Javier’in melankolisi: Aldatmak bir cinayet şekli olabilir mi?
Tesadüfen gerçekleşen bir olay, peşi sıra gelen ani bir ölüm, kulak misafiri olunan tuhaf bir diyalog… İspanyol yazar Javier Marias, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Karasevdalılar”da, “Tesadüf diye bir şey yoktur” diyor. “Tesadüf sandığımız şey, çevremizde olup bitenlere kayıtsızlığımızdan bir an için sıyrıldığımızda fark ettiğimiz şeydir çoğu zaman. Halbuki dikkatimizi her daim hazır tutsak, şahit olduğumuz şeyleri önce zihnimizin süzgecinden geçirsek, hayatı çalakalem bir şekilde değil de, tıpkı polisiye okurken yaptığımız gibi önemli önemsiz ipuçlarını kaydederek ve felsefe okurken yaptığımız gibi sürekli bağlantılar kurarak yaşasak, her şey çok daha başka olacak. İşte o zaman görmediklerimizi görecek, duymadıklarımızı duyacak, belki de yaşamadıklarımızı yaşayacağız.”
Yani tam olarak böyle demiyor aslında ama ben, yeni romanının satır aralarında sanki buna benzer bir şeyler söylemeye çalışıyormuş gibi hissediyorum. Marias, şu soruyu da soruyor bir bakıma: “Aldatmak eski eşlerin ya da sevgililerin hiç var olmamışçasına hayatımızdan atılması, yok edilmesiyle sonlanan bir cinayet şekli olabilir mi?”
“Karasevdalılar”da önce insanları kitap gibi okuyan ve onlara bakıp hikâyeler kuran María Dolz’la tanışıyoruz, yani anlatıcımızla. Maria her sabah işe gitmeden önce kahvaltı ettiği kafede rastladığı evli bir çifti izlemeye başlıyor. Mutluluk timsali saydığı bu “kusursuz” çifti gözlemek, onun için adeta güne daha zevkli başlamanın bir yolu oluyor. Ta ki adamın bir meczup tarafından öldürüldüğünü öğrendiği güne kadar… Derken olaylar gelişiyor ve Maria, ölen adamın karısı Luisa’yla ve en yakın arkadaşı Javier Díaz-Varela’la tanışıyor. Hatta Javier’le aralarında seksüel bir ilişki başlıyor. Fakat adam aslında Luisa’ya tutkun ve günün birinde onunla olmaktan başka arzusu yok. Tüm bunlar olurken cinayetle ilgili çok çok acayip bir sır öğreniyoruz.
Sarhoş edici bir sevda, kalbi kırık karakterler, asimetrik bir kurgu, insan ruhunun cömertliğine ve bencilliğine dair haller, suçların cezasız kalması, ölenlerin hayatımızda yer işgal etmeyi sürdürmesi, hafızanın işleyişi, mutlak hakikatin bilinemezliği… Bunlar, elimdeki oyunbaz ve felsefi romanın muammalarından sadece bazıları. Bir eleştirmen Marias için “ruhun karanlık köşelerini elinde bir fenerle aydınlatıyor” demiş, doğru. Yarattığı karşılıksız aşk hikayesinin esas karakterlerinden birinin adının Maria diğerinin Javier olmasına bakarak, aydınlatmaya kendi ruhundan başladığını da anlayabiliriz.
Şimdi kitaptan bir bölüm okuyabiliriz.
“Birlikte yatıp birlikte kalktıklarına ve birbirlerinin düşüncelerinden bile haberdar olduklarına göre bu kadar çok anlatacak ne buluyor olabilirlerdi?”
Miguel Desvern ya da Deverne’in, kendisine erkeksi ve müşfik bir ifade katan, onu belli bir mesafeden dahi çekici kılan ve dayanılmaz biri olarak farz etmeme yol açan çok hoş yüz hatları vardı. Büyük olasılıkla Luisa’dan evvel dikkatimi çeken o olmuştu ya da kadını şayet yanında kocası olmadan gördüysem ona dikkat etme nedenim adam olmuştu; adam kafeteryadan daha evvel ayrılırdı ve kadınsa neredeyse her zaman birkaç dakika daha otururdu, bazen yalnız sigara içer bazen bir iki iş arkadaşı ya da okuldan veliler olurdu yanında, hepsi de her sabah son dakikada tam adam veda edip kalkmak üzereyken gelirdi -oysa adamı yanında karısı olmadan hiç görmemiştim. Benim kafamda ona ait yalnız bir görüntü yok, onun görüntüsü daima kadınla birlikte (bundan ötürü, yanında Luisa olmadığından gazetedeki fotoğrafını ilk anda tanıyamamıştım). Ama çok geçmeden ikisi de ilgimi çeker oldu, tabir caizse.
Desvern’in son derece sık, kısa ve epey koyu renk, sadece şakaklarında kırlaşmış ve tahminen o bölgeleri daha kıvırcık saçları vardı (favori bırakmaya yeltense allah bilir ufak saç lüleleri bile uzayabilirdi). Bakışları canlı, sakin ve neşeliydi, sizi dinlediği vakit gözlerinde çocuksu, safiyane bir kıvılcım çakardı, hayattan genel olarak tat alan insanlara has, ya da talihsizliklerin ve güçlüklerin ortasında dahi hayata dair binlerce gülünç tarafın zevkine varmadan yaşamayacak insanlara has bir hali vardı… Erkekler için alışıldık yazgının pek azına maruz kalması, o gülümseyen ve güven duyan bakışları muhafaza etmesine katkıda bulunmuştu. Gri gözleri, çevresinde bulunan her şeyi, hatta günübirlik tekrarlanan önemsiz şeyleri dahi, Príncipe de Vergara’nın yukarısındaki o kafeteryadaki garsonlardan, benim sessiz görüntüme varana dek, hepsini yepisyeniymiş gibi kayıt altına alıyordu adeta. Çenesinde çukur vardı. Bir film sahnesi geliyordu aklıma, aktrisin biri -kim olduğunu anımsamıyorum- Robert Mitchum’a, Kirk Douglas’a ya da Cary Grant’a, işaret parmağıyla dokunurken orayı nasıl tıraş ettiğini sorduğu sahne… Her sabah benim de, oturduğum masadan kalkıp Deverne’in yanına gitmek, aynı soruyu sormak ve işaret parmağımla ya da başparmağımla yüzünü hafifçe dokunmak geliyordu içimden… Daima sinek kaydı tıraş olurdu, çene çukuru dahil.
Onlarınsa bana gösterdiği dikkat çok daha azdı, benimkine kıyasla, yok denecek kadar az. Kahvaltılarını bardan aldıktan sonra sokağa bakan cam önü bir masaya geçerlerdi, bense daha diplerde bir yerde otururdum. İlkbahar ve yaz ayları hep birlikte terasta otururduk, garsonlar barın hizasında bir pencereden siparişleri uzatırdı, bu da gidiş gelişlere, birbirini daha fazla görmeye imkan tanırdı. Desvern gibi Luisa’yla da bakıştığım anlar oldu, sırf meraktan, herhangi bir kastı olmayan ve fazla uzamayan bakışmalar. Adam bir kez olsun manidar, ikaz edici ya da kibirli bakmamıştı bana, aksi takdirde büyük bir hayal kırıklığına uğrardım; kadın da herhangi bir kıskançlık, üstünlük ya da hakir görme ifadesi göstermemişti, bunu hoşlanmama ifadesi farz ederdim öyle olsa. İkisiyle da aram iyiydi, yani ikisiyle birden. Onları kıskançlıkla izlediğim yoktu, kesinlikle hayır, bilakis gerçek hayatta benim anlayışıma göre kusursuz çift denen şeyin var olabileceğini görmek içimi ferahlatıyordu. Üstelik Luisa’nın dış görünümü giyim kuşam konusunda Deverne’e hiç uymasa bile kusursuz çift gibi geliyorlardı bana. Onun gibi takım elbiseler içinde bir adamın yanında insan muhakkak öyle olmasa da aynı minvalde klasik ve şık giyimli bir kadın görmeyi bekler; sözgelişi, çoğu zaman etekli, yüksek topuklu ayakkabılı ve Céline marka elbiselerle, dikkat çeken ama zevkli küpe ve bileziklerle. Öte yandan kadın, tercihini genç işi mi desem özensiz mi desem bilemediğim, her halükârda aşırı süsten kaçınan sportif tarzlar arasında kullanıyordu. Erkek kadar uzun boylu, çok esmer, omuzlarına dökülen saçları siyaha çalan koyu kestane rengiydi ve çok az makyaj yapıyordu. Pantolon giydiğinde sıklıkla kot giyiyordu, alelade bir ceket, düz ayakkabı ya da çizme; etek giydiğindeyse orta topuklu, hiçbir özelliği olmayan, ellili yıllarda pek çok kadının ayağında görülen o ayakkabılardan veyahut yazsa uzun boyu için çok küçük ve narin kalan, ayaklarını açıkta bırakan sandaletler giyerdi. Hiç mücevher taktığını görmedim ve çantaları da daima omuzdan askılıydı. O da adam gibi sevimli ve neşeli görünürdü, gerçi gülümsemesi erkeğinki kadar sesli değildi: Bununla beraber onun gibi kolay gülüyordu ve o kadar sesli değilse de daha sıcaktı gülümseyişi, pırıl pırıl dişlerini ortada bırakarak ona çocuksu bir ifade katıyordu ya da belki de onu yuvarlak hatlı gösteren yanaklarıydı –hiç elinde olmadan sanki dört yıldır öyle gülüyor gibiydi. Küçük çocuklu ailelere has sabah telaşını atlattıktan sonra, her biri kendi işine gitmeden evvel beraber bir soluklanma âdeti edinmişlerdi. Hayat gailesinin ortasında birbirlerinden soyutlanmamak için, neşeli sohbetlerini sürdürmek için kendilerine ayırdıkları bir kısa zaman dilimi. Birbirlerine ne anlattıklarını, neden bahsettiklerini merak ediyordum, öyle ya birlikte yatıp birlikte kalktıklarına ve başlarından geçen her şeyden, düşüncelerinden haberdar olduklarına göre bu kadar çok anlatacak ne buluyor olabilirlerdi ki- konuşmaları tek tük kelimeler halinde kulağıma çalınıyordu sadece. Bir keresinde adamın ona “prenses” diye hitap ettiğini duydum.
Subscribe
0 Comments
oldest