Hakan Bıçakcı’nın objektifinden İstanbul: Artık her yer “karanlık oda”
Romancı Hakan Bıçakcı’nın Karanlık Oda adlı romanının çıkmasının üzerinden yaklaşık altı ay geçti. Çıkar çıkmaz soluksuz okudum. Ama bendeki etkisi hâlâ sürüyor. Buna, “mışıl mışıl uyurken güm diye yataktan düşmüşüm ve bir daha hiç öyle deliksiz bir şekilde uykuya dalamamışım etkisi” adını koydum. Uzun biraz, farkındayım. Karanlık Oda, David Lynch’in Eraserhead filmi gibi. Dokunursanız, kurtulamıyorsunuz. Diyorsunuz ki okuyup bitirdiğiniz gecenin sabahında, “Ne yaptın sen Hakan! Nasıl yazdın bu kadar hazin ve bu kadar irkiltici bir hikayeyi?”
Karanlık Oda’dan sonra insana öyle geliyor ki bu şehir bir labirent… Dışarısı hep simsiyah. Zaman belirsiz, sesler uğursuz, insanlar yabancı, nesneler düşman. Binalar, kaldırımlar, meydanlar adeta ürkütücü bir hırıltıyla nefes alıyor, saldırmaya hazırlanan yaralı canavarlar gibi… Karanlık Oda’dan sonra artık her yer karanlık oda.
Şimdi… Bu girizgâhı niçin yaptığımı soranlara… Hâlâ okumamışsanız eğer, bu senenin en güzel işini bir an önce edinip okuyun istediğim için olabilir. Bir de tabii tuhaf baş karakteri gibi Hakan’ın da karanlık odalara sıkça girip çıktığını öğrendiğimden. İçine hapsolduğumuz karanlık odalardan değil, fotoğrafçıların çalıştığı türden karanlık odalarından bahsediyorum.
Uzun lafın kısası, huzurlarınızda Hakan Bıçakcı’nın objektifinden İstanbul…
Hakan Bıçakcı’nın objektifinden İstanbul: Artık her yer “karanlık oda”
“Işıksız, çirkin, kimsesiz bir meydandaydım”
“Karanlık koridorun içinden tanımsız bir karanlığa çıktım. Otobüs, sımsıkı tutulmuş bir nefes gibi bekliyordu. Hareketsiz… Gergin… Sessiz… Derme çatma otobüs durağında ışık yoktu. Hiçbir yerinde herhangi bir semt ismi yazılı değildi. Durağın, az önce içime doğan uzaklık hissini doğrulayan ilkelliğine bakarak şehrin epey dışına çıkmış olduğumu hafif bir panik eşliğinde ürpererek anladım. Merkezdeki ışıklı, reklam alanlı, haritalı, oturma bölümlü, boyalı, üzerinde semt isimleri belirtilen, birörnek, şık duraklardan yirmi yıl gerideydi karşımdaki baraka. Beni yirmi yıl önceki bir şimdiki zamana bırakan boş otobüs sarsılarak çalıştı, daha da eski bir zamana doğru ağır ağır uzaklaştı. Farkında olmadan tutmuş olduğum nefesimi bıraktım. Işıksız, çirkin, kimsesiz bir meydandaydım.
“Aslında bu dünyadan çok o dünyada yaşıyordum”
“Alternatif bir hayatın hayali yakamı bırakmıyordu. Bedenimde diş izlerinin olmadığı, dünyaca ünlü bir fotoğrafçı olduğum bir dünya. Aslında bu dünyadan çok, o dünyada yaşıyordum. Zihnimde daha çok yer tutuyordu çünkü bu alternatif hayat. Ankara yerine Londra’da, Berlin’de, Viyana’da sergi açtığım, fotoğrafçılığın gündemini belirleyen yayınlarda çalışmalarımın yer aldığı, stüdyoma gelenlerin vesikalık çektirmek isteyen vatandaşlar yerine fotoğraf eleştirmenleri, küratörler, dünyaca ünlü modeller olduğu bir hayat. Dişlerimin kendi bedenimde değil, stüdyoma gelen modellerin üzerinde iz bıraktığı bir dünya. Bu sendrom hiç değişmeyecekti. Personel odasındaki yatağımda yatarken de oradan kurtulup İstanbul’un iyi bir semtindeki kendi fotoğraf stüdyoma geçmenin ve ara sıra da sergi açmanın hayalini kuruyordum. Sürekli. Uzun uzun. Tüm ayrıntılarıyla. Otelden çıkamadıkça otelin dışındaki hayal daha gerçekçi bir hal alıyordu.”
Bu kitabı okuyan şanslılardanım :) Kitap gerçekten başarılı ama benim dikkatimi çeken, daha doğrusu kimi yerlerde biraz rahatsızlık veren, “kusma” kelimesinin çok fazla kullanılmış olmasıydı belki de. Bilemiyorum, cümlelerin içindeki o muazzam ritm o kelimeyle beni biraz okurken zorladı. Kim bilir istediği belki de tam da buydu.:)