Ağırlığınca hüzün…
Posted by gülenay börekçi on December 23, 2013 · 1 Comment
“Popülist politikalara sığınıp kültürü elitizm olarak görüp küçümseyenler, ticari olanı yüceltip bunu kültüre tercih edenler çok yanılıyor. Bir de şöyle bir gerçek var: Siyasi ve yerel yönetimler kültür politikasına sahip değilse, bu alanda sağlam bir planı yoksa popülizmden güç alıyorlar, aslında bu, görevden kaçmanın bir diğer adı. Kültür politikası olmayan toplumların artık çağımızda yaşama şansı da yok, kendi kendini, hafızasını imha etmek bir yana kültür artık evrensel bir miras olarak kabul ediliyor.”
“İstanbul hikayecisi” Emine Çaykara, bir dönemin kültürel simgeleri olan Maksim Gazinosu, Majik Sineması ve Devlet Tiyatroları Taksim Sahnesi Venüs Tiyatrosu’nun bugün ne halde olduklarını yazdı. Başlıkta da söylediği gibi, ağırlığınca hüzün bekliyor okuyacakları…
Gülenay Börekçi
Ağırlığınca hüzün…
Yaşadıklarımız, gördüklerimiz, çektiğimiz çileler, sevinçlerimiz, hepsi, hepsi, vücudumuzda, bakışlarımızda bir yerlerde duruyor… Kılık kıyafetimiz de hayata, kendimize, geçmişimize, kültürümüze ait hem bizimle hem başkalarıyla konuşuyor. Bazen anlamıyor karşımızdaki, bazen hayranlıkla bakıyor ama her ne olursa olsun kültürümüzü üzerimizde taşıyoruz. Hepimiz bir hikâyeden, geçmişten hareket ederek kendimizi ve geleceği inşa ediyoruz. O hikâyeleri çözmek, saklı dilin, kaçırılan gözün, üzeri giysiyle örtülenin arkasındaki kilitleri yargılamadan açmaya çalışmak, bir bakıma yaşadığını hissetmek, insan olmaya ulaşmak değil mi? Ya şehirler ve şehirlerin taşıdığı kültür? Hepimizin ortak hikâyesi olan o binlerce ayrıntı, sanat, mimamri, musiki, şiir, isim, sokak, bizim ortak hafızamız, kültürümüz değil mi? Bunlar bizimse neden birileri ortak hafızamızı imha ediyor?
Çocukluğum gazinolara meraklı babamın peşinde –tüm aile, 4 kardeş ve akrabalar, arkadaşları- Müzeyyen Senar’dan Safiye Ayla’ya, Behiye Aksoy’dan Nesrin Sipahi’ye o yaşlarda pek anlamadığım müzik ve lokanta kültürüyle geçti. Bir saatten sonra o masalara kapanıp uyumak kaçınılmaz, olağan sondu, hatırlıyorum, gazino kültürü bozulana kadar bu böyle sürdü. Gittiğimiz müzikli hafıza kutularından biri de Taksim Maksim’di. Büyüyünce gitme zorunluluğu bitti ama kayıtlar hep taze kaldı; kokular, sesler, görüntüler, üslup, adet, yani şehrin kültürü beni hep takip etti. O yüzden binayı her gördüğümde hem mimarisinin güzelliği, hem çocukluğumun kültürel kodlarıyla ona bakmadan geçemedim. Sonra Taksim Sahnesi’nde Devlet Tiyatroları’nın oyunları yerini aldı. Burasının İstanbul’un ilk sineması olan Majik’i de barındırdığını öğrenmem için yıllar geçmesi ve büyümem gerekti. Bir de İstanbul’un tarihine, hikayelerine merak sarmam, onların peşine düşmem ve onların ruhumu ne kadar beslediğinin farkına varmam…
Fotoğraflarda gördüğünüz sarışın küçük kız Emine Çaykara’nın ta kendisi :)
İstanbul’da doğrudan sinema binası olarak inşa edilmiş ilk yapı Majik Sineması; 1914 yılında yapılıyor, savaştan bir yıl önce. İlk sahibi, binayı yaptıran kişi Sultan II. Abdülhamid döneminde sarayda mabeyinci Sarıcazade Ragıp Paşa. Ragıp Paşa’nın Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki meşhur Rumeli, Afrika, Anadolu pasajlarını yaptırdığını da not edelim, öncü bir aile. Majik Sineması’nın mimarı Osmanlı vatandaşı İstanbullu Levanten Giulio Mongeri’yle nasıl tanıştılar bilemiyoruz ama Mongeri de Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın, yani, değişen mimaride İslam, Selçuklu, Osmanlı izlerini kullanan, sentez yapmaya çalışan, inanılmaz güzel eserler ortaya konan akımın öncülerinden (Bizim bir müzesini, enstitüsünü kurmayı akıl etmeyi bırakın, eserlerini bile doğru dürüst tanıyanların olmadığı akımın). Biraz uzatsam da St. Antuan Katolik Kilisesi’ni, Karaköy Palas’ı, Maçka Palas’ı da onun yaptığını eklemem lazım.
İlk sessiz filmler burada, Majik’te oynamış, Vurun Kahpeye ve aradaki dönemin kültürüne yetişemedim ama Devlet Tiyatrosu Taksim Sahnesi’nde pek çok oyun izledim. Her geçişimde bana iyi duygular veren bina yıllar gittikçe eski püskü, bakımsız, kaderine terk edilmiş halde bana yalvarır yakarır gibi baktı, yakıştırılan çirkinlikleri anlamam mümküm değildi. 2008’de öğrendik ki, yanındaki Taksim Maksim Gazinosu’yla birlikte yıkılmasına ve yerine kültür/alışveriş merkezi yapılmasına karar verilmiş. Böyle kültür denip de tarihi korunarak layığıya merkezi yapılmış bir örnek görmediğimiz için şüpheyle yaklaştım, nitekim taze haber bu defa 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun –Bu kurulun üyeleri kimler ve hangi gerekçeyle tarihi eseri birinci dereceden ikinci dereceye indirmişler?- kararıyla Majik ile arkasındaki Maksim Gazinosu yıkılıp birleştirileceğini ve otel/ticaret merkezi yapılacağını duyurdu. Sadece ön cephe duvarları korunacağı belirtilen proje işin ilginci Koruma Kurulu’ndan ‘restorasyon’ adıyla geçiyor. Demirören Binası da böyle restore edilip pasta ve eskisiyle alaksız bir bina olarak karşımıza dikilmişti hatırlarsınız.
Fauna ve florayı barındıran, nefes alma merkezimiz Kuzey Ormanları, Haydarpaşa Garı, Sirkeci İstasyonu, banliyö tren hattı… Neredeyse her geçen gün tarihi kimliği olan, hepimizin hafızasını barındıranın yokoluşuna tanık oluyoruz. Hatıralarım, İstanbul’un hafızası demeye kalmadan bir bakıyoruz hafızamız topla tüfekle olmasa da sonu aynı etkiyle biten inşaat aksamıyla yerle yeksan ediliyor. Zorla bir giysi giydiriyoruz şehre, iki kolundan sıkı sıkı tutup zorla kafasından geçiriyoruz. Üstelik bunu şehri emanet ettiklerimiz yapıyor; hepimizin hafızasını kendi malıymış gibi görüp, elimizden alıp, kaçırıp, ağır makyajlarla ona düşmüş kadın muamelesi çekiyor.
Şimdi lütfen, paravanlarla kapatılmış ve meğerse içi otopark olarak kullanılmış Maksim’in, bir tarihi eserin haline buradan bakın. Şaka değil, 2008 yılında çekilmiş resimler bunlar. Ben bu sahneleri kaçırmışım!
2008’den beri gözümün üzerinde olduğu Taksim Maksim Gazinosu ve eski Majik Sineması ile ilgili bu sabah Hürriyet Gazetesinde okuduğum haber bir kere daha, bıkmadan usanmadan şehirle kültürün, şehirliyle kültürün ilişkisini hatırlatmamız gerektiğinin altını çizdi. Çünkü bu hızla gidersek yakında İstanbul’dan sivil tarih izleri tamamen silinecek ve korkarım geriye sadece varolan müzeler kalacak. O sırada bir Kent Müzesi de eklenecektir muhtemelen. Güzelim Osmanlı şehri Bursa’da olduğu gibi, geçmişin izleri zevksizliğe heba edilecek ve şehrin hafızasını görmek için Kent Müzesi’ne gitmemiz gerekecek.
Yapılan araştırmalar, bu çerçevedeki uygulamalar, örnekler gösteriyor ki şehirle şehirli ilişkisi tanıma ve bilmeyle alakalı. Yerel yönetimler, hükümet politikaları bu çerçevede çalışmazsa içselleştiremiyoruz. Bunu başarmış ülkelerin hayranlıkla gezmeye gittiğimiz şehirlerinde tarihi eserler kırılmıyor, yok edilmiyor, çocukluktan nerede, ne değerde bir kültürde yaşadığını bilen insanlar yetişiyor. Şehirde yaşayanların şehrini tanıması şehirlilik bilinci oluşturduğu, sahiplenmelerine, onu sevmelerine, gurur duymalarına yol açtığından pek çok proje geliştiriliyor ve imrendiğimiz şehirler yaratıyorlar. Bizse kültürün dönüştürücü gücünün henüz farkında değiliz. Daha doğrusu yöneticiler toplumun gerisinde kalarak, ısrarla popülizme ve maddi kazanca sığınıyorlar. Oysa popülist politikalara sığınıp kültürü elitizm olarak görüp küçümseyenler, ticari olanı yüceltip bunu kültüre tercih edenler çok yanılıyor. Bir de şöyle bir gerçek var: Siyasi ve yerel yönetimler kültür politikasına sahip değilse, bu alanda sağlam bir planı yoksa popülizmden güç alıyorlar, aslında bu, görevden kaçmanın bir diğer adı. Kültür politikası olmayan toplumların artık çağımızda yaşama şansı da yok, kendi kendini, hafızasını imha etmek bir yana kültür artık evrensel bir miras olarak kabul ediliyor. Zaten popülizm de bir kültür ve popülizmle elitizm birbirini tamamlayıp birlikte varoluyor, çelişki içinde değiller. Evet, kültür karnımızı doyurmuyor- ki artık kültür politikasını kararlılıkla uygulayan şehirler kültürle karnını da doyuyor – yenir içilir bir şey değil ama Cicero’nun deyişiyle ruhu besliyor. O da ne demeyin, sanatın, yaratıcı enerjinin dışında hangi gökdelene, birbirinin aynısı şehirlere bakarak ruhsal tatmin elde edebilirsiniz? Kültür politikası olan ülkelerde tarihi değeri olan özel mülkler dahi sahipleri istediği için yıkılamıyor ya da bir 19. Yüzyıl mimarisi bir TOKİ ile değiştirilemiyor. Bunu miras değil emanet olarak gördüklerinden ona saygı gösterip kültürlerini imha etmiyorlar. Burada bir sürü farklı örnek sıralayabilirim; yıkılma tehlikesi içinde bekleyen ya da bütün ruhu altüst edilen… Narmanlı Han, Emek Sineması, Hatay Sofrası’na dönüştürülen Beyoğlu’nun en eski şehir lokantalarından Hacı Baba mesela ya da simit bahçeleri, sarayları adı altında birbirinin aynı lezzeti sunanlar ve öte yandan esası yok olmasın diye can çekişen taş fırınlar.
Unutmayalım şehirleri ve semtleri yapan insanlardır ve her insan/şehir/köy saygıyı hak eder. Bakın bakalım sahip olduklarımıza ve bizim onları ne hale getirdiğimize…
Emine Çaykara
Bunlar da ilginizi çekebilir :
İçim acıdı … yazık…