Egoist okur

Kendinizi sevmekten başka çareniz yok, hanımefendi…

Arzu Akgün yazısına “Paket program bir kader bu” diye başlıyor. Bizans imparatoriçesi Theodora ve Deli Dumrul’la devam ediyor. Arzu’yu, Theodora’yı ve Deli Dumrul’u bir araya getiren şey kader. Lakin Arzu, dedikoducu tarihçi Prokopios’tan okuduğumuz Bizans impatoriçesinden ve Azrail’in canını aşk sayesinde bağışladığı Deli Dumrul’dan çok daha talihli bence. Zira kendi hikayesini kendi kelimeleriyle, kendi duygularıyla bizzat kendisi anlatabiliyor.  Okuyun, seveceksiniz.

Okuma tavsiyesi

Bizans’ın Gizli Tarihi

Kendinizi sevmekten başka çareniz yok, hanımefendi…

Paket program bir kader bu. Alkış tutulan her yanınızı lanetiyle beraber koyduk. Kırmızı halılar da sizin önünüzde kilitli kapılar da.

En güzel kadınlara güzelliklerinden haberdar olmamak şartıyla verildi aynalar. En hoş adamların dilini bağladık.

Bir türlü bildiğine inanamayanlara yığdık bilgiyi. Yerinden ayrılamayanlar çıktı en uzun yolculuklara. “Huzur, huzur” diyenler telaşa düştü. Böyledir ve böyle olacaktır daima. Ruhunuz yazgınızdır. O kadar soru varken içinizde, siz dursanız da gelip çarparlar. Sizi bulur saklansanız bile sizin kuytunuzdakini yine size getirecek ulak.

Bir kere açtıysanız o pencereyi kuşlar da konar pervaza, mevsimler de yığılır saçlarınıza. Size hizmet eder rüzgar, bulut ve günbatımı. Ama açık bir penceredir tozu, dumanı, genzini yakan kış kokusunu ve soğuğu getiren de. Ya pencereyi kapatıp sessiz, güvende ve sıcak kalacaksınız ya da her şeye razı olacaksınız. Şimdi pencere açık. Bir “oh” diyemeyeceksiniz, hiçbir şeyden emin olamayacaksınız, hep kuşkuda, hep uykuda, hep yolda olacaksınız.

Herkesin hikayesi sizde birikecek, dinlediğiniz her hikaye boynunuza asılı kalacak. Size düşecek başkalarının unuttuğu hikayeleri sevmek, peşine düşüp de anladığınız her gizem yine sizin elinizi ayağınızı bağlayacak.

Bazen kurduğunuz sofraya bakıp hayatı düzeltebileceğinizi düşüneceksiniz bazen Fenerbahçe yenildi diye bile yine kendinizi suçlayacaksınız.

Sıkılacaksınız bir ismi sürekli tekrarlayan halinizden, hep aynı yerde düşen ruhunuzdan. Sonra yine bazen bir kitaba bazen bir filme bazen de birden açan güneşe satacaksınız hüznünüzü. Hep başkalarının derdiyle unutacaksınız derdinizi. Hep başkaları için kolay olacak erken kalkmak, başkaları için bir şey istemek.

Tanımadığınız insanların ölümü için meydanlarda yürüyüp, canınız ciğeriniz gittiğinde “üzüldüm” bile diyemeyeceksiniz.

Arayıp bulamadıklarınızı da yine başkaları getirecek, büyü gibi, Hızır gibi yetişecek güzel dostlarınız, uzak şehirler, hiç beklemediğiniz haberler, o çok sevdiğiniz rengin tam istediğiniz tonu. Bir peri kızı gibi otururken şefkatin içinde, bu sefer de tuhaf bir yetersizlik duygusu kaplayacak içinizi.

Başkalarının yazgısını yaşayacaksınız hep. Garip bir aşkla sevecek sizi dostlarınız, aşklarınız garip dostluklara dönüşecek. Zaten aşk hep bir gizem olarak büyüyecek içinizde. Ne hissettiğini söyleyemeyen insanlara tutulacaksınız.

Aşkın yaralarıyla öğreneceksiniz illa hayatı. Elektriklerin kesilmesiyle sosyalleşen aileler gibi her gidenin ardından yeniden anlamlandıracaksınız eksik parçaları, kim olduğunuzu, neyi istemediğinizi. Neden öğrendiğinizi bilmediğiniz şeyler birikecek aklınızda. Bildiğiniz hiçbir şey bir işe yaramayacak daha sakin kalmaktan başka.

Ne zaman sarhoş olsanız Ahmet Kaya çalacak, yine de hep neşeli şarkılarla geleceksiniz eşin dostun aklına. Tam seni anlatıyor dedikleri ne varsa rengarenk olacak siz illa siyahı taşırken.

Herkes yanınızda bile olsa yalnız kalacaksınız. Bütün kapılar kapansın, şu telefon hiç çalmasın derken sessizlik başladığında yine neyi yanlış yaptım diye düşüneceksiniz

Kabilesiz olacaksınız daima. Hem herkesin nedensiz sevdiği hem hiç kimsenin kendinden görmediği. Öyle garip hüzünleriniz olacak ki en kolay tanıdığınız şey yapay bir hüzün olacak plastik bir meyve gibi.

Hem hiçbir şeyi değiştiremeyip hem de asla birbirinin aynı üç gününüz olmayacak. En çok yaralarınıza güleceksiniz.

Kendinizi sevmekten başka çareniz yok hanımefendi. Paket program bir kader bu. Ya önünüze serilen bu hediyeleri lanetiyle beraber kabul edeceksiniz ve hep bilmediğiniz şeyleri aramakla, bilmediğiniz birilerinin kabulüne sunmakla, onayını beklemekle geçecek hayatınız. Neden olduğunu bir türlü anlamadığınız bir sebepten el üstünde tutulacaksınız siz kafanızı kuma gömmek isterken.

Ya da başkasının üstünde görmeye bile tahammül edemediğiniz bir elbiseyi giyer gibi kendinizden olmayan bir dünyaya geçeceksiniz.

Bu yolu siz seçtiniz her seferinde sizi şaşırtan dostlar, unutulmaz hikayeler, hep yarıda kalan bir masala benzeyen aşklar, hemen kendinizi bulduğunuz iki satır şiir, akşamüstleri, deniz kıyıları, demli çaylar adına. Siz seçtiniz her şeyin olacağına vardığı bu dünyada. Vardır bir bildiğiniz henüz sizin de varmadığınız.

Tanrı’nın hediyesi Theodora

Tarihin içinde seyre çıktığımda talihle laneti, güzellikle gücü bir arada taşıyan en unutulmaz örnek, benim için Bizans İmparatoriçesi Theodora’dır. Theodora, adı üstünde Tanrı’nın hediyesi.

Kendisiyle ilgili ilk bilgileri maalesef Prokopios’tan öğreniyoruz. Maalesef diyorum çünkü sarayın tarihçisi olan bu beyin öyle bir üslubu var ki biz mahallede kapının önünde çekirdek çitlerken yaptığımız dedikodularda daha insaflıyız.

“Saraya geldi, imparatorluğun kolunu kanadını kırdı, Ne flüt ne de arp çalmasını biliyordu, dans etme yeteneği bile olmadığı için fahişelik yapıyordu.” diyen Prokopios yine de onun güzelliğini ve çekiciliğini anlatmaktan da geri kalamaz.

Kitabında zaten sürekli yerleşik geleneksel kurumların önemine değinen ve eski kurallardan vazgeçilmemesi gerektiğini belirtmektedir. Egemenliği süresince hem gelenekleri hem de arazi sahiplerinin güçlerini ve etkisini kırmaya çalıştığı için Iustinianos da nasibini alır yazarımızın hırslı anlatımından ama esas hedef genellikle Theodora’dır.

Theodora’nın soylu bir aileden gelmediği doğrudur. Ancak erguvan odalarda doğmasa da o rengi günü geldiğinde imparator kocasından bile çok sahiplenmiş, Nika ayaklanması sırasında kaçmaktansa mor bir kefene razı olacağını söylemiştir.

Ve bir sürü mozaiğin arasından hep onun yüzü parlar iri güzel gözleriyle, sonsuz elbiseleriyle. En çok o akılda kalır. Yazgısının her anı kendine aittir çünkü. Bütünüyle yaşamaya razı olduğu kaderi kendisinden başka bir sürü kadının da hayatını değiştirir çıkarılan kanunlarla.

Öyledir, güzellik, lanet ve başkalarının bile hayatını değiştirme gücü hep aynı yerdedir.

Cana can

“Çok kitap okuyacağınıza ne okuduğunuza bakın derdi” çok sevdiğim bir hocam. “Onlarca, yüzlerce kitap değil de mesela Seyahatname’yi, Dedem Korkud’un Kitabı’nı, Şeyh Galip’i, Mesnevi’yi birkaç kere anlayarak okuyun daha başka bir yerde bulursunuz kendinizi” diye öğütlerdi.

Bu konuşma sırasında ben sadece Seyahatname’yi, onun da yalnız İstanbul cildini okumuştum. Şeyh Galip’in Hüsnü Aşk’ı ara ara baktığım bir şiir kitabı olarak duruyordu rafta. Dedem Korkud’un Kitabı’nın ise sadece rüya motiflerinin olduğu kısımlarını okumuştum. Rüya görmek için “canı seyranda olmak” tabiri kullanılıyordu ve bu bile bana bir sürü şey düşündürmüştü. Okuldan eve gelince biraz da rüyaya dair yeni bir şeyler bulma hevesiyle uzun süreden sonra tekrar elime aldım kitabı.

Rüyaya dair değil ama hayatta her şeyin bir karşılığı olduğuna ve ancak fedakarlık yaptığımız, aşkın yoluna düştüğümüz zaman yeni bir hayat kazanacağımıza dair çok güzel bir hikayeyle karşılaştım.

Duha Koca Oğlu Deli Dumrul hikayesinde Azrail’le karşılaşan Deli Dumrul ona canını almaması için yalvarınca Azrail de “Bana değil Tanrı’ya yalvar” der. Deli Dumrul da Tanrı’ya yalvarır. Bunun üzerine Tanrı kendisinin yerine canını feda edecek başka bir can bulmasını söyler. Delikanlı önce annesine ve babasına gitse de ikisi de canını vermeye yanaşmaz, karısı ise “senin olmadığın yerde benim de yaşamamın anlamı yok” diyerek canını vermeye razı olur. İkisinin aşkı gören Tanrı ise Azrail’e onların yerine anneyle babanın canını almasını ve karı kocaya yüz kırk yıl ömür bağışlamasını söyler.

Kocasını ölümden kurtarmak için anne babanın reddinden sonra kadının hayatını feda etmesi Digenis’le ilgili Yunan masalında da vardır. İnsanlara öleceğinin sekiz gün önceden haber verilmesini anlatan bir Hint masalında ise yine bir kadının kocasını ölüme giderken bırakmaması nedeniyle Tanrı insanlara ölecekleri günü bildirmekten vazgeçer.

Böyledir işte her zaman; her şey olacağına varır. Yine de aşka ve masallara inanmak, kahraman olmasak da başkalarının canının derdinde olmak hep güzeldir. Türk mitolojilerinde can değiştirme, başkasının yerine canını verme kavramı için “Aylanu” kelimesi kullanılır. Aylanmak kelimesi Tatarca’da da gezmek, dolaşmak anlamına geliyor, bununla bir ilgisi olmalı.

Son sözü elbette Dedem Korkud söylesin:

“Yerlü kara dağlarun yıkılmasun

Gölgelice kaba ağacun kesilmesun

Kamın akan görklü suyun kurumasun

Kadir Tanrı seni namerde muhtaç etmesun”

Arzu Akgün

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments