Egoist okur

Karen Blixen’in rüyası: “Şimdi ne yapsak da biraz eğlensek?”

Danimarkalı masal cadısı Karen Blixen (ya da bir dönem öykülerini yayımlamayı tercih ettiği isimle Isak Dinesen) yurttaşı Hans Andersen’le düşsel buluşmasını anlatıyor.

Sadece Andersen’e olan hayranlığını öğrenmek için değil, Blixen’in harikulade dünyasını anlamak için de okuyun lütfen.

Isak Dinesen ormanda bir aslan yavrusuna rastlarsa
Ursula K. Le Guin: “Gölgesiyle karşılaşıp onu kabul edemeyen kişi, kayıp bir ruhtur”

Afrika Çiftliği

Edebiyat dünyasının en nevi şahsına münhasır yazarlarından Karen Blixen

Karen Blixen’in rüyası: “Şimdi ne yapsak da bir parça eğlensek?”

Hans Andersen ben doğmadan ölmüş; gene de onu iyi tanıyormuşum, hatta arkadaşmışız gibi geliyor bana.

Küçük bir kızken akşamları yatağa girdiğimde yaşlı dadım, onun masallarından birini okur, sonra da iyi geceler dileyerek giderdi. Ufak bir gece lambasının azıcık aydınlattığı bir odada düşüncelerimle baş başa kalırdım:

“Andersen Amca, gelip benimle oynasana…”

“Niyeymiş o?” diye cevaplardı, “Upuzun bir hayatım oldu benim, bir sürü çocuğa masal anlattım. Onları hem güldürdüm hem de ağlattım. Şimdi artık, Kopenhag Kilisesi’nin avlusundaki mezarımda sessizce, huzur içinde dinleneyim, şımarık küçük kızlar huzurumu kaçırmasın istiyorum.”

“N’olursun, bir kerecik,” diye ağlardım, “Seninle bir kerecik yürüyüşe çıksak…”

“Peki ama yalnızca bir kere,” derdi, “Ama dur biraz, şu uzun bacaklarımı toparlayıp ayağa kalkmam epey zaman alabilir çünkü.”

Çok geçmeden onun usul usul, neredeyse parmaklarının ucunda odama girdiğini işitir, koskocaman eliyle benim miniminnacık elimi kavradığını hissederdim. Ölülerin soğuk olduğunu anlatmışlardı bana; aralarında kalplerinde alabildiğine zengin, tatlı bir ışıltı olan, dokundukları şeyleri ısıtanlar da vardı, onu tanıyınca öğrendim.

“Şimdi ne yapsak da bir parça eğlensek?” diye sorardı.

Büyük şeyleri küçültme, küçük şeyleri büyütme yeteneği vardı onda. Kırlık bir yerde yaşıyorduk biz, binmeye bayıldığım atlarımız vardı, ama öyle iriydiler ki yardımsız ne üstlerine çıkabilirdim ne de aşağı inebilirdim. Onları, benim sevgili yavru kedilerime benzeyecek kadar küçültürdü Andersen, bense olduğumdan çok daha küçük görünürdüm. Odanın etrafında dörtnala dönerdik önce, içeride bir tek ben olurdum, dolayısıyla yarışı da ben kazanırdım. Korulukta yürüyüşe çıktığımızdaysa küçük köpeğimi fil kadar büyütürdü, ben de bana böyle iri bir köpeğin eşlik etmesinden dolayı acayip gurur duyardım. Hem yol boyunca köpeğim öyle uslu, öyle sakin dururdu ki, görseniz onu yepyeni bir fil cinsi sanabilirdiniz. İki de bebeğim vardı, Southcarolina ile Goodfrida. Andersen, onları da büyütürdü, güzel elbiseleri, uzun etekleri ve korseleriyle baston yutmuş gibi dimdik dururlardı ve üçümüz tıpkı yaşlı teyzeler gibi çay içerek küçük kızların sofrada neden bir türlü cici cici oturamadıklarını konuşurduk.

Bu aralar gene dönüp dönüp okumaya başladığım Andersen’in portresini yapay zeka yardımıyla ben yaptım, doğrusu çok eğlenceli bir deneyimdi.

“Andersen Amca, her şeyi konuşturabiliyordu…”

Andersen Amca, her şeyi konuşturabiliyordu, masallarından bilirsiniz bunu zaten. Bir keresinde odamın hemen dışında duran eski siyah soba öyle çok konuşup öyle çok kafa ütülemişti ki, sonunda odamın kapısı kulakları sağır eden bir gürültüyle çarpıp kapanmıştı. “Seninle bir daha hiç konuşmayacağım,” diye söylenmişti sonra kapıcığım, o sırada soba da “Sen de pek terbiyesizmişsin ama kardeşim,” diye iç geçiriyor ve ekliyordu: “Neyse ki, demirden yapılmış olmama rağmen yumuşacık bir kalbim var da seni bağışlıyorum.”

“Hadi Çin İmparatoru’nun bahçesini gezelim Andersen Amca,” derdim bazen, “Göle inen güzel koruluğa gidip bülbülün şakımasını dinleriz.”

Gülümserdi: “Dinleyelim. Böylece kendi dilleri, kendi ezgileriyle şarkılar söyleyen bu varlıkları yakından tanımış olursun. Dünya karanlık ve kasvetli geldiği zamanlar onlar ruhuna ustaca yapılmış mekanik müzisyenlerden daha iyi gelecektir.”

“Su zambaklarının yetiştiği yere de gidelim,” diye tuttururdum, “Hani Parmak Kız kurbağayla karşılaşmıştı ya, işte oraya.”

“Peki, peki,” diye mırıldanırdı, “Sen de ihtiyar tarla faresinin toprağın altındaki yuvasında oturup pek güzel sandığın bazı şeylerin vakti geldiğinde nelere dönüşeceğini bir gör bakalım. Nasıl olsa dilediğinde şu gözleri görmeyen köstebekle evlenmek yerine kırlangıcın sırtına binip kaçabilirsin.”

“Belki yaşlı cadının ağaçtaki kovuğuna da bakarız.”

“Ohoo, orada köpeklerle mi karşılaşmak istiyorsun,” derdi bıkkınlıkla, “Korkunç görünüyorlar, bak söylemedi deme. Ama korkmana gerek yok. Onlarda yetişkinlerin mizah duygusu dediği bir şey var, ayrıca yardımseverler. Askerin kılıcıyla cadının kafasını uçurmasını da hoş bulmayabilirsin ama yapacak bir şey yok; sana cadının ne kadar kötü kalpli biri olduğunu anlatmıştım, değil mi?”

Elini sıkıca kavrayarak, “Karanlık yolu geçip çoban kızıyla baca temizleyicisinin yaşadığı bacaya da uğrar mıyız?” diye sorardım sonra.

“Eh, cesaretin varsa,” diye karşılık verirdi, “Elimi sıkıca tut. Bacanın tepesinden eğilip bakarsan aşağıda tüm dünyayı görebilirsin. O zaman hâlâ küçük çoban kızı olup olmak istemediğini sorarım sana. Tüm dünya sana göre fazla büyük. Yatağıma dönmek istiyorum diye ağlarsan karışmam.”

“Hiç de bile,” diye itiraz ederdim, “Sen burada yanımda kalırsan ağlamam. Çünkü küçük şeyleri büyütebiliyor, büyük şeyleri küçültebiliyorsun, ayrıca her şeyi konuşturuyorsun, seni tanıdığımdan beri kendimi eskisinden çok daha cesur hissediyorum. Bekle hele! Gözlerinle gördün işte, aslanlardan bile korkmuyorum artık.”

Andersen Amca bana bakıp tuhaf tuhaf gülünce başka bir şey gelirdi aklıma ve ağlamaya başlardım:

“Neden küçük kibritçi kızın hikâyesi gibi acıklı şeyler de yazıyorsun ki? O küçük kız kar yağarken keskin soğukta donmuştu, kimse de üzülmemişti başına gelenlere. Gecelerce ara sıra rüyalarıma geldi, ne yaptıysam unutamadım.”

“Şşttt!” derdi, “Unutmaman için yazdım o kızı. Bir zamanlar ben de yoksul bir çocuktum. Yalnızlık çekmenin, üşümenin, aç kalmanın ne demek olduğunu bilirim. Öylece durup kendi yalnızlığına ağlarsın çünkü aldırış eden kimse yoktur. Avrupa’nın, Amerika’nın ve tüm dünyanın zengin ve mutlu çocukları böyle yoksul çocukların da yaşadığını bilsin ve onlara yardım etmeye çalışsınlar, kalplerinde küçük kibritçi kız gibi kış soğuğunda buz kesmiş taşlardan başka oturacak yer bulamayan küçük çocuklar için de sıcak birer köşe açsınlar…”

Sonra içini çekerdi: “Yeterince oynadık. Gözlerinden uyku akıyor. Gitsem iyi olacak. Başka ülkelerde hatta en uzaklarda olanlarda bile oyun oynayıp eğlendireceğim çocuklar var daha. Ama gitmeden söyle bana, hangi masalımı seviyorsun en çok?”

“Bilmem ki,” derdim, “Hepsini seviyorum! Hadi öteki çocuklara da soralım.”

Çeviren: Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments