Egoist okur

Joyce, Dickens, Hardy ve Lawrence’la düşsel buluşmalar

Tim Parks New Yorker için James Joyce, Charles Dickens, Thomas Hardy ve D.H. Lawrence’la tanışmanız, buluşmanız halinde yaşayacaklarınızı yazmış.

Ama tabii söz konusu edebiyatçılara pek de sevecen davranmamış. Yerden yere vurmuş onları, karakterlerinin en berbat, en dayanılmaz, en pislik özelliklerini ifşa etmiş.

Hepsini çok sevdiğim yazarlar olduğu için, başta biraz bozulduğumu, Parks’ın neden böyle yaptığını anlayamadığımı söyleyebilirim. Ta ki son cümleye gelene kadar.

Son cümleyi okuduktan sonra hem koca bir kahkaha patlattım hem de kalleşçe harcadığı büyük yazarlar arasına katar mıyım, bilmiyorum ama Parks’ı bir kez daha çok sevdim. Sonra da işte oturup siz de okuyun, eğlenin, düşünün diye çevirdim.

“Edebiyat ölüyor mu? Hiç bu kadar çok edebiyat olmamıştı”

Joyce, Dickens, Hardy ve Lawrence’la düşsel buluşmalar

James Joyce

James Joyce’la, şu bizim Jim’le buluştuğumuzu hayal edelim. Trieste’de sahildeyiz, Büyük Savaş’tan hemen önce, 1918’de Zürih’teki Kreuz Caddesi’nde ya da 30’larda Saint Michel Bulvarı’nda.

Ne konuşuyoruz?

Birçok kişinin onaylayacağı bir senaryomuz var.

Konuşmada birkaç isim geçiyor ilkin. Hepsi İrlandalı isimler. Joyce’la ilgili bir şeyler bilen birini, tercihen Dublinli birini tanıyorsanız, kendisi buna çok memnun oluyor. O kişinin onu methetmesi ya da tam aksi yerden yere vurmuş olması fark etmiyor. Önemli olan, insanların Dublinli Joyce’tan bahsetmesi.

Açılış muhabbeti bittiğinde, Joyce onun için küçük bir şey yapmanızı istiyor. Koca bir zarf var elinde. O kadar uzun konuşmuşsunuz ki zarfı postaneye götürecek vakti kalmamış. Bunu onun yerine siz yapabilir misiniz? Peki ya erkek kardeşi Stanislaus’a bir mektup gönderebilir misiniz? Yakut Shakespeare & Co.’ya, “Ulysses”i yayımlayan Paris kitapçısına.

Evet derseniz, bir dahaki sefere başka bir şey isteyecek, daha fazla zaman alacak bir şey.

Ona da evet derseniz, yeniden görüştüğünüzde ona birkaç pound, birkaç lira, birkaç frank ödünç verip veremeyeceğinizi soracak. Birkaç yüz frank. İlerleyen zamanla değişecek bir senaryo değil bu. Joyce, hayranlarından borç istemek zorunda kalmayacak kadar refah içinde yaşayacağı bir noktaya asla ulaşmayacak.

Ona bir kez borç verirseniz, daha sonra yeniden isteyebilir. Daha fazlasını. Bu arada, eski borçlarını daha geri ödemedi. Ama boşverin, önemli olan kendisinin bir sonraki edebi çabası. “Ulysses”i ya da hali hazırda yazdığı “Gelişmekte Olan Eser”ini tartışmak için biraz zamanınız var mı? Jim’le “Gelişmekte Olan Eser” üzerine sohbet etmek için mi? Evet, tabii. Haydi, gidelim öyleyse.

Havada kesif bir siyasi kriz hatta savaş kokusu olsa bile, Joyce şöyle diyecektir: “Ah, Çekleri, Polonyalıları, Slavları rahat bırakalım da ‘Gelişmekte Olan Eser’i konuşmaya devam edelim!”

Siz de bir şey yazıyor olabilir ve fikrini almak isteyebilirsiniz. Yapmayın. Ezra Pound’un onca iyiliğinden sonra bile “Kantolar”ı okumadıysa, sizin yazdıklarınızı hiç okumayacaktır. En iyisi, bu ilişkinin tek yönlü trafiğe dayandığını kabul etmeniz.

Ardından Jim daha da büyük bir şeyler isteyecek sizden. Öğleden sonra ona biraz kitap okuyabilir misiniz? Gözleriyle ilgili sorunları var da. Peki taslaklarını düzeltebilir misiniz? Ya da onun için bir makale yazar mısınız?

Bunları yapmayı niye kabul edesiniz? Çünkü Joyce bir dahi. Herkes öyle söylüyor. Kendi de anlatıyor bunu zaten. Kitaplarını okuduğunuzda siz de onun bir dahi olduğunu görüyorsunuz.

Yalnız değilsiniz. Herkes ona yardım ediyor. Nora olsa, “Yüce Tanrı dünyaya indiğinde sen mutlaka ona da verecek birkaç iş bulurdun” derdi kocasına.

Yine de gün geliyor, damlalar bardağı taşırıyor. Bazı istekleri size fazla çılgın gelmeye başlıyor bir anda. Başlangıçta, “Dublinliler”in çıkardığı ufak tefek zorlukları ve hafif suçları heyecan verici buluyordunuz, “Portre”de işler biraz büyüdü ve zorluklar, olanca müstehcenliği ve abartısıyla “Ulysses”te anıtsal bir boyut kazandı, şimdiyse “Gelişmekte Olan Eser”in ilk bölümlerini okurken ise nutkunuz tutuldu.

“Kelepir kurdelesi çözüldü. Tarihsonu iyi mi değildir nedir!”

Ne bu şimdi?

İşte kendinizi Joyce’a hayır derken bulacağınız o kaçınılmaz gün gelip çattı.

“Postaneye gidebilir misiniz?”

“Hayır.”

“Beni hiç sevmediniz. Umursamadınız bile.”

Ve bitti.

Büyük yazar, artık sizi görmek istemiyor. Büyük adam çok fazla şey istemeye başladığında başka binlerce başka okurunun yaptığını yaparak, ona ihanet ettiniz. Ama en yakınları ve dostları bile ona “ihanet” etmedi mi? Stanislaus hatta Pound. Anlaşılır bir şey. Esas soru şu: Bazıları niye o acı noktada kalakalmayı seçiyor? Gömleklerini sıyırıp Joyce sırtlarını kırbaçlasın diye beklerken “Finnegans Wake” okuyan bu insanlar kim? Ve o, niye hep bir şeyler talep ediyor?

Charles Dickens

Charles Dickens, bizden borç istemez, bunu yerine çocuklara, ebeveynlere, akrabalara, arkadaşlara hatta tanımadığı insanlara durmadan borç verdiğinden yakınır. Yakınır yakınmasına ama yeterince değersiz ya da muhtaç olduğumuzu düşünürse, bize de istemesek bile zorla para ya da iş teklifinde bulunması olasılık dahilindedir.

Bu büyük adamla nasıl tanışabiliriz? Bir trende belki, çünkü kendisi dur durak bilmez bir seyyahtır. On iki yaşında bir Amerikalı kız, 1868’de bir tren yolculuğunda tanıştığı yazarı hem büyülemiş hem de tam 44 yıl sonra bu buluşmada olup bitenleri olay adeta yeni yaşanmış gibi bir canlılıkla yazabildiğine göre, ondan büyülenmişti. Fakat Dickens’la tanışma hatıratları, savaş alanı sayılır. Kendisi tanışma tiyatrosunu, o ilk baştan çıkış anlarını sever. Eh, roman açılışları çarpıcı olmak zorundadır, öyle değil mi?

Mezarlıklar, hastaneler ve hapishaneler bu büyük romancıya ulaşabileceğiniz diğer muhtemel mekanlardır. Seyahatlerinde dışlanmış kişileri bulup onların dünyalarını keşfetme fırsatını asla kaçırmaz. Neticede çocukken kendi de dışlanmıştı ve kız kardeşi prestijli bir müzik okulunda öğrenim görürken o, sefil bir fabrikada çalışmaya zorlanmıştı. Üyesi olduğu kulüplerden birinde de tanışabiliriz onunla, mesela Garrick’te ya da Reform’da, ama tabii bu durumda dışlanmış olmamız değil en az onun kadar onaylanmış olmamız gerekir. Herkes Garrick’e giremez; orası davet edilmeniz gereken bir dünyadır. Dickens için de zaten roman yazmak bu türden kutsal yerlere girmenin bir yoludur. Kulüplere bayılır, düşünsenize ilk romanı da bir kulüp hakkındaydı. “Pickwick Kulübü”nden bahsediyorum.

Genç bir kadınsanız, Shepherds Bush’ta tanışabilirsiniz Dickens’la. “Evsiz Kadınlara Ev” başvurusunda bulunan kadınlarla burada bizzat kendi görüşür. Evsiz, onun döneminde ‘fahişe’ anlamına gelen bir kelimedir. Ve bu durumda da Dickens’ı büyüleyebilir ya da onun tarafından büyülenebilirsiniz. Yine de Ev’e kabul edilmek ve orada kalabilmek için, onu ne kadar değerli biri olduğunuza ikna etmelisiniz. Gözdesi bile olsanız, onun koyduğu kurallara uymuyorsanız, sokağa atılmanız işten değildir.

Daha mutlu koşullardaysa Dickens bize geniş bir yelpazede sahip olur. Belki de onun şu ünlü Onikinci Gece kutlamalarından birine çağrıldınız, şenliğe ve eğlencelere katılmak için. Dickens o gecelerde sevinçle yer, içer. Siz de öyle yaparsanız sevinirim. Rengarenk giyinir, üzerinde yeşil ceketi ve fırfırlı ve elmas kol düğmeli kırmızı gömleği olur. O herkesçe tanınan kişilerin taklidini yapmaya başladığında, arkanıza yaslanıp kadehinizi doldurun ve bu harika erkeğin müthiş performansının tadını çıkarın. Ama onu taklit etmeyi aklınızdan bile geçirmeyin. Dickens, kendisinin söylediğine bakılırsa “tanrı”, Trollope’un kabaca tabiriyle ise “kendi kendinin tanrısı”dır.

Yazar olmak için uğraşan biriyseniz, Dickens sizi kanatları altına alabilir. Başkalarının el yazmalarını okur ve bazen kendi dergisinde yayınlar. Derginin her sayfasında Charles Dickens’ın adı görülür. Kendi adınızı ise katiyen bulamazsınız, yazıların hepsi imzasızdır. “Household Words” dergisinde yazdığınız bir şeyin basılması, kulübe kabul edildiğiniz anlamına gelir. Dickens Kulübü’ne.

Dickens size güvenebileceğini hissederse, şu ünlü destansı yürüyüşlerinden birinde ona eşlik etmeniz istenecektir, bu da gecenin köründe onunla birlikte Londra’yı bir uçtan bir uca kat edeceğiniz anlamına gelir. Bu esnada Dickens’in kasvetli yönü ortaya çıkabilir. Yıllardır eğlenmeyi hiç de hak etmeyen insanları eğlendirmek için öyle çok enerji harcamış ki şimdi sadece ikinizin var olduğu ayrı bir dünya oluşturmaktan başka bir şey istemiyor. Üstün bir dünya. Hazır mısınız?

Dickens’la arkadaş olmak için sürekli sınavlardan geçeceksiniz. Örneğin gece yürüyüşüne çıkmayı teklif etmişse ama sizin o saatlerde yapacak daha iyi bir işiniz varsa, bundan hiç hazzetmeyecektir. Onaylamadığı biriyle evlenmek istemeniz de sorun yaratabilir. hazır olun, daha neler neler olacak. Dickens karısını terk ettiğinde, onu aileden uzaklaştıracak, çünkü on çocuğunun annesinin aslında tembel, umursamaz ve değersiz bir kadın olduğunu anlamış olacak. İşte o sırada eğer tarafınızı doğru belirlemezseniz, arkadaşlığınız biter.

Kısacası bu arkadaşlık tuzaklı bir yol olmaya devam edecek. Dickens’in bir metresi var mesela, ondan 30 yaş genç bir kadın, bir aktris. Ve bu öğrenilirse, saygın okuyuculardan oluşan o engin aileye artık layık bulunmayacak. Bu düşünülemez bir şey. Susmak zorundayız.

Dickens’la arkadaşlığımızın en üzüntülü günü de gelecek kaçınılmaz olarak. Ellilerinin ortalarında yazmayı bırakıp, büyük topluluklara okumalar yapmaya başladığında. Sahnede hem en kötü kalpli karakterlerini hem de en iyileri canlandırarak melodramı üst seviyelere çıkarmaya bayılıyor. Onu seyredenler çılgına dönüyor. Bittiğinde, büyük adam metresini gözlerden ırak tuttuğu evin olduğu semte giden bir trene biniyor aceleyle. Böyle ne kadar sürebilir ki? Dickens tüm ilginin odak noktasında durma gayretini öyle abartıyor ki, elli sekiz yaşındayken, hayranlarının son derece uygunsuz bulacağı bir sevgilinin yanında bitkin düşüp öldüğünde, şaşırmıyorsunuz.

Fakat onun bu dünyadan göçüp gitmesi bizi yıksa bile, Dickens Bursu almayı hâlâ umut edebiliriz. Ya da Dickens Pickwick Kulübü’ne kabul edilebiliriz. Bu kulübün tüm dünyada şubeleri var, biliyorsunuz. Onun parlak, iyicil taklitlerine nasıl da bayıldığımızı hatırlamak için diğer okuyucularla bir araya da gelebiliriz. Genelde erken dönem romanlarını konuşuruz. Onunla ilk buluşma ânımızı.

Thomas Hardy

Thomas Hardy ile tanışmanızı yazacak olsanız, ortaya hiç de öyle canlı bir şey çıkmaz. Dorset’teki bir taşra kilisesinde görev yaptığınızı düşünebiliriz. Hardy Tanrı’ya inanmaz ama kiliseyi de asla boşlamaz.

Tanıştırıldığınızda, sağlığınızı soracaktır, bunu sahiden umursuyormuşçasına… Bu karşılaşmayı yazma ihtimalinizi daha çok umursuyordur aslında, o yüzden böyle bir emelinizin olmadığını bir şekilde hissettirmeniz akıllıca olabilir. Ailenizin Dorset’in eskileriyle bağlantısı olduğunu açıklayın, bu onu rahatlatır. Mesela büyükbabalarınızdan biri, Puddletown’da yatıyordur. Hardy talepkâr biri sayılmaz, insanı sohbete falan da zorlamaz. Tepesi kel, arka taraftaki saçları ince ve uzundur. Utangaç görünür, konuşmayı başkaları yürütmesini tercih eder, karısının bitmek bilmeyen gevezeliklerine çatık kaşlarla bakar. Herkese naziktir, karısı hariç! Ama nasıl inanmadığı bir kiliseye ihtiyaç duyuyorsa, karısına da aynı şekilde ihtiyaç duyar. Siyasi konular açılırsa, sadece bir ya da iki defaya mahsus fikrini belirtir. Karşısındakinin ne düşündüğünü duyduktan sonra. Tanrıya inanmamak meselesine dair bir şey söylediğinde, bunu öyle kapalı bir şekilde yapar ki ne düşündüğünü anlayamazsınız bile. Ayrılma zamanı geldiğinde onun gizemli biri olduğunu düşünmeye başlamışsınızdır.

İkinci bir toplantıya davet edildiyseniz, belki Hardy’nin kalın çitlerin arkasında gizlenmiş evinde olabilir bu, yemeğin sadeliği, ev sahibinin sessizliği etkiler sizi. Orada aynı anda hem olmanın hem de olmamanın yolunu bulmuş gibidir. Tokalaşmaya davrandığınızda, elinin gevşekçe ve biraz nemli olduğunu düşünürsünüz. Dokunulmaktan hoşlanmaz gibidir. Hizmetçileri fark etmeye başlarsınız sonra. Masaya yemekleri getiren çok sevimli genç bir hizmetçi vardır mesela. Ve sevimli bir genç kuzen. Etrafta bu parlak gençler varken Thomas Hardy’ye odaklanmak zor olur, hele yazarın da onların farkında olduğu açıkken. Çok çok açıkken. O gençlerin yoğun varlığı ve yazarın adeta yok gibiliği arasında bir ilişki olduğu aslında bellidir.

Eğer önemli bir üniversitede görev yapan bir akademisyenseniz, yazar sizinle biraz daha fazla ilgilenebilir; evrim ya da determinizm hakkında konuşabilir mesela. Bilgili biridir çünkü. Size korunaklı dünyanız hakkında sorular sorar, sesinde belirgin bir imrenme sezer, akademinin korunaklı dünyasının onu karısından kurtarabileceğini düşündüğünü anlarsınız.

Hardy ile buluşmanızın, sadece genç bir kadınsanız farklı bir sonucu olabilir. Küçük bir not yazarak tekrar görüşmenizi isteyebilir sizden. Kurmaca yazıyorsanız, bir yayıncıya bir kısa öykünüzü tavsiye edebilir. Ne cömertlik! Londra’ya geldiğinde, bir müzede veya katedralde buluşma ayarlar. Bir anda mimari hakkında ilgili ve bilgili biri olmuştur. Bir gargoylun altında size aşk ilan eder. Sizi bütün kalbiyle seviyor, anlasanıza. Fakat bir şekilde bunu da, masumiyetinizi korumak ya da aranızdaki alevi söndürmek istercesine kapalı bir şekilde yapmayı başarıyor. Size dokunmaya çalışmıyor. Öpmüyor da. Daha siz ‘hayır’ demeden önce bile o, hayal kırıklığına uğramış ve rahatlamış görünüyor. Onu reddetmenizi istediği hissine kapılıyorsunuz. Bir sarılma çok tehlikeli olmaz mıydı? Hafiften ve aslında ilk kez, bu yumuşak huylu adamı, okurken ağladığınız ve ‘keşke hiç başlamasaydım’ dediğiniz o çok güzel kitapların, “Tess of the D’Urbervilles” ve “Jude the Obscure”un korkunç dünyasıyla bağdaştırıyorsunuz. Bir süre sonra, bir çiftin sevgili olmasını engellemek için havanın bile aniden değiştiğini anlattığı kısa bir şiir yazıp gönderiyor size. Bir daha denemiyorlar. Son buluşmanızda, şahinin yediği bir bebek kirpiyi gösteriyor. Onu arkadaşlarınıza anlattığınızda, her zaman kibar davrandığını, tahrik olduğunda bile sizi korumak adına içindeki arzuyu dondurduğunu söylüyorsunuz.

D.H. Lawrence

D. H. Lawrence’ın dokunaklı bir sorunu yok ve asla kalabalığın içinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya değil. Saçları kırmızı, sakalları fırça gibi; hareketleri de öyle. Sık sık hasta oluyor ama yardım beklemiyor. Borç istediğinde, bu yalnızca gerçekten ihtiyacı olduğu ve geri ödeyeceği için oluyor. Onunla Sicilya’da, Seylan’da, Avustralya’da, Amerika’da tanışabilirsiniz, fark etmez ama unutmayın, Lawrence’le tanışmak Frieda’yla tanışmak anlamına geliyor. Frieda’yı tanımadıysanız, Lawrence’ı tanıyamazsınız. Ve bu ikisi bekarlarla değil, çiftlerle tanışmayı, ilişkileri karşılaştırmayı seviyorlar.

