Katmanlar arası yolculukta son durak: “Ey Tanrı, yardım et!”
Posted by gülenay börekçi on April 11, 2011 · 2 Comments
“Biliyorum duygusalım. Sevdiğim şeylere karşı tutkuyla bağlıyım ve evet eğer üzülürsem küserim. Küstüğümde de gözlerimi kaçırırım, görmezden gelmeye çalışırım ki canım acımasın… Bütün bunları niye yazıyorum? Bu hafta hazırladığım belgeseli Yenikapı batık ekibiyle izlemek için kazı alanındaydım, alanın içinden, biraz uzakta olan laboratuarlarına doğru ilerledim. Belgeseli izledikten sonra eve dönerken filmi geri sardım ve bir şeyi fark ettim: Oradan geçerken alanın daha da dolmuş olduğunu, inşaatın ilerlediğini fark etmemle ondan gözlerimi kaçırmış, neredeyse şöyle bir göz ucuyla bakıp yürüyüp gitmiştim. Arkeologların mesaisi bittiği ve alan boşaldığı ya da iş sona yaklaştığı için mi böyle olmuştu? Tutkuyla, heyecanla ona bakanın yerini kalbi kırık ben almıştı.”
Arkadaşım, dahası sevgili İstanbul rehberim arkeolog, yazar Emine Çaykara’nın kaleme aldığı Yenikapı tefrikası bu hafta sona eriyor. Fakat üstüne basıp geçtiğimiz toprağı, kili, balçığı, taşları, nesneleri, binaları dinleyen; sıradan insanların binlerce yıl öncesine ait -ama yeterince dikkatle kulak verdiğimizde hiç de sıradan olmadıklarını farkedeceğimiz- anılarını heyecanla, sabırla, sevgiyle keşfeden Çaykara’nın İstanbul’a dair hikayeleri devam edecek… O güzel üslubuyla bize ne kadar olağanüstü bir kentte yaşadığımızı bıkıp usanmadan hatırlatacak… Bizse umarım bir gün, çok sevdiğimiz bu kente aynı derecede özen ve şefkat göstermeyi öğreneceğiz.
Gülenay Börekçi
Katmanlar arası yolculukta son durak: “Ey Tanrı, yardım et!”
Çoğumuzun üzerine basıp geçtiğimiz toprak, kil, balçık konuşur mu sizce? Bize ne diyebilirler ki? Ve onlarla konuşmak bize ne kazandırır?
Peki katmanlar arası yolculuk… İyi bir şey midir?
Söz konusu insansa bu yolculuk bizi birbirimizi yargılamak yerine sevmeye ya da en azından anlamaya ve hayata farklı bakmaya götürür, bu kesin. Çünkü hayatı ve ruhuyla şekillenen insan da toprağa benzer; gizemlidir; ince ince katmanlardan oluşur; evet kimisi çok, kimisi az katmanlıdır ama en katmansız görüneni bile katmanlıdır aslında. Acaba kendi ruhunun, hayatının derinliklerine yolculuk yapmamış olanlar, karşısındakinin bir yer altı kenti gibi aşağılara inen katmanlarını okuyamayanlar mıdır? Ah oysa o yolculuklar ne zevklidir…
Yıllar önce Efes Artemis Tapınağı’nda, bir çukurun içinde üç ay toprak katmanları üzerine çalışma görevi bana verildiğinde sıkıntıdan patlamıştım, –gençlik başımda duman şarkısını söylüyordum henüz–. Oysa yangın, deprem tarihleri dile gelmişti o katmanlardan… Tabii ki ben sadece o katmanları kağıda döküyordum ve bunu bana kazıyı yapan Prof. Anton Bammer söylemişti.
Yenikapı’da toprak katmanları üzerine çalışan ve son 8 bin yılın jeoarkeolojisini ve doğal afetlerini okumaya çalışan Çanakkale Üniversitesi Onsekiz Mart Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden Doğan Perinçek’in, kazı alanında tespit ettiği 9 birime göre en alttaki kültür toprağı MÖ 6 binden eskiyi, en üsttekiyse MS 14.y.y.’dan günümüze kadar olanı saklıyor. Marmara Bölgesinde bilinen ilk depremin tarihi MS 29, ayrıntıları kayıt altına alınmış olanıysa 1 Şubat 363’te yaşanmış! Kaynaklar, yani dönemin Bizans kaynakları, 1265 yılına kadar kentin 10 sarsıntı ile baştan ayağı yıkıldığını ve bazı tsunamilerin yaşandığını da belirtiyor. Perinçek, toprak üzerine yaptığı çeşitli incelemeler sonucunda açık ve derin denizden gelen tsunami dalgalarının deniz tabanını kazıdığı, geldikleri yerden de karaya doğru çamur, kum taşıdığı yorumunu yapıyor. Bu malzemeyle limana ulaşan tsunami dalgaları burada bulunan bazı gemileri, iskeleleri tahrip etmiş ve denize geri dönerken kıyıdaki malzemeleri de haliyle geriye, denize taşımış. Malzemelerden organik olanlar birden, hızla gömülmüş. Ki bu yüzden kazı alanında bulunmuş batıklar çok iyi korunmuş halde.
Tarihsel verilere bakılırsa İstanbul için 6. yüzyıl peşpeşe deprem ve tsunamilerle bayağı kabus bir dönem yaşamış. Sıralarsak… 543, 545, 549, 553, 557 ve 559’da… Ayasofya’nın kubbesi 557 depreminde zarar görerek 558’de çökmüş. Doğan Perinçek, 557’deki deprem ve arkasından gelen tsunami sonucu bazı semtlerin tsunami dalgaları altında kaldığını düşünüyor. Alanda bulunan MS 10 ve 11. yy’a ait gemilerin batış nedeniyse fırtına…
Bugüne kadar Yenikapı’da 36 batık bulundu. Kazıya ilk başladıkları zamanda serap gibi kumlarla örtülü o alandan neolitikten yakın döneme her biri birbirinden değerli verileri bulduklarında –bu kadar eser bulunacağını hiç düşünmüyorlarmış– nasıl sevindilerse bir iki üç derken 36’yı bulan batık sayısı da herkesi şaşırttı. Kazı bitimine kadar bakalım sayı kaça çıkacak.
Kıyı denizciliği yapandan açık denizlere yolculuk etmişlere batıklar gerçekten insanı hayrete düşürüyor. Düşünsenize bir dönemin gemi teknolojisi tüm ayrıntılarıyla korunmuş halde karşınıza çıkıyor. Öylece toprakta duruyorlar. Kaç kişi bunlarla ne taşımış, ahşabını nereden almışlar, nerelere gitmişler, ne zaman bunları yapmışlar, bütün bu sorulara cevap verecek batıklar… Fırtınayla battığı için yüküyle öylece duranlar bile var.
Malzeme çok fazla olunca işbirliği yapılmış. Alandaki işlemler, kaldırma ve onarım diye ikiye ayrılıyor. İkisi de zorlu süreçler… Gemilerden birinin sorumluluğu İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde, 8’i Teksas Üniversitesi’nde, 27’si ise İstanbul Üniversitesi’nde, Ufuk Kocabaş’ın başında bulunduğu ekipte… İstanbul Üniversitesi Sualtı Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü (TKVOB) sualtı arkeolojisi, çıkan eserlerin koruması alanında pek çok önemli çalışma yapmış, Türkiye’nin ilk ulusal gemi konservasyon ve rekonstrüksiyon merkezi. Üniversitede bu alanda bir ana bilim da var, anlayacağınız yeni nesiller yetiştiriyorlar. 31 batığın konservasyonu –Teksas Üniversitesi’nin kaldırdığı 4 batık da İ.Ü. tarafından onarılıyor– onlara emanet…
İ.Ü.’nden batıklarla ilgili çalışan ekip yaklaşık 30 kişiden oluşuyor. Konusunda uzmanlaşan, teorik ve deneysel çalışmalar yapabilen gençler yetiştiren bu birimin çalışmalarını izlemek insana o kadar gurur veriyor ki ‘işte, diyorsunuz, doğru, işi iyi bilen kişilere emanet edilen her şey iyi sonuçlar doğurur, yeter ki güvenelim’. Ekipteki herkesin severek çalıştığını, yaptığı işe hâkim olduğunu, disiplinle sevginin bir arada yürüdüğünü görmek inanın insanın geleceğe dair umudunu artırıyor.
Kazı alanında bulunan her batık önce naylon bir çadırla koruma altına alınıyor ve sık sık ıslatılarak yeni ortama alışması sağlanıyor. Yani bir açık hava hastanesi kuruluyor onlar için ve tedavi süreçleri başlıyor. Ama ne süreç…
Bir batığın kaldırılması ortalama altı ay sürüyor; numaralama, etiketleme, parça parça tespit, fotoğraflama, video çekimi, nasıl kaldırılacağı üzerine süreç… Alanın biraz uzağında batıklar için 2000 metrekarelik bir laboratuar kurulu. Burası da bir tür hastane ve inanın doktorların işi nasıl zorsa buradaki incelik, özen, sevgiyle batıklar iyileştirilmeye çalışılıyor. Bu arada ilk olarak bu kazıda batıklar için Türkçe etiketleme kullanılmış.
Yerinde tespitten kaldırmaya oradan laboratuara gelene kadar çoğu insan için ‘ömür törpüsü’ bir süreç işliyor. Batıkları kaldırabilmek için bazen geminin çevresine, neredeyse birebir kopyasını yapıyorlar; yeni taşıyıcılar imal ederek yaralı ahşapları yerinden kaldırmaya çalışıyorlar. Batık üzerinden binlerce nokta alınıyor ve bunlar bilgisayara üç boyutlu olarak işleniyor. Tekrardan birleştirmek için her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesap ederek bir sistem oluşturmuşlar. Tabii bütün bu işlemler o dev laboratuara getirmek için olan aşama. Sonra buradaki havuzlarda tuzdan arındırma işlemine geçiliyor. Yani anlayacağınız laboratuara gelene kadar bayağı bir zaman geçiyor. Laboratuar arazisini İstanbul Büyükşehir Belediyesi onlara tahsis etmiş, belediye projeye karşı bayağı ilgili ve heyecanlı, yardımcı da. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri’nin de projede katkısı var.
Araştırmalar ve ahşap üzerindeki incelemelere bakılırsa bu gemilerin inşasında genelde İstanbul ve çevresindeki ormanlar kullanılmış. Batıkların parçaları yaralı ahşaplar, onları her gördüğümde bunu düşündüm, havuzlarda dinleniyor, üç boyutlu çizimleri yapılıyor. Ahşap üzerindeki testere izleri bile saptanıyor, bu da nasıl yapıldığının ipucu tabii… Özetle bir yapbozun parçaları gibi hayal edin sahneyi ama bu defa hedef, sadece parçaları bütünlemek değil, aynı zamanda bir müzede sergileyecek aşamaya getirmek… Bir batığın sergilemeye kadarki restorasyon/konservasyon süreci mi? En az beş yıl…
Uzun bir zaman dilimini içerdiği için bulunan batıklar bize Bizans gemi yapım teknolojisini anlatacak zenginlikte. MS 5. Yüzyıldan 11.yüzyıla örnekler sunan bu gemilerin büyüklükleri 7 ile 30 metre arasında. En büyükleri kadırgalar (galeya), ki bunlar hızlı giden kürekli gemiler; kürekçiler çekiyor. Batık ekibinden sualtı arkeoloğu Evren Türkmenoğlu’nun anlattığına göre donanmada ya da casusluk amacıyla kullanılmışlar ve yaklaşık 45 kürekçi çekmiş bu kadırgaları… Özel bir yanı da, bulunan 5 galeya/kadırganın ilk kez burada ortaya çıkarılması… Kıyı denizciliği yapan küçük teknelerse Marmara Denizi etrafından İstanbul’a mal getirmiş, iskelelere, rıhtıma yük indirmiş ve boşaltmış. Açık denizlerde kullanılmış olanlarıysa Akdeniz veya Karadeniz’de seyretmiş büyük gemiler.
O zamanlar nüfusu 500 bine ulaşan İstanbul’a MS 7.yy’a kadar Mısırdan, yani Kuzey Afrika’dan ağırlıklı olarak tahıl getiriliyordu. Sadece tahıl mı? Bu gemilerle aklınıza gelecek, bir yaşam için gerekli her şeyi taşımışlar; zeytinyağı, şarap, sebze meyve, zeytin, inşaat malzemesi olarak kereste, mermer, kiremit… Botanik buluntularına bakılırsa en çok incir, üzüm, vişne, kiraz ve kavun yemiş eski İstanbullular. Çitlembik, kızılcık, fındık, şeftali, erik, kabuklu arpa tohumları, kişniş, çam fıstığı kozalakları, yemek kültürlerinin işaretlerini veriyor. Kan damlası, kaz ayağı, yoğurt otu ve düğün çiçeği gibi yabani bitkilerle ne yaptıklarını bilmiyoruz. Ama çok eski zamanlardan beri kişnişi toplayarak yemişler. Roma’da afrodizyak olarak kullanılan fıstık çamıysa amforalar içinde gemilerle hep İstanbul’a taşınmış. Ancak 19. y.y.’ın sonundan itibaren İstanbul’da fıstık çamı yetiştirilir olmuş. Bir de ilginçtir, gemilerle taşırken içi şarap ya da zeytinyağı dolu amforaların ağzını kuru incirle kapatmışlar.
Arkeologların bulduğu organik malzemeler arasında kabuklu arpa, 4-5 çeşit ekmeklik ya da durum buğdayı gibi bugün unuttuğumuz ya da belki kıyıda köşede kalmış tahıllar var. O dönemde de ekmek en çok tüketilen besin, değişen bir şey yok.
Batıkların içinde bulunan amforalara, seramik parçalarına baktığınızda ya dip kısımda ya kulplarda yapanların çoğunun damgasını görüyorsunuz; ya yazıyla ya görselle… Bir tanesinde minik bir ayak izi var ki insanı alıp götürüyor; minicik, beş parmaklı bir ayak… Tabanına kimbilir belki de dükkânının amblemini basmış, onu yapan…
Çapalar, ağ mekikleri, iğneler, makaralar, fenerler, anahtarlar, oyun taşları… Hem ticaretin ne kadar ileri olduğunu hem denizle ilişkiyi hem de eski İstanbulluların, balıkçıların, denizcilerin günlük yaşamlarını anlatan bir sürü eser… Sonra bir de ilginç muskalar var, insanoğlunun korunma, sığınma isteğini gösteren…
Yazı için oluşturduğum filmde göreceğiniz kumların içinden kendini gösteren ilk resim, yüküyle batmış, haliyle kazının en değerlilerinden olan batık. Sualtı terminolojisinde, bu tür, yani yüküyle batmış gemiler için zaman kapsülü tabiri kullanılıyor, ki üçüncü fotoda zaman kapsülünden çıkmış batığın kum tabakasız halini göreceksiniz. O kum tabakasının altında neler mi var? Kiraz çekirdekleri ve hasır bir sepette kirazlar var… Güveç kasesi var. Bir sürü amforanın yanında pişmiş topraktan bir maltız (yani mangal) var; maltızın altında zeytin çekirdekleri var… Bunlar bize ne mi diyor? Kirazın yendiği yaz aylarında –Haziran ya da Temmuz– karnını doyurmak ya da ısınmak için maltızını da almış, yüküyle yola koyulmuş bir denizci fırtınada alabora olmuş ve batmış. Ufuk Hoca’nın dediği gibi belki de Marmara’nın meşhur lodos fırtınası bu, adına ‘kaçak’ denilen; batığı almış götürmüş, suyun dibine indirmiş. O kum tabakasının içinde gizlenmiş bir sikke felaketin tarihini bize söylüyor: 9. yüzyıl
Özetle Yenikapı, tam anlamıyla bir mücevher… Bunların ve kayıt altına alınanların dışında alanda bulunan 400 kasa etütlük malzeme bize kimbilir daha neler neler anlatacak…
Tam yaşanmamış, eksik kalmış –hele içinde tutku, arzu, özlem, zeka barındırıyorsa– hikâyeler üzerlerine peri tozu serpilmişcesine bir yerlerde durur, bekler; kalbin özel köşelerinde, ruhun gizli geçitlerinde… Özlemin sarhoşluğu mudur acaba bunun adı?
Biliyorum duygusalım. Sevdiğim şeylere karşı tutkuyla bağlıyım ve evet eğer üzülürsem küserim. Küstüğümde de gözlerimi kaçırırım, görmezden gelmeye çalışırım ki canım acımasın… Bütün bunları niye yazıyorum? Bu hafta hazırladığım belgeseli Yenikapı batık ekibiyle izlemek için kazı alanındaydım, alanın içinden, biraz uzakta olan laboratuarlarına doğru ilerledim. Belgeseli izledikten sonra eve dönerken filmi geri sardım ve bir şeyi fark ettim: Oradan geçerken alanın daha da dolmuş olduğunu, inşaatın ilerlediğini fark etmemle ondan gözlerimi kaçırmış, neredeyse şöyle bir göz ucuyla bakıp yürüyüp gitmiştim. Arkeologların mesaisi bittiği ve alan boşaldığı ya da iş sona yaklaştığı için mi böyle olmuştu? Tutkuyla, heyecanla ona bakanın yerini kalbi kırık ben almıştı.
Sona yaklaştıkça… Diyorum ki ruhum sanki ancak oradan çıkan bütün eserler hikâyeleriyle çok güzel bir müzede –belki iki, belki üç, sayının önemi yok, yeter ki beni onlarla tekrar buluştursun– sergilenirse huzur bulacak. Yapabiliriz, bunu hemen planlamalıyız ve bunu turistler için değil kendimiz için yapmalıyız. Düşünsenize, bugüne kadar geçen süreçte kazı alanını çeviren demir yığınlarının üstünde yerel yöneticiler bilgi levhalarıyla bizi onlarla buluştursa –alana gezi turları düzenleniyor, meraklılar geliyor ama yine de bilen çok az, inanın Yenikapılılarınsa haberi yok– en azından Yenikapı ahalisi, önünden geçen arabalar yazıları okur nasıl da gururlanırdı. Fırsat bu ya arkeoloji diye bir bilim olduğunu, nasıl güzel ve önemli bir kentte yaşadıklarını öğrenirlerdi. Evet, hayalperestim belki ama unutmayalım ki tüm İstanbulluların eski hemşerileriyle tanışma, bu kentin çikletten çıkmadığını bilme hakkı var.
Bir kadın saçlarını tarıyor… Bir erkek mi yoksa… Uzun saçlı bir kadın diyelim… Yavaş yavaş, sabırla tarağı saçlarından geçiriyor… Hep düşünceli. Elinde tuttuğu özel bir tarak; üzerinde ‘Ey Tanrı, Yardım Et’ yazıyor. Yenikapı’dan bize, biz bugünün İstanbullularına bir dileği fısıldayarak çağrıda bulunuyor: ‘Ey Tanrı, Yardım Et!’
(Günışığında İstanbul’un 8000 Yılı, Yenikapı’nın Eski Gemileri I adlı kitaplarıyla alanda çalışan bilim insanları olmasa bu hikâyeler size anlatılamazdı. Hepsine gönülden teşekkürler.)
Emine Çaykara
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Bu şehri hepimizden bir başka seviyorsun sen, ve bize de başka bir gözle bakmayı öğretiyorsun hakikaten :)
teşekkür ederim, öyleyse mutlu olurum :)