Kemal Selçuk: “Aşkta ideal olan kurguladığımız insandır”
Bizi avcunun içine alan şehirler, yaşayışımızı ve seçimlerimizi belirleyen, yer yer kafa tuttuğumuz ama illâ birlikte büyüdüğümüz yol arkadaşlarımızdır aslında. Yaşadığımız kentle birlikte gelişiriz ya da olduğumuz yerde kalırız. Duygu değişikliklerimiz kentin çehresindeki değişikliklerle paralel ilerler. Kâh şehre aşığızdır kâh şehrin karşımıza çıkardığı bir yüze. Kent bizi, biz kenti bir yerlere sürükleriz. Aşkı da peşi sıra…
İletişim Yayınları’ndan çıkan son romanı Cemiyet Kaçkını’nda otuz yıllık bir süreçte kentin ve kahramanların değişimini, kent insanının iç sıkıntısını perçinleyen bu yol arkadaşlığını okurun huzuruna taşıyan Kemal Selçuk, Bursa’da yaşayan iki yazarın edebiyat serüvenini ve değişen kentin yüzünü aynı kadına duydukları aşk üzerinden anlatıyor.
Dilek Atlı
Kemal Selçuk ile CEMİYET KAÇKINI’nı konuştuk
Cemiyet Kaçkını bir kısa roman. Kısa romanların uzun romanlara göre avantajı ve dezavantajı nelerdir?
Bu soruya, ikisi arasındaki özellikler açısından yanıt verebileceğimi düşünüyorum. Kısa roman, novella diye de nitelenen bir tür. Genellikle seksen ile yüz elli sayfaya kadar olanlar bu türe giriyor. Yaşlı Adam ve Deniz, Fareler ve İnsanlar birer çağdaş klasik olarak novellaya örnek gösterilebilir. Kısa romanın dili, şiirselliğe ve yoğunluğa daha yakın gibime geliyor. Öyküden çok, romanın unsurlarını taşıyor yine de. Romanları sayfa sayısıyla değil de, yoğunluğu ve diliyle ele almak gerekli kanımca. Yaratılan atmosfer, karakterlerin işleniş biçimi, kurulan cümlelerin uzunluğu, seçilen kelimeler, kullanılan anlatım biçimleri romanın dokusunu belirler. Birinci ve ikinci tekil şahıs anlatımları bile metni hayli etkiliyor.
Bursa’yı mesken seçmiş bir kurgu var karşımızda. Günümüzde yazarlar romanlarında İstanbul’un dışına çıkıyor. Örneğin Ankara’yı neredeyse bir karakter olarak hikayelerine ekleyen yazarlar var. Bursa da bir karakter olarak sizin romanınızda yer almış diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Anılarımın sindiği mekanlar beni kışkırtmıştır hep. Kendi kişisel tarihimden izler bulduğum o yerlerde eski günlerim kadar Bursa’nın değişimini de yaşarım içimde. Çocukluğumun Bursa’sı ile bugünün Bursa’sı hayli farklı. Dünya da öyle kuşkusuz. Ama ben bütün bu değişimi, içinde bulunduğum şehirde yaşadım. Kurmaca dünyalarda kalem oynatmak hayaller alemine dalmak bir yönüyle. Ne kadar teknik açıdan ele alsanız da metni, sonuçta düşler kuruyorsunuz. Cemiyet Kaçkını’nda otuz yıllık bir süreç var; dolayısıyla da bir şehrin o zaman dilimindeki değişimi, kahramanların yaşamında ve duygularında uyandırdıkları da.
Peki Bursa, İstanbul ve Ankara gibi romanlarda karakter olabilecek bir kent özelliği taşıyor mu? Yoksa halen bir taşra kenti olarak mı edebiyata katkı sağlıyor?
Bugün şehir denince edebiyatta da akla ilk olarak İstanbul geliyor. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, oradan günümüze kadar yazarlar, şairler bu şehir hakkında pek çok yapıt verdi. Bugün şehirlerin giderek birbirine benzediği dünyada, mekanlar da kimliklerini yitiriyorlar yavaş yavaş. Evet, İstanbul iki saatlik mesafeye indi günümüzde! Bir şehirde yaşamadan da orası hakkında nice etkileyici metinler kaleme alınmıştır. Ancak sorunun bu olmadığına inanıyorum. Edebiyat, aynı dili konuştuğumuz evrensel mesele aslına bakılırsa. Güney Amerikalı yazarları kendimize daha yakın bulabiliyoruz örneğin. Karayipler’e tutkun Marquez’e, neden New York’u anlatmadığını sormuyor kimse. Paul Auster, yaşadığı New York dışında Amerika’nın taşrasını da yer verdi romanlarında. Edebiyatın niteliği, verdiği edebi lezzet önemli bence. Flannery O’Connor, Carson McCullers, Truman Capote gibi güney gotiğinin yazarları ile banliyölerdeki hayatı etkileyici öyküleriyle yansıtan John Cheever farklı mı? Bu örnekleri vitrindeki isimler olduğu için verdim. Ankara ve Bursa, bugün birer metropolken, küçük birer şehir olarak kalmış olsalardı da edebiyat açısından ne değişirdi acaba? Oğuz, İstanbul’da, örneğin Beşiktaş’ta yaşayan bir cemiyet kaçkını da olabilirdi. İki adım ötesindeki deniz ve Taksim’e rağmen, aynı psikolojik gerilim içinde kıvranabilirdi. Dünyanın neresine giderseniz, kendinizi de götürürsünüz beraberinizde. 1960’lı yıllardaki şehirlerle günümüzdekiler çok farklı. Artık bütün şehirler birbirine benzemeye başladı. Metro, korkunç trafik, AVM’ler, siteler, yanaşık düzen apartmanların arasında, yani metropollerin sıkışmışlığında yaşamaya mahkumuz.
Cemiyet Kaçkını uzun bir dönemi anlatan bir roman. Değişen kent, hayatlar var. Bir de değişmeyen Oğuz ve onun hayatı. Kısa romanda uzun bir dönemi anlatmak ne tür riskler taşır? Siz bu risklerin üstünden nasıl geçtiğinizi düşünüyorsunuz?
Roman, anlatım olanaklarının zenginliği açısından zengin bir tür. Kurmaca dünyalarda zamanda sıçrama yapabildiğiniz gibi tek bir güne odaklanabilirsiniz. Hacimli bir roman çok kısa bir zaman aralığında geçerken, kısa öyküde koskoca bir hayat kaleme alınabilir. Bu yaklaşım, yazarın metne bakış açısına bağlıdır. 1980’den 2010’lu yıllara kadar Oğuz, Kerim ve Makbule değişirken, şehir de değişmiştir. Olay örgüsü ve karakterlerin “zaman” ile ilişkisi tutarlı olduğu sürece, metnin gerçekliğini koruyacağını düşünüyorum. O dönemleri yansıtacak, arka fon oluşturacak mekanlar ve tarihi olaylar, gelişimler metne ayrı bir zenginlik katar.
Oğuz’un -annesi dahil- kadınlarla olan ilişkisiyle Kerim’in kadınlarla olan ilişkisi birbirinden çok farklı. Siz biraz da bunu kişinin yazarlık haliyle paralel okuyup kaleme almışsınız gibi…
Aşk ve ilişkiler üzerine öyle çok şey yazıldı ki günümüze kadar… Bu konularda hemen herkesin az çok bazı görüşlerinin olduğuna inanıyorum. Aşkta ideal olan diye adlandırdığımız, kendi kurguladığımız insandır bir bakıma. Oysa herkes kendi hayatını yaşar. Ve işin içine duygular, hormonlar, yani kalp girdiğinde durum hayli karmaşık hale gelmeye başlar. Oğuz’a dönersek, Makbule’yi daha ilk görüşte idealleştirmesi, hayat boyu kendini prangaya vurması anlamına gelmiş gibi görünüyor. Sonra onu, Kuyucaklı Yusuf’un Muazzez’i ile Huzur’un Nuran’ıyla bir tutarak kendi dünyasında yaşatması, sokaklarda onu araması başka neyle açıklanır? Ancak bu durum, yaratıcılığını da beslemiş olabilir.
Oğuz’un karakter özellikleri günümüzdeki birçok şehir insanının özeti gibi. Aynı şekilde Kerim de günümüz edebiyat çevresinde rastlayabileceğimiz bir karakter. Okurlar için bu karakterlerin özetini ve birbiriyle temasını kitabın yazarı olarak nasıl ifade edersiniz?
Hırçın, alaycı, kızgın biri Oğuz. Kendince basitliklere, alaturkalığa tamammülü olmayan, bir yanıyla da snop bir karakter. Sınırlarını biliyor ama; edebiyat dışında başka konularda ahkam kesmiyor. Aşk acısına karşı edebiyatın merhem olacağını anlıyor. Yıllarca yaratıcılığın o sıkıntılı gelgitlerinde yaşıyor. Eli kaleme gitmiyor belki ama kitaplardan kopmuyor, doğum sancısından farksızca kıvranıp duruyor bu uğurda. İçten içe de yazamamanın acısını, bundan doğan o tuhaf “hazzı” duyumsuyor. Bir nevi Bartleby sendromundan mustarip, her ne kadar bunu kabul etmediğini ifade etse de. Ve bunları kimseye belli etmiyor. Öyle de mağrur yönü olan biri. Kerim ise daha pragmatist, ne istediğinin farkında. Sakin ve işini biliyor. Her yıl bir roman yayımlıyor. Yirmi yılda yirmi roman!
Belki tam bu noktada Makbule’nin kritik rolünü aktarabilirsiniz? Zira, okurken Makbule’yi de içten içe eleştirmeden edemiyor insan. Okur, kendini Makbule’nin yerine koyarak Oğuz ya da Kerim arasında bir tercih yapıyor.
Makbule’nin seçimi tamamen insani. Yani içinden geleni yapıyor. Ben aşkta son sözün kalbe ait olduğuna inananlardanım. İnsan, özgürce seçimini yapar. Bu yönde baskı, zorlama olmamalı. Zaten dediğim gibi, olamaz da. Karşınızdaki kişi sizi seçer ya da seçmez. Tercih edilmeyene gelince… Bakın orada söylenecek çok şey var! Edebiyat bundan sonra başlıyor çünkü.
Aşk kırıklıkları ve yazar kıskançlığının Oğuz üzerinden okunduğu romanda bunun aslında bir yazar için besleyici olduğunun altı çiziliyor. Oğuz, bu nedenle mi cemiyet kaçkını olarak yaşamayı tercih ediyor?
Bu biraz da onun doğasından, mizacından kaynaklanıyor. Ulaşılan ve ulaşılamayan bir kadın olarak Makbule, daha sonra Muazzez’e ve Nuran’a dönüşüyor. Yazmanın ve yaşamanın gerçekliği arasında kalıyor Oğuz. Kerim’i mesela, ne kadar kıskanıyor? Onu küçük gördüğü bir gerçek. Sonra da Makbule üzerinden ona büyük öfke duyuyor. Kendi sürgününü kendi yaratıyor, bir bakıma gönüllü sürgünlük yaşıyor. Kaybetmek acı veriyor ama yaratıcılığını besliyor. Bu sayede yaratıcılık melekeleri, acayip duyarlı hale geliyor. Makbule sayesinde keşfettiği Tutunamayanlar’ın Selim’iyle sıkı dost olmaları gibi… Hırçın ve küskün biri de olsa ironik ve melankolik iç sesiyle, kurmaca dünyalarla hayatının sınırlarını çiziyor.
Hikaye boyu okuru takip eden bir sıkıntı duygusu var. Dünya edebiyatında da önemli bir yeri olan bu sıkıntı hissi, örneğin Tanpınar’ın eserlerinde de kendini gösterir. 21. yüzyıl yazarlarının da başvurduğu bu sıkıntı içeriğini edebiyat adına nasıl değerlendiriyorsunuz?
Psikolojik derinliği olan felsefi bakış açısına sahip romanlar başka türlü nasıl düşünülebilir? Arayışlarımız, düşkırıklıklarımız sürdüğünce de bu sıkıntı eksilmeyecek. Cemiyet Kaçkını ironik bir roman aynı zamanda. Oğuz hırçınlığının, küskünlüğünün kendisini beslediğinin farkında. Yaratıcılığın özünde bir bakıma bu sıkıntı, gerginlik, varoluştan kaynaklanan kaygı vardır. Alay da dahil olur işin içine. Hayatın yükünü hafifletmeye yeter mi bu hırçınlıklar, alaycı yaklaşımlar bilemem. Camus’nün Yabancı’sı, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı bu sıkıntıları iyi yansıtan yapıtlar.
Kitapta mensubu bulunduğunuz günümüz edebiyatına inceden bir eleştiri var demek mümkün mü? Belki de yazar ve yazar adaylarına… Ya da bir özeleştiri…
Bunu düşünmedim. Yazar kıskançlığının her dönemde var olduğu bir gerçek. Ancak romanda aşk daha ağır basıyor. Oğuz, küskünlüğünün kendisini nereye götüreceğinin farkında. İşin içinde aşk kırıklığı var. Yazma çabaları, edebiyattan kopamama da. Sonra kendini adeta sürgün ediş. Oğuz bunları bilinçli yapıyor. Şurası bir gerçek ki, Oğuz edebiyata tapıyor.
Dilek Atlı
Subscribe
0 Comments
oldest