Eşinizle evlerine gittiğinizde, Lawrence’ın meşgul olduğunu görüyorsunuz. Dizleri üstüne çökmüş, yerleri siliyordur. Ya da bir ağacın altında oturmuş, elindeki deftere çılgınca bir şeyler yazıyordur. Sizi anında fark edip içeri alıyor. Frieda o sırada ya akşam yemeği hazırlıyor, ya da piyano çalıyor olur. Lawrence fikirlerini yüksek sesle dile getirmeye başlıyor ve hangi ülkedenseniz orayı eleştiriyor. Çünkü o ülkeden nefret ediyor. Orası ahlaken çökmüş bir yer. Sesi kılçıklı. Böylesini seviyor. İnsanların her birini kendine has buluyor. Nefret etmeye bayılıyor. Gitmeniz gerektiğini söylüyor. Geldiğinize sevinmiş. Kendi görüşünüzü dile getireyim deseniz, ‘yanlış’ olduğunuzu söylüyor, en iyisi kendi fikrinizi bırakıp onunkini almanız. Haklı. Bunu kanıtlayacak bir dizi örnek sunuyor. İkna edici. Muhtemelen haklı.

Havada şenlikli bir çatışma hissi var. Frieda piyano çalarken yanlış bir notaya basıyor ve Lawrence bir anda bağırıp çağırmaya başlıyor. Frieda ondan çok daha iri yarı ama yazarımız buna aldırmadan koşarak ona saldırıyor. Yahut eline geçirdiği bir tabağı fırlatıyor kadının üzerine. Başka misafirler de var masada ve hepinizin nutku tutuldu. Derken şaşırtıcı bir şekilde ortalık sakinleşiyor ve Frieda piyanosunun başına dönünce Lawrence şarkı söylemeye başlıyor. İlişkiniz daha samimi ve canlı olmalı ona göre. Dehşete kapılıyorsunuz. Kendinizi ifade edemiyorsunuz.

Lawrence bir şaka patlatıp köpeği okşuyor, hırladığı zaman da tokatlıyor. O sırada Frieda tavuğu yakmış oluyor ve tekrar bağrışmaya başlıyorlar. Lawrence iyi değil. Zor nefes alıyor. Ama belki de kafasındaki lanet olasıca bir fikirlerin esiri olduğu için iyi değildir.

“Spiritüel bir toplulukta bize katılmak ister misiniz?” Lawrence sonunda ne zaman yemek yiyeceğinizi sormayı akıl ediyor. Sadece birkaç korkusuz erkek ve kadından oluşan bu ideal topluluk uzak bir adada olabilir. Ya da Florida’da. Modern toplumun esas sorunu, otantik seks ilişkilerini oluşturmak için uygun bir bağlam oluşturamaması sonuçta. Onu terk etmeye cesaretimiz var mı?

Bu size ilginç bir proje gibi geliyor, peki ya pratik meseleler? Örneğin para mı? Lawrence tiksintiyle bakıyor size. Gelmek istemiyorsan, sebebi korkudan başka bir şey değil diyor. Frieda, “Seni kışkırtmasına izin verme” diyor ve tekrar bağırıp çağırmaya başlıyorlar. Haykırıyor Lawrence… “Bir ahmak gibi görünmekten korkmuyorum!”

Daha sonra, köpeğini dışarı çıkarırken, seni de çağırıyor. Peşinde olduğu şey bir tür blutsbrüdershaft. Bu öyle güçlü bir arkadaşlık olmalı ki, birbiriniz hakkında düşündüğünüz her şeyi ilişkinizi riske atmadan söyleyebilmelisiniz. Hemen ardından, bileğinizi kavrıyor. O kadar baştan çıkarıcı ki ürküyorsunuz. ‘Evet’ dememeniz gerektiğini biliyorsunuz bir tek. Ama yüreğinizdeki korkuyu alt etmek de cazip geliyor o an size. Öylece duruyorsunuz. Beklediği cevap da bu zaten. “Şu lanet köpek nerede” diye bağırıyor. Kanlı cehennem!

Siz ve eşiniz gece yarısına doğru evden ayrılırken, kendinizi tükenmiş hissediyorsunuz. “Onları yazmalıyız” diyorsunuz. “İnanılmazlar.”

“Bahse girerim o da seni yazıyor” diyor karınız.

Ah çok kötü, onun kitabı daha iyi olacak!

Çeviren: Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments