Egoist okur

Kawa Nemir: “Kürtçe uyandı, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”

Ortak arkadaşımız Umay Umay sayesinde tanıştığım Kawa Nemir’le röportaj yapmayı Ulysses ve Joyce aşkım yüzünden istemiştim. William Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası ve Hamlet oyunlarında sahneye çıkan Kawa Nemir, aktörlüğünün yanı sıra Kürt edebiyatının dikkat çekici genç şairlerinden ve çevirmenlerindendi. Yıllardır Shakespeare’den Faulkner’a, Wilde’dan Eliot’a Anglo-Sakson edebiyatın birçok yazar ve şairini hayran olunacak bir kararlılık hatta inatla Kürtçeye aktararak çok önemli bir iş yapıyordu. Dahası bir yılı aşkın bir süredir İrlandalı yazar James Joyce’un “çevrilmesi imkânsız kitaplar arasında sayılan” başyapıtı Ulysses’i Kürtçeye çeviriyordu. “Kurdlish” rüyalar görerek… Geçim derdinden ötürü nefret ede ede yaptığı mecburi işlerle cebelleşerek… Günde ortalama 15 saat çalışarak, yeri geldiğinde uyumayarak… Bu büyük bir işti, konuşmalıydık.

Lakin röportaj denen şey her zaman planlı programlı yürüyemiyor. En güzel işler de zaten plansız programsız, o yüzden de insana hayret etme, şaşırma, mutlu ve gururlu hissetme imkanı veren buluşmalarda ortaya çıkıyor. Kawa Nemir’le de böyle oldu. Okumaktan söz ederek başladık. Dinlerken, sadece gözleriyle, zihinleriyle değil tüm hücreleriyle okumaya ihtiyaç duyan insanlar olduğunu hatırladım. Bastırılmış, yok sayılmış, yok edilmeye çalışılmış, komaya girip uyuyakalmış Kürtçenin ve edebiyatının ansızın uyanışına tanık olduğumu hissettirdi bana Kawa. Röportajı o yüzden ikiye böldüm. İlkinde onun Ulysses’i çevirme sürecini okudunuz, buradaysa yazıyla yolculuğunu ve Kürtçenin hazin ama harikulade varoluş macerasını okuyacaksınız…

“İrlanda ile Kürdistan arasında ruh köprüsü var”

kawa nemir gulenay borekci egoistokur roportaj

“İsyanımı ve suçsa eğer suçumu Yaşar Kemal’e borçluyum”

Edebiyatla ilişkiniz nasıl başladı?

Aslında okuma yazmayı öğrendiğimden beri, yani altı yedi yaşımdan bu yana, ben hep oraya buraya, ders kitaplarımın ve defterlerimin kenarlarına, babamın Iğdır’da, “Benim Çukurova’m” dediğim yerde yaptırdığı büyük bahçeli evin duvarlarına hatta bahçeyi çepeçevre saran duvarlara hep bir şeyler çiziktirdim durdum. Okumak benim için sürekli bir tutku, dayanılmaz bir arzu oldu. Yazmayı öğrendikten sonra, bu tutkum, arzum ikiye katlandı. Okuduğum birçok hikâyeyi ve klasik romanların çocuk versiyonlarını defterlere yazmaya başladım. Bunları kendi el yazımdan okumak bana müthiş haz veriyordu. İlkokul üçüncü sınıfta defterlerimin kenarlarına Türkçe şiirler de yazdığımı çok iyi hatırlıyorum. Bir de ilkokul ve ortaokulda, 10 Kasım ve 23 Nisan törenlerinde mesela, hep bana şiir okuturlardı. Şiir ezberleme konusunda acayip bir hafızam vardı, zamanla buna olan ilgimi yitirdim her nedense.

Çocukken neler okuyordunuz?

Üstünde doğduğum yemyeşil ve bana sonsuz gelen ovayı çok seviyordum. Uzun zamandır görmüyor olsam da hâlâ çok severim. Ama çocukken belki uyumsuzdum yahut ona benzer bir şeydim. Haylazlığımla, durgunluğumla, her halimle yalnızdım ve yalnızlık çok sıkıcıydı. O yüzden önce kitaplara sığındım, sonra şiirimsi şeyler ve küçük hikâyeler yazmaya başladım. Ne yazık ki hepsi kaybolup gitti. Andersen’den masalları Türkçe okurken adeta büyülenip “Ben niye böyle masallar yazamayayım ki” diye çok çabaladığımı hiç unutmam. İnsanı hayallerinin peşinden gitmeye teşvik eden bir ortamda yaşamıyordum. O zamanlar Iğdır’da kitap satan tek bir yer vardı. Yıldız Kırtasiye’ye her cuma bir çocuk kitabı gelirdi ve ben harçlıklarımı biriktirip cumaları kitap almaya giderdim. Bambi, Gulliver’in Seyahatleri ve benzeri kitaplar…

Evde kitap okunmaz mıydı?

Sadece iki kitap vardı, biri Kur’an, diğeriyse Said-i Nursi’den Mektubat. İlkokulda devrimci dayıma ait olan Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin ilk cildini baştan sona okuyunca, dinden ve onun abartılı, mistik, tırt adamlarından, babamların bir sürü dangalak erkeğin toplandığı cemaat toplantılarından nefret etmeye başladım. Bu konudaki isyanımı ve suçsa eğer, suçumu dev Yaşar Kemal’e borçluyum.

Sonra neler oldu?

Zamanla şiir yazmak, bilinçsiz bir şekilde de olsa, üstü kapalılık, beni ele geçirdi, yaşam biçimim haline geldi. Sanırım buna yazarlık adı veriliyor. Annemse “yazarcılık” diyor ve kendimi heba ettiğimi düşünerek üzülüp duruyor hâlâ. Olsun, ben, ona hiçbir zaman otelde piyanistim demedim.

“Her Kürt gibi ben de şak diye sindim, dilimi terk etmeyi kabullenerek Türk olmak istedim…”

Kürtçe’yi 6 yaşına gelip de okula başladığınızda unutmuşsunuz. İnsanın ruhunda nasıl bir hasar bırakır bu, neyin özlemi kendini hissettirir en çok?

Doğrudur. Kürtçe, doğar doğmaz kulağıma çalınan, altı yaşıma kadar dünyamı yoğuran ve ardından Türkçe eğitimle birlikte travmatik bir şekilde yitirdiğim anadilim. Bu süreç bir yanıyla da şöyle işledi: Çok uzun süre fiziki ve kültürel işgale uğramış bir toplumun içine doğmuştum. Bu dev işgal çarkı karşısında o zamanlardaki hemen hemen her Kürt gibi ben de şak diye sindim. Gözüm korktu. Dilimi, sıcak yuvamı terk etmeyi kabullenerek “Türk” olmak istedim. Doğru dürüst bilmediğim Türkçeyi hızla ve mükemmel bir şekilde öğrenme başladıktan bir süre sonra da Kürtçeyi neredeyse tamamen unuttum. Ya da belki onu def edip zihnimin derinlerine ittim. İstanbul’da lise çağına geldiğimde, bebekliğimin, çocukluğumun ruhu olan anadilim Kürtçenin yerinde yeller esiyordu.

Ne zaman değişti bu?

Lisede. Ruhen ne kadar kötürüm kaldığımı yaşayarak öğrendim. Ve Kürt aidiyetine sert bir biçimde geri dönmüş , yazmayı artık çok daha fazla ciddiye alan bir genç adam olarak günün birinde aniden “Neden Kürtçe yazmayasın ki?” diye bir altın soru sordum kendime. Çocukken yaşamımı Kürtçe kelimeler inşa ediyordu ve ben o kelimeleri tarif edilemez bir şekilde özlediğimi fark etmiş, daha da kötüsü o kelimeleri adeta sonsuza kadar yitirmiş olduğum gerçeğiyle yüz yüze gelmiştim. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyaya gelmiş ve anadili saçma sapan bir gayretle yasaklanmış olan her Kürt bunu yaşadı. Ne diyeyim, bu konuda maruz kaldığım acı, başkalarının acısını döver gibi geliyor bana, gene de hep dikkat ettiğim bir şey var: Edebiyat söylemimi, mahrumiyet, mazlumiyet ve maduniyet, yani bütün bu subaltern haller üstüne kurmadım. Bu çok önemlidir.

İnsan çocukken işittiği konuştuğu dile kavuşmak için de şiir yazmaya başlayabilir mi?

Doğrusu beni çocukken işittiğim, konuştuğum ve sonradan yitirdiğim anadilime kavuşturması niyetiyle başlamadım Kürtçe şiir yazmaya. Gene de en iyi bildiğim metin türü olan şiir, beni anadilimin derinliklerine, oradaki görünmez damarlara yaklaştırdı. Doğası böyle işliyor çünkü; daha derinlere neşter vurmaya, dilin uçurumlarına çekinmeden atlamaya teşvik ediyor insanı şiir. Elbette hem kendi geleneğinden hem de insanlığın tüm şiir birikiminden el almaya çalışan has şiirden, Apollonian olana mukabil Dionysian ya da hectic dediğim durumu dil aracılığıyla ortaya koyan o gezgin ve tırmanıcı ruhtan söz ediyorum… En bilineninden en bilinmeyenine has şairlerin dilinden… Sümerli kadın şair Enheduanna’dan, Yunan Sappho’dan, Kürdistanlı Mestûre Kurdistanî’den, Samuel Taylor Coleridge’dan, Sylvia Plath’den, Nilgün Marmara’dan… Bu konudaki sui generis durumu hatırlatıyor bana sorunuz. Ha, elbette hakiki şiir çabası, zamanla bu kavuşma yolunda bir nevi olumlu suiistimal durumuna da yol açıyor. Şuna benzer bir şey kastettiğim: İster yitirilmiş bir anadil olsun, ister tamamen yabancı bir dil olsun, siz o dili hızla ya da yavaş yavaş yeniden edinmeyi ya da öğrenmeyi başarabilirsiniz ama mesele o dille tefekkür etmek ise, has şiir ve has şair bilhassa teşekkür edilmesi gerekenlerin başında gelmektedir.

“Kürtçeye dönmek benim için “hiçbir yere uçup gitmeyen bir bulut olan” çocukluğuma dönmekti…”

“Kürtçe rüya görmek istiyordum” diye anlatıyorsunuz siz de gençlik yıllarınızı…

Evet, bir dilde rüya görebilmekle yakından ilişkili bir şey şiir. Daha doğrusu şiir hakikatle bağı kopmamış ama son derece “örtük” (sanki çok da örtülebilirmiş gibi) bir nevi hectic recitation ise bu, mutlaka görülmesi gereken rüyadır. O yıllarda bunu böyle tarif edemiyor, yüzeysel bir biçimde anadilde rüya görme arzumdan söz ediyordum.

Bu arzunuz gerçekleşti mi?

Kürtçeye zamanla tam olarak dönebilmek benim için, çocukluk çağımın zihnine geri dönmekti. Bunu ilk kez bu kadar net tarif edebiliyorum. Çünkü “hiçbir yere uçup gitmeyen bir bulut olan” çocukluğum, en net fotoğraflarımı, yani altı yaşıma kadar Kürtçe gördüğüm rüyalarımı saklayan bir albüm. Oraya dönebilmem, Jim Morrison’un ruhsal ulumasına benzer bir şey adeta. Bu fotoğrafların, görüntülerin yerlerini sonsuz değiştirerek toplamda tek ama değişken bir metin yazıyorum ben.

Tam olarak ne zaman gördünüz ilk Kürtçe rüyanızı?

Bundan 23 yıl önce zor koşullarda Kürtçe üstüne çalışmaya başladıktan iki ya da üç yıl sonra… Sanırım 1993’ün güzel bir bahar sabahıydı. İstanbul’daydım. Demek ki çocukluğumun Kürtçesi dipten yüzeye sökün etmeye başlamış. Uyandığımda o gece Kürtçe bir rüya gördüğümü sevinçle fark ettim. Bir yaz günü kasası maviye boyanmış bir kamyon üstünde babamla annemin doğduğu dağ köyüne, ardından köyün yaylasına gittiğimiz zamandan parlak bir sahneydi. Bir ömür sonra gördüğüm ilk Kürtçe rüyam bu oldu. Yığınla ayrıntı barındırıyordu; kayısı ve domates kasalarının arasında perişan bir halde seyahat eden dev gibi çoban köpeği, ayaklarından bağlı tavuklar, dupduru bir Kürtçeyle konuşan, ve aslında pagan gibi yaşayan düz Sünni akraba Kürtler vardı ve ben şakır şakır Kürtçe konuşuyordum. Buna benzer başka rüyalar da görmeye başladım sonra sürekli. Şunu demeye getiriyorum: “Devlet dersi”nde öldürülmeden, yani tek ayak üstünde beklemeye alınan bir hayata geçmeden önceki çocukluk dönemi, yaşamsal ve vazgeçilmezdir. Ayrıca her türlü territoryalizmin de üstünde bir şeydir bu.

Şimdi rüyalarınız hangi dilde, dillerde geliyor size?

Eskisine göre daha az olsa da uzun metrajlı Kürtçe rüyalar görüyorum artık. Son zamanlarda gördüğüm Kurdlish rüyaları zaten anlatmıştım.

“İstanbul’da yaşayan 17 yaşındaki yeğenim Rojda yazdığım öyküyü anlayamayacaksa batsın bu dünya!”

Bu coğrafyada yaşayan Kürtler çoğunlukla kendi dillerini yetişkin olduktan sonra öğreniyorlar. Edebiyatı nasıl etkiliyor bu?

“Kürtçe eğitim” diye bir şey olmadığından bizde çocuk ve genç okur diye bir kategori yok, bu da konuşulan ve yazılan Kürtçenin milyonlarca okurdan mahrum olduğu anlamına geliyor. Anadilde eğitimden meselesinde devletlerin bu saklı sinerjiyi baskılamak için ne denli haince planlar devreye sokup neden sürekli bu işi yokuşa sürdüklerini artık çok iyi biliyoruz. Hal böyle olunca, edebiyatta bize kala kala Kürtçe okumayı kendi gayretleriyle öğrenen, sayıca da öyle on binleri, yüz binleri bulmayan yaşça büyük okurlar kalıyor.

Yazarlar açısından durum ne?

İlginç bir durum söz konusu; Kürt yazarların sayısı giderek artıyor, dünyaya oynayan iyi yazarlarımız var.

Ama okurları yok mu diyorsunuz…

Ne yazık ki öyle. Mucizeler yaratan yazarlarımız var ama okur yok. Kendi adıma konuşayım; İstanbul’da yaşayan on yedi yaşındaki yeğenim Rojda yazdığım bir öyküyü anlayamayacaksa, oğlum Siyabend Arî Kürtçe hikâye kitapları okuyamayacaksa, batsın bu dünya!

Dile dönelim… Şimdi konuştuğunuz, yazdığınız Kürtçe ile çocukluğunuzdan hatırladığınız Kürtçe arasında fark var mı? Yani aynı dildir belki ama sizdeki etkisi farklı olabilir mi?

Her dil gibi Kürtçe de hızlı değişimlerden geçiyor ve yeni anlatım olanaklarına kavuşuyor. Sosyal ve siyasal hak mücadelesi de bunu besliyor kuşkusuz. Kürtlerin ezici çoğunluğu tarafından Kürdistan’da ve dünyada konuşulan Kurmancî lehçesi son 80 yıldır tüm ağızlarıyla ve katmanlarıyla kendi içinde bir entegrasyon sürecinden geçiyor. Kendi adıma, yaklaşık on yıldır faal olan Kürt dil hareketinin Kürtçeyi paketleme, budama ve standartlaştırma pratiğini sık sık sert bir biçimde eleştiriyor ve bu tuzağa düşmemeye özen gösteriyorum. Bu nedenle dilimin değişim süreçlerinin tam içindeyim, bundan etkiliyorum. Kürtçenin geçmişten devraldığı ve hiç kimsenin ortadan kaldıramadığı o renkli dünyası, Sümerlerden bu yana tüm bölge dilleriyle iletişim halinde kalarak günümüze getirebildiği büyük birikimi beni çok ilgilendiriyor. Çocukluğumun dili derken galiba bunu da kastediyordum. Öte yandan bilirsiniz, şairler terennüm ederlerken dil konusunda son derece haylazdırlar; var olanı yıkıp yerine yeni yan anlamları da içeren taptaze “dil içinde diller” kurarlar. Hele insan şair-çevirmen olunca, dilinin sözlüğü sürekli genişliyor. Ama elbette sözüm bunu görebilecek gözlere.

“Mesele zor dil ya da kolay dil değil, mesele edebiyat…”

Şair olarak dille ve şiirle ilişkinizi anlatır mısınız?

Sohbette geldiğimiz yer güzel. Şiir küçük, şaşırtıcı ayrıntıları önemseyerek, aslında pek bir numarası yokmuş gibi görünen bu hayatı elimizdeki en değerli şey olan dille yeniden kurmak demektir. Bu syntetique, yani bireşimsel olandır. Tiyatroyla da bir şekilde teması olan, sahnede Shakespeare’in Peter Quince’iyle Prens Hamlet’ini canlandırmış biri olarak şiirde dramatik yapı üstüne de çalışıyorum. İleri fırlayan, geri çekilen diyaloglardan oluşan uzun şiirler de yazıyorum yani. Dil ve şiir ilişkisinden benim anladığım, böyle bir bütünsel çalışma. Şiirim açıktan mesaj verme kaygısı içermez, ağlak hiç değildir. Gerçi hem bu yüzden, hem de şimdilerde yazılan birçok şiiri ya da geleneğimizde çok şişirilmiş Cegerxwîn mitosu gibi örnekleri yerden yere vurduğumdan, birçoklarınca pek sevilmediğimi de biliyorum.

Hangi dilde yazıyorsunuz?

Eeştiri metinlerini bir yana bırakırsak, Türkçe yazmayı 1995’te tamamen bıraktım. Şiir ve öykü olarak edebî metinlerimin dili Kürtçedir.

Ama Türkçeye pek çevrilmiyorlar sanırım…

Şiirlerimin ve öykülerimin Türkçeye ya da başka dillere çevrildiklerini söyleyemem. Dilimin çok zor olduğundan dem vuruluyor sürekli. Bu da edebiyattan çakmış bir kısım Kürt’ün başının altından çıkan bir şey. Meselenin zor dil ya da kolay dil olmadığını, meselenin edebiyat olduğunu vurguluyorum ben de. Şiirlerimi İngilizceye ve Türkçeye de kendim çeviriyorum. Böylesi daha sağlıklı. Kendi şiirlerimi bu iki yabancı dile çevirirken, acaba burada böyle mi demek istemişim dediğim zamanlar da oluyor. Çok eğlenceli…

“Bu ülkenin Kürt olmayan yazarları dilimizi öğrenmeyi denemedi, esas duruş hallerini bozmaya yeltenmediler”

Kürtçe edebiyat nasıl bir edebiyattır, önemli yazılı metinleri hangileridir? Biz onu yeterince biliyor muyuz?

Sürprizlerle dolu bir edebiyattır. Bu kadar asimile edilmeye çalışılmış bir dil için şaşırtıcı olsa da 1000 yıllık bir yazılı birikime sahiptir. Zoru başarmıştır. Sonra 15. yüzyıldan itibaren mesnevi ve divan formunda Feqiyê Teyran, Melayê Cizîrî, Ehmedê Xanî gibi üç evrensel yazar ve Mem û Zîn gibi kanon bir eser çıkarabilmiştir. Özetle her türlü talana rağmen sürpriz el yazmaları barındıran değerli bir hazinedir. Yüzyılımızda bu birikimin etkisini daha fazla hissedeceğiz ve bu kültürel sinerjiyi insanlığın ortak mirasına katacağız.

Biz Türkçe konuşanlar, okuyanlar bu edebiyatın inceliklerini pek de bilmiyoruz… Bu konuda eksiklerimiz çok.

Bu ülkenin Kürt olmayan yazarları, akademisyenleri, araştırmacıları “ya benimsin ya kara toprağın” şeklinde eli kolu bağlanagelmiş bu dili merak edip öğrenmeyi denemediler. Kimse bu esas duruş halini bozmaya yeltenemedi. Haklısınız; böyle olmasaydı, bugün Kürtler, Türkler ve bu toprakların bütün halkları olarak, ayrı ya da beraber, çok daha iyi yerlerde olabilirdik.

Uzun yıllar yok sayılması hatta yok edilmeye çalışılması Kürtçeyi ve edebiyatını nasıl etkiledi? Siz “kefeni yırttı” demişsiniz ama bunca baskıyı düşünürseniz kefeni yırtmaktan daha fazlası söz konusu bence…

Bildiğim bir hikâye var. Adı, Gamasî. Hikâye bu ya, Gamasî Ağrı Dağı’nın karnında uykuya dalmış yarı öküz, yarı balık bir yaratıkmış. Çocukluğumda anlatılanlardan biliyorum, dünya bu yaratığın boynuzları üstünde duruyormuş. Yani Ağrı Dağı, bizim Olympos’umuz ya da Cudi’miz… Derlerdi ki dünyada bir deprem olduğunda, bil ki bir sinek gelmiş Gamasî’nin burnunun ucuna konup onu rahatsız etmiştir. İşte o zaman bu yaratık kafasını sallarmış ve dünyada depremler, zelzeleler olurmuş. Aynen bu şekilde, Kürtçe ve Kürt edebiyatı da o dağın karnında uyuyakalmış, bir süreliğine komaya girip hafıza kaybına uğramıştı. Şimdi herkesi şaşkınlığa uğratarak ansızın uyandı. Beklenmeyen, umulmayan bir şeydi bu. Bu dil ve bu dilin edebiyatı, tarihsel koşullar da artık son derece elverişli olduğundan, büyük bir hızla birikimini tanıdı, yanında yöresinde, altında üstünde ne var ne yok diye şöyle bir yoklayarak yatağından doğruldu bir kere. “Kefeni yırtmak”tan fazlası bu, doğru… O yüzden diyorum ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kürtçe, dünya dilleri sıralamasında hızla yukarılara doğru tırmanacak. Kürtler, yakın zamanda siyasi ve coğrafi birliklerini sağlayacaklar. Kürt edebiyatı, dünyanın etkili edebiyatlarından biri haline gelecek. Bu dediğime gülenleri, çeyrek yüzyıl sonra bir daha görmek isterim.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments