“Kendi mafyasını kuran” harikulade bir yönetmen: John Cassavetes
John Cassavetes, New York’un neon ışıkları ve gökdelenlerden ibaret olmadığını gösteren küçük bütçeli minimalist filmlerin yaratıcıydı. Kendi üslubunu yarattıktan sonra bir yapımcıya değil sadece seyirciye hesap vermek için kendi mafyasını kurmuştu. Nasıl mı? Okuyalım…
Egoist Okur’da pop kültür
John Cassavetes
John Cassavetes: “Kendi mafyasını kuran” harikulade bir yönetmen
John Cassavetes, 9 Aralık 1929’da New York’ta doğdu. Yunan bir ailenin çocuğuydu. Üniversiteyi bitirdikten sonra New York Academy of Dramatic Arts’a devam etti. 1950’de mezun olduktan sonra bir süre küçük tiyatro topluluklannda aktörlük yaptı. Bu arada kendisine Gregory Ratoff’un Taxi filminde küçük bir rol teklif edildi (1950). Bir yıl sonra televizyon filmlerinin aranan oyuncusu haline gelmişti. Bu filmlerde, ilk kez Marlon Brandove James Dean’le ortaya çıkan ve kısa sürede neredeyse bir klişeye dönüşen “toplumla uzlaşamayan problemli genç adam” rolünü tekrar edip duruyordu. Daha sonra bu sürecin, oyunculuğunu geliştirmesi, zamanı ve mekanı kullanmayı öğrenmesi adına son derece öğretici olduğunu söyleyecekti. Vakit buldukça sinema filmlerinde de rol alıyordu.
John Cassavetes, 1956’da Manhattan’daki bir workshop’ta Lee Strasberg’ün Actor’s Studio’da yarattığı metot oyunculuğu eğitimleri vermeye başladı. Genç öğrencileriyle çalışırken onların doğaçlama performanslarının sinemaya çok yakışacağını ve filmlerin seyircide yarattığı yapaylık duygusunu ortadan kaldıracağını düşünerek bir proje geliştirdi. Radyo programcısı Jean Shephard da vakit kaybetmeden bir canlı yayın sırasında bu projeyi dinleyicilere anlatarak onlara, Cassavetes’in ilk filminin prodüktörü olmalarını teklif etti. İsteyen herkes, gücünün yettiği miktarda para gönderecek, elde edilen gelir de çekimler için harcanacaktı; böylece Hollywood sistemine bir alternatif oluşturmak mümkün olabilecekti. Birkaç gün içinde 20 bin dolar toplandı. Buna yakın bir tutar da Cassavetes’in gösteri dünyasının çeşitli alanlarında çalışan arkadaşlanndan temin edildi ve böylece Shadows’un çekimleri başladı. Yıl 1959’du ve Patreon falan gibi crowdsourcing platformları henüz ortada yoktu.
Bu anlamda Cassavetes’ı indie sinemanın babası saymak mümkün. İki yıl süren çekimlerin sonunda çıkan filmde, alışılmış biçimiyle bir senaryo yoktu, sadece olayların gidişatı ve ana çizgi belirlenmişti ama diyaloglar doğaçlama oluşturlmuştu. Ayrıca finale ilişkin hiçbir şey önceden belirlenmemişti. 16 mm el kamerasıyla çekilen filmin müzikleri, büyük caz ustası Charles Mingus tarafından bestelenmişti ama dış ses olarak kullanılmayıp ortamda canlı icra edildiği için seyircide uyandırdığı “cinema verite” duygusu iyice güçlenmişti. Shadows Amerikalı dağıtımcıların hiç ilgisini çekmedi ama Avrupalı dağıtımcılar, 1960’da Venedik Film Festivali’nde Eleştirmenler Özel Ödülü kazanan filme hayran kaldılar. 1961’de ABD’de gösterime girdiğinde dağıtımcı bir Ingiliz firmaydı.
Cassavetes, bu ilginç “kendi filmini kendin yap” usulünü şöyle anlattı: “Kendi Mafya’mı kurdum. Demek istediğim, bir gün dizimden vurulduğumu görürseniz bilin ki bunu ben kendim yapmışımdır.”
Daha sonra büyük firmalar için Too Late Blues, A Child is Waiting gibi filmler çekti. (Cassevetes’in adını bile anmak istemediği A Child is Waiting epey sorunlu bir sürecin sonucu ortaya çıktı ama bu başka bir hikaye.) Bu arada Hollywood’da da oyunculuk yapıyordu. Bunlar arasında Roman Polanski’nin 1967 yapımı “lanetli” filmi Rosemary’s Baby de vardı. Ruhunu şeytana satan genç ve hırslı bir aktörü canlandırıyordu. Rol aldığı bir diğer önemli yapım, Robert Aldrich imzalı The Dirty Dozen oldu ve bu filmle Oscar’a aday gösterildi. Cassavetes için sinema, asla ayrı yaşayamayacağı bir sevgili gibiydi, büyük aşkıydı. Bir keresinde şöyle demişti: “Filmlerde rol almayı seviyorum, filmler çekmeyi, yönetmeyi seviyorum, asIında filmlere yakın olmayı hatta dokunmayı seviyorum. Film çekmek bence sadece zevkli değil, aynı zamanda saygı duyulması gereken bir şey. Filmin iyi olması ya da bir halta benzememesi durumu değiştirmiyor. Sinemayla uğraşan herkesi daha tanımadan, baştan seviyorum. Ve eğer amaçladıkları etkiyi yaratamamışlarsa da onlar adına üzülüyorum çünkü gemiyi kaçırmış oluyorlar.”
Üç yıl süren bir çekim sürecinin sonunda ortaya çıkan ikinci kişisel filmi Faces (1968) bu stratejinin ilk ürünü oldu. Shadows gibi tamamen doğaçlama çekilmemişti ama gerçeklik duygusu aynı şekilde sürüyordu. Bu kez filmi sadece eleştirmenler değil seyirciler de sevdi, film iki dalda Oscar’a aday oldu ve Venedik Film Festivali’nde toplam beş ödül kazandı.
1970’li ve ‘80’li yıllarda Cassevetes filmlerini bağımsız olarak ya da alçakgönüllü firmalar için üretmeyi sürdürdü. Bu dönemin ürünleri, Husbands (1970), Gloria (1980) ve Love Streams (1984) oldu. A Woman Under the Influence, The Killing of a Chinese Bookie ve Opening Night adlı filmleriyse tamamen kendi parasıyla çekti. (Filmlerinin önemli özelliklerinden biri, hikayelerin daima New York’ta geçmesi, ikincisi de eşi Gena Rowlands ve Peter Falk, Ben Gazzara gibi oyunculardan oluşan değişmez bir kadroyla çalışmasıydı.)
Gelin görün ki, Big Trouble’la (1985) beraber işler ters gitti, yapımcıyla arasında büyük anlaşmazlık çıktı hatta kurguya bile müdahale edemedi. Bu yüzden de röportajlarında bu filmde adının geçmesinden utanç duyduğunu söyledi. Zaten pek çok eleştirmen de Trouble’ın Cassavetes filmografisinden çıkarılması gerektiği görüşünde. Bu talihsiz dönemin hemen ardından hasta olduğunu öğrendi ve üç yıl sonra, 3 Şubat 1989’da öldü.
Son röportajlanndan birinde niçin sinema yaptığını şöyle anlatmıştı: “Trajik şeyler oluyor bu ülkede, insanlar en geç 21 yaşında ölüyorlar… Demek istediğim fiziksel olarak ölmeseler bile duygusal olarak ölüyorlar. Bir sanatçı olarak benim sorumluluğum, insanların ayakta kalabilmelerini, hiç değilse 21 yaşını dolduracak kadar yaşayabilmelerini sağlamak. Bana kalırsa film adını verdiğimiz şeyler, hiçlikten ve acıdan kurtulmanın mümkün olduğu duygusal ve entelektüel topraklarda yolunuzu bulmanızı sağlayan birer harita.”
Cassavetes ve eşi, oyuncusu Gena Rowlands
Kendi sözleriyle
“Arzusu başarı olmayan herhangi biriyle çalışabilirim”
“Arzusu başarı olmayan herhangi biriyle çalışabilirim. Mesela caz müzisyenleri… Ellerinde şu küçük metal silahlar vardır ama ateş etmezler. Bir yere gittikleri de yoktur. Tek istedikleri sahneye çıktıkları ‘o gece’dir. Küçük çocuklar gibi sadece bununla mutlu olabilirler.”
“Filmlerdeki acı gerçek hayattakiyle karşılaştırılamaz bile”
“Filmlerimin acı verici olduğunu söylediklerinde, ‘Aman Allahım,’ diye düşünüyorum, ‘Gerçek acının ne olduğunu biliyorum ben, o bundan çok başka bir şey. Filmlerdeki acı gerçek hayattakiyle karşılaştırılamaz bile. Biz sinemacılar her şeyi romantize edip yumuşatıyoruz. Aksi takdirde kim niçin sinemaya gitsin ki?”
“Bir şey söylemek, seçim yapmaktır”
“Ne diyeceğini bilmemekle, konuşmamak arasındaki fark çok büyüktür. Bir şey söylemek, seçim yapmaktır. Tıpkı yönetmenlik, oyunculuk, yazarlık, kameramanlık gibi. Film çekmek, bir seçimin sonucudur.”
“Kim birine bakıp onun sarhoş ya da âşık olduğunu söyleyebilir ki?”
“Oyuncu yöneten sinemacılardan değilim. Senaryoda bir karakterimin sarhoş olduğunu yazmam. Masaya bir şişe koyarım ve gerisini oyuncuya bırakırım. Beklerim. Şişenin içindekini içerse sarhoş da olacaktır. Nasıl sarhoş olacağını söylemek benim işim değil. Hem kim birine bakıp onun sarhoş ya da âşık olduğunu söyleyebilir ki? Hayatta bazı şeylerin tek bir biçimi yoktur.”
“Sanatçı her şeyi riske atabilmeli, başarısız olmaya hatta kötü olmaya cesaret etmeli”
“Çoğu insan ne istediğinin, ne hissettiğinin farkında değildir. Ayrıca bana kalırsa, dünyadaki en zor şey, kendinizi ifade etmek, ruhunuzdakileri açmak, mecbur olduğunuz şeyi her şeye rağmen söylemektir. Biz sanatçıların işi de zaten tam olarak budur. Bir sanatçı olarak, pek çok şeyi denemek zorunda olduğumuza inanıyorum. Ama hepsinden öte, bir şeyi olanca bütünlüğüyle ifade edebilmek için sahip olduklarımızı riske atabilmeli, başarısız hatta kötü olmaya cesaret etmeliyiz.”
“Birine güldüğünüzde onunla aranızla bir bağlantı kurulmuş olur, güldüğünüz kişi hoşlanabileceğiniz kişidir”
“İnsanlar canları neye istiyorsa ona gülebilirler. Bana da gülebilirler. Niçin gülmesinler ki? Bir yakınım öldügünde bile gülebilirim ben. İçimden geleni yapmalıyım. Nasıl hissedeceğimi başkalarından öğrenecek değilim. Gülmek sağlıklı bir ruh halidir, insanların başka insanlara niçin gülmediğini düşündünüz mü? Çünkü kendileri pek yüksek, pek erişilmezdir. Birine güldüğünüzde onunla aranızla bir bağlantı kurulmuş olur. Bilirsiniz ki güldüğünüz kişi hoşlanabileceğiniz kişidir. Arkadaşlarınızla toplandığınızda birbirinizle dalga geçer, bol bol gülersiniz. Düşmanınızla bir araya geldiğinizdeyse, mümkün değil şekerim, gülmezsiniz.”
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest