Egoist okur

BORGES: “O kazayı geçirmesem, asla öykü yazamazdım”

Jorge Luis Borges’le bir zamanlar Paris Review için yapılmış söyleşiden notlar okuyacaksınız aşağıda.

Daldan dala atlayan şakacı yazarımız röportajda ailesindeki asker geleneğini, eski gansgterlerin hikayelerinin onu niçin duygulandırdığını, kovboy filmlerini hangi sebeplerden ötürü sevdiğini ve “sanat filmlerine” tercih ettiğini anlatıyor. Biz de geçirdiği ölümcül kazanın onu nasıl öykücü yaptığını öğreniyor, öykülerinde tekrar tekrar beliren sayıları ve renkleri hatırlıyoruz. Tuhaf bilgiler de ediniyoruz: Ansiklopedilerin oturduğumuz apartmanlar yüzünden öldüğünü öğreniyor, kör bir adamdan taksilerin dünyanın her yerinde niçin sarı olduğunu dinliyoruz. Oscar Wilde, batıl inançlar ve yazarın delirme korkusu da var. Aslında daha birçok ilginç ayrıntı var. Okuyunuz…

Gülenay Börekçi

borges egoistokur timas yayinlari renkler

Ailesindeki askerler, eski gansgterler ve gözlerini yaşlarla dolduran epik öğeler üzerine

“Epiği, kovboy filmleri kurtarıyor”

Epik edebiyata her zaman ilgi duyduğunuzu söyleyebilir miyiz?

Doğru, her zaman. Örneğin, sinemaya gidip ağlayan birçok insan vardır. Olağan bir şey, benim başıma da geldi. Ama hiçbir zaman öyle acıklı şeylere, dokunaklı dizilere ağlamadım. Joseph von Sternberg’in ilk gangster filmlerinde epik öğeler olduğunu hatırlıyorum, o Chicago gangsterlerinin gözükara ölüme gidişleri mesela, işte onları seyrederken gözlerim yaşlarla dolardı. Epik şiirler bana lirik ya da ağıt türlerinden daha çok hitap ediyor. Asker kökenli bir aileden geldiğim için belki. Büyükbabam Albay Francisco Borges, Lafinur Kızılderilileriyle sınır savaşlarında görev almıştı ve bir ihtilalde hayatını kaybetti; büyük büyükbabam Albay Suárez İspanyollara karşı verilen son büyük muharebelerin birinde, Peru ordusunun bir süvari birliğinin başındaydı; büyük büyük amcalarımdan bir başkası, San Martin ordusunun öncü kıtasını komuta etmişti; ya işte böyle. Bu arada büyük büyükannelerimden biri de Rosas’ın kız kardeşiydi. Bu akrabalığı bir gurur vesilesi saymıyorum, çünkü Rosas kendi zamanının Peron’u gibi. Yine de bütün bu ayrıntılar Arjantin tarihiyle bağlarımı güçlendiriyor.

Ama gangsterler genellikle birer epik kahraman olarak görülmezler…

Sanırım günümüz edebiyatında karakterler epik görevlerini ihmal etmiş görünüyor, garip ama kovboy filmleri kurtarıyor epiği.

“Batı Yakası Hikâyesi”ni defalarca izlemiş olduğunuzu duydum. Size göre onda da aynı destansı nitelikler var, öyle mi?

Evet sanırım. Dediğim gibi, epik geleneği sürdürmek için bir sürü alan varken, bu iş Hollywood’a kaldı. Paris’teyken, ne tür filmlerden hoşlandığımı sordular. Filmlerle ilgilendiğimi biliyorlardı, daha doğrusu eskiden ilgileniyordum, çünkü artık gözlerim çok bulanık görüyor. Samimi olarak söyledim; en çok hoşlandığım filmler kovboy filmleri diye. Fransızların hepsi bana katılarak “Tabii görev duygusuyla ‘Hiroshima mon Amour’ veya ‘L’Annèe Dernière’ gibi filmleri seyrediyoruz ama eğlenmek istediğimizde, iyi bir film görmek istediğimizde, gerçekten zevk almak istediğimizde, biz de Amerikan filmleri izliyoruz” dediler.

Geçirdiği ölümcül kaza, kafasındaki dağ gibi şişlikler ve okurun çoğu zaman her saçmalığı kabul etmesi üzerine

“O kazayı geçirmesem, asla öykü yazamayacaktım”

Öykü yazmaya başlamak konusunda çok ürkek olduğunuzu söylemiştiniz…

Evet ürkektim, çünkü gençken kendimi şair olarak görüyordum. Eğer öykü yazarsam herkesin beni yabancı ve davetsiz misafir olarak göreceğini sanıyordum. Sonra bir kaza geçirdim. Yara izini görebilirsiniz. Başıma dokunun görürsünüz. Dağ gibi şişlikleri hissettiniz mi? İki hafta hastanede yattım. Kabuslar gördüm, uyku uyuyamadım; gözümü kırpmadım. Durumun tehlikesini anlatarak yani ölüm tehlikesi olduğunu söylediler, ameliyatın başarılı geçmesi muhteşem bir şey. Aklımı kaybetmekten korktum. “Belki de bir daha yazamam” dedim kendi kendime. Böyle bir şey olsaydı, hayatım pratikte sona ererdi, çünkü edebiyat benim için her şeyden önemli. Yazdıklarımın çok iyi olduğunu düşündüğüm için değil, ama yazmadan yaşayabileceğimi sanmıyorum. Yazmadığım zaman bir tür vicdan azabı çekiyorum. Sonra bir makale veya bir şiir yazmayı denedim. Ancak ben zaten yüzlerce makale ve şiir yazmıştım, bu kez yapamasaydım anlayacaktım ki artık işim bitik, benim için hayat bitmiş. O zaman daha önce hiç yapmadığım bir şeyi denemeye ve bir kısa öykü yazmaya karar verdim. O kafamdaki darbe olmasa belki hiçbir zaman kısa öykü yazamayacaktım.

Ve belki de eserleriniz başka dillere çevrilmeyecekti.

Yazdıklarımı çevirmek kimsenin aklına gelmezdi. Umulmadık bir kısmet.

Öykülerinizi yazarken, geri dönüp yazdıklarınız üstünde tekrar çalışır mısınız?

Önceleri çalışırdım. Sonra fark ettim ki belli bir yaşa gelince artık kendi dilinizi bulmuş oluyorsunuz. Bugünlerde yazdıklarımı bir iki hafta sonra gözden geçiriyorum ve tabii kaçınılması gereken falsolar, tekrarlar oluyor, dozunda olduğu sürece lezzet katan eski numaralar. Şimdilerde yazdıklarım belli bir seviyeye ulaşmış, artık üzerinde daha fazla düzeltme yapmam, öte yandan daha kötüsünü yazmam da mümkün değil. Olduğu gibi bırakıp unutmayı yeğliyor ve o anda elimde bulunan işe yoğunlaşıyorum. “Antología Personal”da birçok yazım hatası olduğunu söylemem lazım. Gözlerim iyice görmez oldu, onun için son düzeltmeleri başka biri yapıyor. Küçük hatalar belki ama aklıma takılıyorlar. Okuyucuysa her şeyi kabul edebiliyor. Bazen saçma sapanlıkları bile!

Batıl inançlar, yaşlılık, delirme korkusu, öykülerinde sık sık beliren sayılar ve kırmızı, sarı, yeşil renkler üzerine

“Gri bir dünyada yaşıyorum ama sarı parıldıyor”

Öykülerinizde belli bazı sayılar tekrar tekrar beliriyor…

Ah, evet. Çok fazla batıl inancım vardır. Utanıyorum ama. En azından kendi kendime batıl inançlara sahip olmanın bir tür delilik olduğunu söylüyorum, siz ne dersiniz?

Bir tür din mi yoksa?

Din de denebilir ama bir insan 150 yaşına ulaştığında bayağı bir delirmiştir, değil mi? Çünkü bütün o küçük delilik belirtileri artmıştır. Yine de, anneme bakıyorum, doksan yaşında ve benden çok daha az batıl inancı var. Boswell’in “Johnson”ını okurken, herhalde onuncu kereydi, bir sürü batıl inancı olduğunu fark ettim ve aynı zamanda delirmekten de korkuyordu. Dualarında Tanrı’dan istediği şeylerden biri delirmemekti, bayağı endişeleniyormuş yani.

Yine aynı nedenden yani batıl inançtan dolayı mı hep aynı renkleri; kırmızı, sarı, yeşil kullanıyorsunuz?

Yeşili kullanıyor muyum?

Diğerleri kadar sık değil.

Bunun adı estlística’dır, burada eğitimi veriliyor. Ama sanırım sarıyı yazdıklarımda bolca bulabilirsiniz.

Kırmızı da var, sık sık hareket halinde, solup gül rengine dönüşüyor.

Gerçekten mi? Hiç fark etmemişim.

Bugünkü dünya sanki dünkü yangının külü… Sizin kullandığınız bir metafor bu. Niyetiniz rengi mecazi kullanarak dünyanın yozlaşmasını göstermek değil miydi?

Bir şey göstermek gibi bir niyetim hiç yok. (Gülerek) Niyetlenerek bir şey yapmıyorum.

Sadece tarif mi?

Tarif ediyorum. Yazıyorum. Sarıyı kullanmamın bir açıklaması var. Görme yeteneğimi kaybetmeye başlayınca son gördüğüm renk, daha doğrusu zihnimde parıldayan renk… Tabii şimdi üzerinizdeki palto ile bu masa ve arkanızdaki ahşap eşyanın aynı renk olmadığını biliyorum. Son gördüğüm renk sarıydı, renkler içinde en canlı olanıdır. Bu yüzden taksiler sarıdır. İlk önce kırmızı yapmayı düşünmüşler. Sonra biri, geceleri veya sis olduğunda sarının kırmızıdan daha canlı parladığını fark etmiş. Görme yeteneğimi kaybetmeye başlayınca ve  dünya benim için soluklaşınca arkadaşlarımın arasında geçirdiğim bir dönem vardı… Her zaman sarı kravat taktığım için dalga geçerlerdi benimle. Sonradan, her ne kadar göz kamaştırıcı olsa da sarı rengi gerçekten sevdiğimi düşünmüşler. Ben de, “Sizin için sevmek söz konusu olabilir ama benim için değil, benim tek görebildiğim renk bu” dedim. Gri bir dünyada, gri ekranlı bir dünyada yaşıyorum. Ama sarı parıldıyor. Sarının açıklaması bu olabilir. Oscar Wilde’ın bir şakası geldi aklıma, bir arkadaşının sarı, kırmızı, karmakarışık renkli bir kravatı varmış, Wilde da “sevgili dostum, ancak sağır bir adam böyle bir kravat takar” demiş.

Benim şimdi taktığım kravata benzer bir karavattan bahsetmiş herhalde.

Bunu bir hanıma anlatmıştım, şakayı hiç anlamadı. “Sağır olduğundan, insanların kravatı hakkında söylediklerini duyamayacak, o yüzden değil mi?” dedi. Bu laf, Oscar Wilde’ın çok hoşuna giderdi, değil mi?

Buna cevabını ben de duymak isterdim.

Evet, tabii. Hiçbir şeyin bu denli yanlış anlaşıldığını duymadım daha önce. Aptallığın mükemmel hali. Wilde’ın söylediği bir fikrin esprili çevirisiydi tabii, İspanyolcada da İngilizcede olduğu gibi “canlı renk” vardır. “Canlı renk” yaygın kullanılan bir tabirdir, ama edebiyatta kullanılan şeyler hep aynıdır. Önemli olan bir şeyin nasıl söylendiğidir. Mecazi kullanımlara bakalım mesela: Gençken hep yeni metaforlar arardım. Sonradan fark ettim ki gerçekten güzel metaforlar hep aynı. Yani zamanı yolla karşılaştırıyorsunuz, ölümü uykuyla, yaşamı rüya görmekle… Bunlar edebiyattaki en önemli metaforlar, çünkü temel şeylere aitler. Metafor üretirseniz bir saniye için karşınızdakini afallatabilirsiniz. Hayatı bir rüya gibi düşlerseniz bu bir fikirdir, gerçek bir fikirdir… Bence daha önce aralarında herhangi bir bağlantı kurulmamış şeyler arasında bağlantı kurmak insanları afallatmaktan daha iyidir.

Bir yazarı niçin fikirleriyle değerlendirmemek gerektiği ve yazdıklarının onu neden utandırdığı üzerine

“Kitaplar kendi kendini yazdırır, öyle değil mi?”

Şaka yapmayı seviyorsunuz, değil mi?

Evet severim doğru.

Ama sizin kitaplarınız, özellikle de öyküleriniz hakkında yazanlar…

Fazlasıyla ciddi bir dil kulanıyorlar…

Öykülerinizin bazılarındaki komik öğeyi pek nadiren fark ediyorlar.

Komik olsun diye yazıldı onlar gerçekten de. Yakında Adolfo Bioy Casares’in yazdığı “Cronίcas de Bustos Domecq” isimli bir kitap yayınlanacak. Mimarlar, şairler, romancılar, heykeltıraşlar hakkında. Bütün karakterler hayali ve günümüze uyarlanmış oldukça modern tipler; kendilerini çok ciddiye alıyorlar, yazar da aynı, ne var ki bu karakterler hiç de karikatür değil. Son noktasına kadar götürmüşüz, sınırı zorluyoruz bazı konularda. Örneğin buralı birçok yazar “mesajınız nedir” diye sorup duruyor. Halbuki hiçbir mesaj yok ortada. Oturup yazıyorum çünkü işimi yapmam lazım, bu kadar. Ayrıca bir yazar kendi kitaplarıyla çok da uğraşmamalı. Kitaplar kendi kendini yazdırır zaten, öyle değil mi?

“Bir yazar fikirlerine göre değerlendirilmemeli” demiştiniz.

Fikirlerin önemli olduğuna inanmıyorum.

Peki o halde bir yazarı neye göre değerlendirebiliriz?

Yazdıklarının okura verdiği keyif oranında değerlendirilmeli. Fikirlere gelince, bir yazarın şu veya bu türde politik düşünceleri olması çok da önemli değil.

Yazmaya başlayınca nasıl bir okura hitap ettiğinizi hayal ediyorsunuz, eğer hayal ediyorsanız tabii? İdeal okurunuz kimdir?

Birkaç yakın arkadaşım herhalde. Kendimi saymıyorum çünkü yazdıklarımı asla tekrar okumam. Utanç duymaktan korkuyorum.

Öykü ve şiir kadar belki de daha çok kurmaca olmayan veya gerçeğe dayanan kitaplar okuduğunuz anlaşılıyor. Doğru mu bu? Örneğin, ansiklopedi okumayı severmişsiniz.

Evet tabii. Bayılırım. Hele ilk günlerde… Çok gençtim ve kitap isteyemeyecek kadar da çekingendim. Yoksul sayılmazdım belki ama varlıklı da değildim – onun için her akşam kütüphaneye gelip eski baskı “Britannica Ansiklopedisi”nin bir cildini çıkarıp alırdım. O baskıda Macaulay ve Coleridge’in uzun yazıları vardı, hayır Coleridge’in yoktu… İlgimi çekecek yazı bulmak için sayfaları çeviriyordum, Mormonlar hakkında ya da bir yazar hakkında örneğin. Aynı şey Almanca Ansiklopediler için de geçerli. Artık insanlar küçük dairelerde yaşadıkları için otuz ciltlik ansiklopedilere yer kalmadı. Ansiklopediler bundan çok büyük zarar gördü, basımları durduruldu.

Bazı okurlar öykülerinizi soğuk, kişisellikten uzak yeni Fransız yazarların eserlerine benzer buluyorlar. Siz bu yönde bir çaba harcamış mıydınız?

Hayır. [Üzgün bir edayla] Eğer sonuç öyleyse bu sadece beceriksizliktendir. Çünkü ben onları çok derinden hissettim. Öyle derinden hissettim ki öyküleştirdim ve az çok hepsinin otobiyografik olduğunu okurlar anlamasın diye de garip semboller kullandım. Öyküler benim ve kişisel deneyimlerim hakkında. Sanırım bu da İngiliz mahcubiyeti, öyle değil mi?

Timaş Yayınevi’nden çıkan “Yazarın Odası” kitabından

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments