Kendimizi nasıl yitirir, nasıl buluruz?
“Bence herkes (çünkü bazı kitapların okuyucu kitlesi gerçekten “herkes”tir), her seansta terapistine tüküren ve el hareketi yapan bir çocuğun, etrafındaki herkesi kendinden uzaklaştıracak ve hatta analistinin bile gözünü açık tutmasına engel olacak denli evrensel sıkıcılığa sahip bir adamın, evinin kapısına her gelişinde içeride onu beklediğine inandığı bir teröristten korkan yalnız bir kadının hikayesinin içine kendinden bir parçanın nasıl gizlenebileceğini bu kitabı okuyarak görebilir. Ya da bu kitabın yazarı gibi birini tanımak, herkesin hoşuna gidebilir. (..) Stephen Grosz’un “İncelenen Hayatlar”da açtığı kartlardan haberdar olup yola öyle devam etmenizi isterdim açıkçası.”
“Siz Mutlu Gözler” lakaplı Neslihan Elagöz’ün yeni yazısı gene çok güzel. Stephen Grozs’un İncelenen Hayatlar kitabının alt başlığına gelince, işte onun bana ne kadar davetkâr geldiğini size anlatmam mümkün değil.
Kendimizi nasıl yitirir, nasıl buluruz?
Evdeki yüzlerce “kaderi henüz okunmamış olmak” olan kitabın alt gruplarından biri de “kapağı davetkâr olmadığı için durduğu yerde gitgide saydamlaşanlar”… Bu gruba dahil olduğu için “İncelenen Hayatlar”ı, çıktıktan altı ay sonra ancak okuyabildim. Proust okuduktan sonra iyice şımarıp, ortalarda “bin sıdece nirısıyntifik (neuroscientific) mitinler ıkıyıbiliyırım” diye dolaştığım için bir arkadaşımın getirip önüme attığı bir psikanaliz öyküleri kitabı bu. Kapağında soğuk ve formel bir 3D görünümlü görsel olduğu için, kitabın içinde ilgi çekici bir şeyler olabileceğine de aylar boyu kendimi ikna edememiştim. Bir de tabii “Psikanaliz hikayesiyse psikanaliz hikayesi, n’apalım, öyle her ‘ben terapi anılarımı damıttım’ diyeni okusaydık, ohooo” diye de geçiriyordum içimden. Sonra nasıl olduysa oldu da kitaptan birkaç sayfa çevirme enerjisini kendimde bulabildim. Ve işte! Yine her bulduğuma önerebileceğim bir kitapla karşı karşıyaydım.
Bu kitabı kendi türünün örneklerinden ayrı bir yere koymamın çeşitli sebepleri oldu. Açıkçası yazarın bir psikanalist olması, olayların da bir ofiste geçiyor olması bana öykülerin tesadüfi bir ortak özelliği gibi geldi tamamen. Çünkü incecik kitaba sığmayı başarmış yaklaşık 30 terapi vak’asının anlatımında öne çıkan bir başka şey gördüm ben: İki insanın unutulan ve aranan cinsten karşılaşması. Kitap boyunca bir psikanalist görmemekte ısrarcıydım. (Belki bu da psikolojik bir sorundur…) Hassas, iyi kalpli, fedakar ve yardımsever “biri” bütün hikayelerde ortaktı ama. İnsanlar ona geliyor ya da yönlendiriliyorlardı. Amaç danışmaktı. Bu yetkin kişi ise, sanki karından bir bağla ondan medet uman kişilerle ilişkisini kuruyor ve sürdürüyordu. Ortada mekanik hiçbir şey yoktu. Analistin gözyaşları da, kendi karışık ve çözümlenmeyi bekleyen rüyaları da, bizzat kendi analizi de, çekirdek ailesinde karşılaştığı birkaç içinden çıkılmaz durum da kitaba dahildi. Zaman zaman başarısız olduğunu düşündüğü durumları hatırlıyor, bazen de şöyle diyordu: “Gençken görüştüğüm hastalarımın çoğu hayatımdan çıktı veya öldü, fakat bazen, örneğin bir rüyadan uyandığımda, onlara yeniden ulaşıp bir şey daha söylemek istediğimi fark ediyorum.”
Stephen Grosz, kitabı yazarken mesleki bütün eklentilerini bir kenara koymuş gibiydi; ancak benim ekstradan gördüğüm şey, terapiler sırasında da bunları kenara koyduğu oldu.
Edebiyatçıların zaman zaman psikolojinin ve hatta neroscience’ın alanına girerek eserlerini kaleme alması gibi, burada da bir doktor ve analist olan Stephen Grosz, kişisel deneyimlerini yanına alarak gözlemci-anlatıcıların dünyasına giriyordu. Çeşitli vak’aların hatırlandığı her bir bölüm bir psikolojik öykü haline gelmişti, üstelik vuruculukları ve yoğunluklarıyla okuyucuyu şaşırtarak.
Neredeyse tüm hikayelerdeki danışanların içinde bulundukları sıkıntılı durumun bir köşesinde kendimle ilgili de bir şey fark ettim. Hayır, tüm akıl hastalıklarını kucaklamış iflah olmaz bir tımarhanelik olduğumu filan sanmıyorum. Bu, daha çok psikanalistin karşısındakini kavrayış tarzıyla ilgili bir şeydi. Sanırım mesleki değil de insanca bir içgüdünün mucizesiydi analistin çözümlemeleri. Bu yüzden de klinik bir atmosfere girmekten uzaktık. Olaylar, günlük hayatın ve iki kişiden oluşan kişisel bir ilişkinin sınırları içinde geçiyordu. Bu yüzden kulağa en anormal gelen vak’alar bile anormalleşmeye pek yaklaşamıyordu. Bakan göz, onları yumuşatıyor, normalleştiriyor, anlaşılabilir olanın alanına çekiyordu.
Bence herkes (çünkü bazı kitapların okuyucu kitlesi gerçekten “herkes”tir), her seansta terapistine tüküren ve el hareketi yapan bir çocuğun, etrafındaki herkesi kendinden uzaklaştıracak ve hatta analistinin bile gözünü açık tutmasına engel olacak denli evrensel sıkıcılığa sahip bir adamın, evinin kapısına her gelişinde içeride onu beklediğine inandığı bir teröristten korkan yalnız bir kadının hikayesinin içine kendinden bir parçanın nasıl gizlenebileceğini bu kitabı okuyarak görebilir. Ya da bu kitabın yazarı gibi birini tanımak, herkesin hoşuna gidebilir.
Bazı kitaplar her döneme gidebilir, her dönemden gelmiş olabilir. Bazılarına ise bilhassa bugünde ihtiyaç vardır. Altta yatan sebepleri anlama konusunda hafifçe gözü açılmış ve hevesi artmış bugünün insanının, farkında olmadan böylesi bir kitaba acıkmış olabileceğini düşünüyorum bu yüzden. Yemek gelince acıktığını fark etmek gibi, İncelenen Hayatlar’ı okuyacakların da kitaba başladıklarında böyle bir bakış açısına ihtiyaçları olduğunu fark edeceğini tahmin ediyorum. Stephen Grosz’un açtığı kartlardan haberdar olup yola öyle devam etmenizi isterdim açıkçası.
Neslihan Elagöz
Subscribe
0 Comments