya da diyelim ki olgu. Aralarında bir kapsama ilişkisi varsa bile bir doğrulama ilişkisinin olduğu su götürür. İslam bir din, ama bir din olması kendi başına İslam’ı hakikatin taşıyıcısı olarak tanımlamamıza yetmiyor. Bu şekilde İslam’ın sadece dinlerden bir tanesi olduğunu, hatta orijinal bile olmadığını, teolojik olarak Hıristiyanlık ya da Museviliğin bir benzeri olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Allah ise İslam’ın Yüce Yaratıcı kavramına verdiği ad; ama Yüce Yaratıcı diyebileceğimiz Tanrı’lar başka dinlerde de karşımıza çıkıyor, ki bunların arasında Ortadoğu’da sönüp kaybolmuş olanlar da var. Üçünün da ayrı ayrı sınanması ve kanıtlanması gerekli: Yani, hayatla ilişkimizde bir din olgusuna ne kadar ihtiyacımız var? Açıkçası buna verilen hiçbir yanıt beni tatmin etmiyor; çünkü büyük ölçüde bireyin psikolojik eksiklikleri üstüne dayandırılıyor. En çok da ölüm korkusuna ya da varlık kaygılarına. Oysa hemen her din, politik-toplumsal bir gündeme ve hedefler dizisine sahip. Özellikle semitik dinler için kolaylıkla bunu söyleyebiliriz. O halde dine çağırmakta bireyin hayatla ilişkisini geliştirme iddiası zayıf kalıyor. Din sırnaşık bir biçimde bireyin yediğine, içtiğine, başka bireylerle girdiği karşılıklı rızaya dayanan ilişkilere burnunu sokuyor. Açıkçası din, siyasal bir doktrin ne yapmak isterse, aynısını uyguluyor. Köleye köleliği buyurabiliyor örneğin, ya da kadına yarım insan olarak görülmeyi kabul etmeyi. Bunu da arsızca savunuyor, bunun insanın yararına olduğunu büyük bir gevşeklikle, hiçbir tartışmayı göze almadan dayatıyor. Dayanak noktası: İnsanla, başka bir insan aracılığıyla konuştuğu iddia edilen bir Tanrı, bir Yüce Yaratıcı. Evet, semitik dinlerin yine büyük bir genişlikle savundukları şeylerden biri de bu: Tanrı’nın konuştuğu biri var, bir peygamber, bu kişiye, bu ölümlüye, her şeyiyle itaat edilmesi gerekiyor. Burada çok açık bir iktidar kurgusu var. Aslında varlığa ilişkin hiçbir açıklama yok. Tanrı’nın bizi yarattığını söyleyip işin içinden çıkmak kolaya kaçmaktan başka nedir? Düşünceyi başkasına havale edip buyurulanı yapmak dışında neye yarar? Öte yandan mucizelerle indiğine inandığımız din, hiçbir iyileşmeye mi yol açmaz? Ortadoğu’nun hali karşısında ‘gerçek İslam bu değil’ dışında bir savunmamız olacak mı? Niçin İslam, en küçük bir iyileşmeye neden olmuyor? Bütün suç yoksulluktan kırılan kitlelerin mi? Göründüğü kadarıyla bir adalet yok; buna karşılık da, bu dünyada zaten adalet olmayacak, öteki dünyayı bekle deniyor. Yani bu kadar hiçbir şey söylemeyip üstüne de bu kadar derin bir inanç ve adanmışlık beklemek küstahlık değil de nedir? Bugün İslam ülkesinde doğan kişiler başka ülkelerde doğmuş olsa İslam’a girme olasılıkları ne olurdu? Didik didik edip hikmet aradığımız kitaplarda apaçık çelişkiler ve yanlışlar varken kendimizi inanmaya daha ne kadar zorlayabiliriz? İslam ya da başka bir din, dünyaya iyilik getirmemiştir. Kapitalizm bile daha insancadır.
Din düşünmek değil düşünmemek için yaratılmış bir olgu; yerine göre ehlileştiriliyor ya da azgınlaştırılıyor. Kendime şunu sormam yetti: İslam bana çocukluğumda değil de aklımın erdiği bir çağda teklif edilseydi ne derdim? Başka dinlere ne diyeceksem aynısını elbette. İdrak, kültür ve sanat anlayışlarına güvendiğim pek çok dostum da inançlı bu arada. Saygı duyuyorum onlara ama bu inançlarının içeriğine duyulan bir saygı değil; bir çeşit olmamışlığı görmezden gelme, bundan fazlası da nasıl elimden gelir bilmiyorum. Ben şuna açık yüreklilikle inanıyorum: Bu ülkenin yüzde 10’u ateist olsaydı, ne terör ne de toplumsal bozukluklar –örneğin çocuk tecavüzleri– bu kadar çok olmazdı. Dinin getirdiği tek manevi zenginlik, her türlü kötülüğün cezasız kalabileceğini insanın zihnine kazımasıdır. Çünkü her türlü pisliği yaptıktan sonra sadece bazı ritüellerle temizlenebilirsin diyor… Daha ne olsun? Bir konjektür. Dolayısıyla çözümü bende olmayabilir.
bu üç karakterin benliğinden süzülerek zihnimize akan, zihnimizde bu üç erkeğin bakışıyla, duygularıyla, tecrübeleriyle ete kemiğe bürünen ayça karakteri kolayca kavranamayan, amacını açık etmeyen gizemli bir karakter. okuyucu (yani bu fakir) ayça’nın hamlelerini doğru değerlendiremiyor. tam yaklaştığında pürüzler çıkıyor. efkan’a kendini acındırıp onu kendi kaçışına ortak etmesi, eyüp’ü kendine aşık edip, onu paşa’yı öldürmeye ikna etmek istemesi, ama bir yandan da bir lise talebesi olması, çok yakından tanımadığı matematik öğretmeni garip’i kendi bedeninde/varlığında istemeden de olsa misafir etmesi… sonuçta bu üç erkeğin de hayatını karartması, onlara hem acı hem zevk vermesi söz konusu. romanın başat kadın karakterinin hem bir arzu nesnesi hem de sosyal bir varlık olarak etrafındaki erkeklere yıkım getirdiğini düşünüyorum. buna katılıyor musun?
Tam açıkladığın gibi görünüyor. Belki Efkan’a bir yıkım getirmiyor, belki Efkan’ı olgunlaştırıyor. Ama romanda, arzu vektörlerinin kırılma noktası Ayça. Zaten Gönül adını alıyor.
bir matematikçi; matematikten anlamayan, hesap yeteneği olmayan, hormonlarının etkisiyle düşünmeden hareket eden bir lise öğrencisi; öbür tarafta bir denklemi inşa eder gibi sözlerini, davranışlarını tartıp biçen, insanları gözlemleyen, kolayca suç işleyen, hesap etme yeteneği olan bir mafya lideri kolayca bir romanda birbirlerinin peşi sıra görünecek karakterler değil. birbirlerini tamamlamak şöyle dursun, doğal koşullarda birbirlerini itecek gerçeklikleri işaret ediyor her biri. bu karakterleri ortaya koyarken sosyolojik bir çözümleme yapmak istediğini düşündüm. psikolojik altyapıyı es geçmeyen, doğrudan siyasete el sürmese de toplumun durumunu bu karakterler üzerinden göstermek isteyen bir bilinç gördüm. yanlış mı gördüm?
Sosyal gerçekliği hep bir veri olarak kullandığım için ister istemez bu gerçekliğe ilişkin bir yargım da varmış gibi okunuyorum. Romanın dokusunu 90’lı yılların havası oluşturuyor. Gerçi bugünlerden çok başka da değil; benim için karakterler kavramlar gibi, bir düşüncenin taşıyıcıları ama soyutlama da değiller. Taşıdıkları düşüncenin toprağa da basması gerekiyor. Düşüncenin dik durması ya da dayanması değil ama gerekirse başka somut nesnelerle çarpışabilmesi.
kurduğun “denklem roman”daki bilinmeyenlerin çokluğu okuyucuyu (yine bu fakiri) romanın sonunda durdurdu. garip’in tam da yıllar önce uğraştığı sayıyla karşılaştığı an ölümü, onu öldürenin, garip’in oraya gelmesine sebep olan cinsel deneyimleri ayça’ya yaşatan eyüp olması, eyüp’ün yolun sonuna gelmesine sebep olan kişinin de bir biçimde efkan’la ilişkili olması; yani tam da romanın sonunda denklemin çözümüne kavuşacağını uman okuyucuyu ters köşeye yatırıp ona bu denklemi ben çözmeyeceğim, “sen çözebilecek misin?” diye sorman çok riskli. okuyucunun metnine ilişkin yargılarını önemsiyor musun? yoksa okuyucunun kendi kendini yargılamasını sağlayacak kurguları bilhassa inşa etmeyi isteyen bir yazar mısın?
Güzel, tıpkı romanda sözünü ettiğim Goldbach ya da Collatz konjektürleri gibi olsun istedim. Gerçi Goldbach konjektürü kanıtlandı, yine de böyle basit ve kısa sorulara uzun kanıtlar getirilmesi bana biraz yavan geliyor. Kurmacanın, en zayıf yanı sanırım çözümüdür. Bütün çözümler avanakçadır; eğer bir şaşırma yaşamışsak kendi hazırlıksızlığımızdandır. Çözüme gönül indirmemek gerekir. Ama ortaya bir konjektür koymak, bana göre, okurun zihnini tersyüz eden, beyninde dopamin fırtınası koparan bir çözümden daha doğru. Ben Güzel’i böyle bir konjektür gibi tasarlamak istedim. Dolayısıyla böyle bir romana başka bir çözüm yakışmazdı diye düşündüm.
romanı okurken en başında bütün romanın garip karakterinin varlığından süzülerek inşa edileceğini düşünmüştüm. etkileyici, kendini dinleten bir kadın sesiyle karşılaşmıştı romanın girişinde. hem kadın hem erkek okuyucuyu kolayca kendine çekecek bir karakter vardı karşımda. karakterin erkek olduğunu sonradan anlayacaktım. bir erkeğin içine yerleştirilen kadın, ya da tam tersi: bir kadının varlığına girip çıkan bir erkek düşüncesi ilgimi çekti. böyle bir karakteri inşa ederken ne umduğunu merak ettim. bir matematik öğretmeninin benliğine onun görev yaptığı okuldaki kız öğrencilerden birini, sadece cinsel aktivite sırasındaki tecrübelerini yerleştirmek ilginç göründü, elbette bunun tam tersi de söz konusu. garip’in ayça’yı keşfetmesi bir yerde kendini keşfetmek için bir başlangıç. erkek karakterin kendini keşfetmek için kadına ihtiyaç duyduğunu düşündürdü bu bana. her koşulda bir kadının içinden dünyaya çıkan erkek hayatta kalmak, hayatı anlamlandırmak, kendini hayatın içinde göstermek ve tanımak için bir kadına ihtiyaç duyuyor ama sen bu gerçeği anneleri dışarıda bırakarak göstermek istemişsin sanki, ben mi yanlış algılıyorum?
Bilemiyorum belki üç erkek karakterde de doğmamışlık arzusu var. Ayça doğuran bir kadın değil. Doğurmayı arzulayan tek kadın da öldürülüyor. Evet, haklısın.
garip kendini bedeninde bulduğu kadını ilk başta bilmiyor, ipuçlarını, kendi hafızasını devreye sokarak onu keşfediyor. öbür tarafta tam bu noktada efkan’ın annesi aklıma düşüyor. o da hastanede yatan, dış dünya ile ilişkisi dünya tarafından algılanamayan biri, üstelik efkan sarıburun’da iken bütünüyle dünyayla ilişkisi kesiliyor, ölüyor. denklemi çözmeyi sağlayacak tüm bilgilerin, gerçeklerin bir biçimde kadınlarla ilişkili olduğunu düşünüyorum. ama bu gerçekler romanın içinde değil, sanki bu gerçeklere ulaşılmasını sağlayacak kişisel tecrübe ya da zihinsel donanımın kodları romanın içinde gibi göründü bana, bir yazar olarak okuyucunun bu düşünceleri karşısında ne söylersin?
Söylediğim gibi bu bir denklem değil, bir konjektür. Dolayısıyla çözümü bende olmayabilir.
İsmail Pelit
Subscribe
0 Comments
oldest