Egoist okur

Kate Atkinson’un bol ödüllü romanı: HAYAT SİL BAŞTAN

İngiliz yazar Kate Atkinson’un yazdığı bol ödüllü “Hayat, Sil Baştan” çılgın, trajik, komik ve şaşırtıcı derecede dokunaklı bir roman. Dikkatimi çekmesinin sebebi, “Gone Girl” romanının yazarı Gillian Flynn’in övgü dolu sözleri oldu ilkin. “Yaşadığımız yüzyılda okuduğum en iyi romanlardan biri. Bu zekice yazılmış kitabı tarif edebilmek için sıfatlar yetersiz kalıyor: Etkileyici, büyüleyici, keyifli, hüzünlü, göz kamaştırıcı, baş döndürücü…” diyordu Flynn. Yani ilgilenmeye değerdi.

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitapta, “Bir gün ya da bir gece bir iblis, en koyu yalnızlığınıza sokulsa gizlice ve size, ‘Şimdi yaşamakta olduğun ve bugüne dek yaşadığın hayatı bir kez daha ve pek çok defa daha yaşayacaksın’ dese, ne olurdu?” diye soruyor Atkinson. Ve soyadı “ölüm” olan bir karakter aracılığıyla bizi bu ihtimalin içinde dolaştırıyor.

Karakteri Ursula Tod parça parça yaşıyor, daha doğrusu ayrı ayrı hayatlarda sayısız kez doğuyor ve ölüyor. Bir seferinde Hitler’i öldürme fırsatı bile geçiyor eline. Fakat bütün bu hayatlarda yaptığı her seçim çok arzuladığı başka bir şeyi reddetmesini gerektiriyor. Kusursuz hayat diye bir şey bu romanda da yok sanki! Son zamanların en iyilerinden…

Aşağıda önce kitapla ilgili br yazıyı, sonra da içinden seçilmiş tadımlık bir bölümü okuyacaksınız.

Duygu Akın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabı satın almak için adres ise burası.

Gülenay Börekçi

Kusursuz hayat diye bir şey yok ama her hayat muhteşem!

Ursula Tod, roman boyunca sayısız hayat yaşıyor. Anlatması zor ama deneyeceğim… Onu ilk kez 1910’un soğuk ve karlı bir gecesinde varlıklı bir İngiliz bankacı ile karısının üçüncü çocuğu olarak doğarken izliyoruz. Soluk alamadığı için birkaç saniye içinde ölüyor. Aynı soğuk ve karlı gecede, bu kez gürbüz ve kanlı canlı bir bebek olarak doğuyor ve en hafif deyimiyle sıradışı bir yaşama adımını atıyor. 4 yaşındayken ablasıyla deniz kıyısında oynarken boğuluyor. Ertesi yıl pencereden düşüp ölüyor. Ardından 1918’deki büyük grip salgınında can veriyor. Sayısız ölme şekli arasında ev içi şiddet, yıldırım çarpması, tecavüz, intihar var. Ve yıllar içinde Ursula, tıpkı doğduğunda olduğu gibi farklı şekillerde yaşayıp ölmeye devam ediyor. Hem de içinde bulunduğu dünya iki dünya savaşının harlandırdığı bir kıyametin tam ortasındayken.

Eh, neticede Kate Atkinson’ın karakterinin soyadı olan “tod” kelimesi, Alman dilinde “ölüm” anlamına geliyor. Ursula Tod da yazarının ona biçtiği kadere uygun olarak tıpkı kuantum’cuların zaten öyle olduğunu iddia ettiği gibi sayısız kez yaşama şansına sahip olurken sayısız kez ölmek zorunda da kalıyor.

Eleştirmen Laura Miller şöyle yazıyor romanla ilgili olarak Salon’daki köşesinde: “Ursula’nın yaşadığı her hayatta hep ölüp hep kurtulması ve sonra gene başa, yani sona dönmesi insana biraz monoton geliyor, kabul. Bir seviyede başarısız olduğunuzda dönüp o seviyeye yeniden başlamanızı gerektiren o lanet olası bilgisayar oyunlarından farksız sanki. Yeni bir level’a geçmek için öncekini tekrar tekrar oynayıp başarıyla tamamlamanız şart. Ama hayır, Kate Atkinson Ursula’nın hikayesini bundan epeyce farklı anlatmış. Kendi başına bir bütün hissi uyandıran cycle’lardan oluşan ‘Hayat Sil Baştan’, bir oyun değil; tesadüf ve şansın hipnotik dansı ve tıpkı hayat gibi zengin ve gerçek…”

Ursula öle öle büyürken bir noktada çocukluktan çıkıp evleniyor. Sonra gene ölüyor ve gene evleniyor. Derken anne oluyor. Arada Eva Braun’la (Adolf Hitler’in sevgilisi) tanışıyor ve birkaç hafta onun evinde kalıyor. Böylece Hitler’i bilmediğimiz bir yüzüyle, yakınlarıyla, dostlarıyla evinde görüyoruz. Ölen hep kendisi değil; bir başka hayatta, başkalarının da ölümlerine şahit oluşunu izliyoruz. Büyük Savaş sırasında gerçekleştirilen hava saldırılarında ölenlerin cesetleri üstüste yığılıyor.

Hep yeni insanlar, çok renkli karakterler giriyor romana ve Ursula’nın parça parça -ama her bir parça kendi içinde birer bütün olarak- yaşadığı eşsiz hayatına. Bir hayatında eş ve anne oluyor, bir başka hayatında hiç evlenmemiş bir kadın. En masumundan en şehvetlisine aşkın her türlüsünü yaşıyor, ayrı ayrı hayatlarda. Hayatlarından bazıları trajik, bazıları utanç verici. Bazılarında kahramanca yürüyor, bazılarında sıradan aile hayatının mutluğu ona yetiyor. Fakat bütün bu hayatlarda yaptığı her seçim hep çok arzuladığı başka bir şeyi reddetmesini gerektiriyor. Kusursuz hayat diye bir şey bu romanda da yok sanki!

Ursula’yla birlikte finalde biz de bir şeyi keşfediyoruz: Ne kadar hatasızca yaşanmış olursa olsun hiçbir hayat, onu yaşayan insanın tüm potansiyelini gerçekleştirmesini sağlayamaz. Öte yandan yine Laura Miller’a göre; bu bizi değersizleştirmek yerine, en alçakgönüllü insan hikayesine dahi bir tür görkem katıyor. Atkinson Ursula’nın yaşadığı yahut onun bir biçimde değdiği hayatların her birinin çok değerli olduğunu hissettiriyor bize. Hayat anlamsız değil o zaman. Muhteşem!

Gülenay Börekçi

Romandan bir bölüm

Haziran 1914

Ursula başka bir talihsizlik olmaksızın dördüncü yazına girmişti. Bebeğin ürkütücü başlayan yaşamına rağmen (ya da belki bu yüzden) güzelce gelişerek, Sylvie’nin sağlam rejimi sayesinde (ya da belki ona rağmen) istikrarlı görünen bir çocuk olması, annesinin içini rahatlatmıştı. Ursula fazla düşünen biri değildi, Pamela’nın zaman zaman yaptığı gibi. Öte yandan Maurice’in âdet edindiği gibi çok az düşünenlerden de değildi.

“Küçük asker”, diye düşündü Sylvie, Ursula’nın Maurice ile Pamela ’nın peşinden sahilde uygun adım yürüyüşünü izlerken. Ne kadar küçük görünüyorlardı hepsi de –küçüklerdi zaten, biliyordu Sylvie– ama bazen çocuklarına duyduğu hislerin enginliği karşısında hayrete düşüyordu. En küçük, en yenileri –Edward– yanı başında, kumların üstünde hasır bebek sepetine mahkûm edilmişti ve henüz ortalığı talan etmeyi bilmiyordu.

Cornwall’da bir aylığına ev kiralamışlardı. Hugh ilk hafta kalmıştı, Bridget ise baştan sona kalıyordu. Sylvie, Bayan Glover’ı difteriden bir oğlunu kaybeden kız kardeşlerinden biriyle Salford’da kalabilmesi için aylık izne gönderdiğinden, yemek işini Bridget ile beraber (epey beceriksizce) hallediyordu. Platformda durup da Bayan Glover’ın geniş sırtının demiryolu vagonu içinde kayboluşunu izlerken Sylvie rahat bir nefes almıştı. Hugh, “Onu yolcu etmek zorunda değildin,” demişti.

“Gidişini izlemenin keyfinden,” demişti Sylvie de.

Burada sıcak bir güneş, sert deniz rüzgârları ve Sylvie’nin üstünde gece boyu rahatça uyuduğu yabancı, sert bir yatak vardı. Etli turta, kızarmış patates ve elmalı poğaça almış, kumlara serdikleri kilimin üstünde, sırtlarını kayalara yaslayarak yemişlerdi. Kiralık plaj kulübesi, daima zorlu bir sorun olma özelliğini taşıyan ‘insan içinde bebek besleme’ meselesini çözmüştü. Bridget ile Sylvie bazen botlarını çıkarıp ayak parmaklarını cüretkârca suda oynatıyorlar, bazen de kumda dev güneş şemsiyelerinin altına oturup kitaplarını okuyorlardı. Sylvie, Conrad okuyordu, Bridget’te ise –her zamanki gotik aşk romanlarından birini yanında getirmediği için– Sylvie’nin verdiği “Jane Eyre” vardı. Sıkça korku dolu küçük çığlıklar atan, iğrenme ve nihayetinde sevinç duygularına kapılan Bridget’in epey hararetli bir okuyucu olduğu ortaya çıkmıştı. Bunun yanında “Gizli Ajan” pek kuru kalıyordu.

Bridget aynı zamanda bir kara insanıydı ve vaktinin çoğunu, mantığını bir türlü kavrayamadığı denizin yükselip yükselmeyeceği sorusuna endişelenerek geçiriyordu. “Yükselme vakti her gün bir miktar değişiyor,” diye açıkladı Sylvie.

“İyi de ne demeye değişiyor?” dedi afallayan Bridget.

“Şey…” En ufak bir fikri yoktu Sylvie’nin. “Neden olmasın?” diye konuyu kati biçimde sonlandırdı.

Çocuklar plajın uzak ucundaki kayalık havuzlarında ağla balık avından dönüyorlardı. Pamela ile Ursula yarı yolda durup su kenarında oynamaya başladılar ama Maurice adımlarını hızlandırarak Sylvie’ye doğru atıldı ve bir kum bulutu içinde kendini yere fırlattı. Küçük bir yengeci kıskacından tutuyordu ve bunu gören Bridget tiz bir çığlık attı.

“Etli turta kaldı mı?” dedi Maurice.

“Önce terbiyeni takın,” diye çıkıştı Sylvie. Maurice yazın ardından yatılı okula gidecekti. Bu durum Sylvie’yi epey rahatlatacaktı.

“Gelin hadi gidip dalgaların üstünden atlayalım,” dedi Pamela. Pamela buyurgandı ama hoş bir biçimde. Ursula ise onun planlarına ayak uydurmaktan hemen her zaman memnundu. Memnun olmasa bile yine de uyuyordu.

Kumların üstünden bir çember, rüzgârla havalanmış gibi uçarak yanlarından geçti. Ursula peşinden koşup çemberi sahibine geri vermek istediyse de Pamela “Hayır, gel gidip suda oynayalım,” dedi. Ağlarını kumların üstüne bırakarak dalgalara doğru ilerlediler. Güneş ne kadar kavurucu olursa olsun, suyun daima dondurucu olması tam bir muammaydı. Kızlar her zamanki gibi ciyaklayıp bağrıştıktan sonra el ele tutuşup dalgaların gelmesini beklediler. Ne var ki gelen dalgalar hayal kırıklığı yaratacak kadar küçük, dantel fırfırlı çırpıntılardı sadece. Bunun üzerine daha ileri açıldılar.

Dalgalar şimdi dalga bile değildi. Sadece onları havaya kaldırıp geride bırakan bir kabartının alçalıp ittirişleriydi. Kabartı her yaklaştığında Ursula, Pamela’nın eline sık sıkıya yapışıyordu. Bulundukları yerde sular beline kadar yükselmişti. Pamela kendisini tokatlayan dalgaları bir gemi başı süsü gibi yararak biraz daha ilerledi. Sular şimdi Ursula’nın koltukaltlarına varmıştı. Ursula ağlamaya başlayarak, daha fazla ilerlemesini durdurmak için Pamela’nın elini çekiştirdi. Pamela dönüp ona göz attı ve “Dikkat et, ikimizi birden devireceksin,” dedi. Bu sırada arkasında zirve yapan dev dalgayı görmedi. Dalga göz açıp kapayıncaya kadar ikisini de alt ederek yaprak gibi sağa sola savurdu.

Ursula denizin sanki millerce açığındaymış, kıyının görüş alanı dışındaymış gibi giderek aşağılara, derinlere doğru çekildiğini hissetti. Küçük bacakları suda pedal çeviriyor, basacak bir kum parçası bulmaya çalışıyordu. Ah, hele bir ayağının üstüne basıp dalgalarla boğuşabilseydi… Ama artık üstünde durabileceği bir kum yoktu ve Ursula panikle çırpınarak su yutmaya başlamıştı. Biri mutlaka gelirdi ama, öyle değil mi? Bridget ya da Sylvie kurtarırdı onu. Veya Pamela. O neredeydi?

Kimse gelmedi. Sudan başka hiçbir şey yoktu. Su ve yine su. Ursula’nın çaresiz küçük kalbi göğsünde sıkışmış bir kuş misali delice çarpıyordu. Kıvrımlı inci gibi kulağında, binlerce arı vızıltısı. Hiç nefes yok. Boğulan bir çocuk, gökten düşen bir kuş.

Karanlık çöktü.

Kate Atkinson, Hayat Sil Baştan

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments