Kırmızı Saçlı Kadın: Birbirini tamamlayan zıtlıkların romanı
Orhan Pamuk’un Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Kırmızı Saçlı Kadın” romanı üzerine yazdığım yazıyı da buraya iliştireyim. Tabii kitap üzerine düşündüklerimi röportajda dile getirdiğim için, yazıya pek az malzeme kaldı elimde. Yine de okuyun.
Orhan Pamuk: “Biz şimdi kime âşık olacağız, kime baba diyeceğiz?”
İllüstrasyon bu adresten alındı.
Kuyular kazılıyor, medeniyetin üzerindeki cilalar kazınıyor, dünyanın ve insan ruhunun derinlerine iniliyor…
Orhan Pamuk’un romanları, karmaşık yapılardır. Zira kendisi hem müthiş bir kurgu üstadıdır ve yarattığı hikâyenin labirentlerinde kaybolmamız için elinden geleni yapar hem de o hikâyeye, roman sanatı üzerine düşünmemizi sağlayacak ayrıntılar katar. Bu kez de öyle olmuş; bunları onunla konuştuk zaten.
Öte yandan, bittiği günden beri, “Kırmızı Saçlı Kadın”ı düşünüyorum. Bilhassa şu “kızıl saç, boya, kına” meselesi, orada da belirttiğim gibi, eğlenceli bir anekdot olmanın ötesinde önemli bence. Kırmızı Saçlı Kadın’ın “Saçlarımı kınayla boyamaya başlamasaydım eğer, Cem beni hiç fark etmeyebilirdi” sözü de sanırım kilit cümlelerden. Kırmızı Saçlı Kadın aslında romancının yaptığına benzer bir şey yapıyor. Neticede roman dediğimiz şey, hakikati daha doğru, daha açık, daha anlaşılır kılmak için başvurulan bir yalandan başka bir şey değil aslında. Yazarın okuru inandırmak için elinden geleni yaptığı ama bazen de “Bu okuduğun sadece bir hikaye, gerçekle alakası yok” uyarısını yapmayı ihmal etmediği bir yalan… Aynı anda hem büsbütün yalan hem de çok gerçek.
Orhan Pamuk, gerçeği yalanlar aracılığıyla anlattığı romanında, “Göğe çıkıp yıldızların ışıltısına ulaşmak yerine, üzerinde uyuduğumuz toprağın içine girmeyi hayal etmemiz doğru muydu?” diyen kahramanının peşinden, yeraltına iniyor; üstelik her anlamda… Kuyular kazılıyor, medeniyetin üzerindeki cilalar kazınıyor, dünyanın ve insan ruhunun derinliklerine doğru yola çıkılıyor.
Anlatması zor bir kurgusu var “Kırmızı Saçlı Kadın”ın. Zorluğu şundan: Söyleyeceğim her şey, hikâyenin sürprizini kaçırabilir, okuma zevkinizi öldürebilir. O yüzden mecburen çok kısa geçeceğim… Olayların merkezinde antik Yunan tragedyası “Kral Oedipus” ve eski İran efsanesi “Rüstem ile Sührab” duruyor. Esas karakterimiz Cem kendini, hem babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus’un konumunda buluyor hem de oğlunu öldüren Zaloğlu Rüstem’in… Bu efsanelerden ilki büyümeyi ve iktidara başkaldırıyı temsil ediyor, ikincisiyse gücün kendini aklama gayretini…
Başka şeyler de var elbette; en önemlisi romanın ikiliklerle, tezatlarla ilerlemesi… Birbirine hiç benzemeyen ama birbirini tamamlayan iki baba, iki anne, iki aşk… Batı ve Doğu, edebiyat ve hayat, uygarlık ve gelenek, siyaset ve sahne, aşk ve güven, şüphe ve inanç… Anne ile oğul arasındaki hikâyeyse romanın en “ışıklı” yanlarından. O kısımdaki iki paragraf beni resmen ağlattı.
Babamıza duyduğumuz hayranlıkla karışık korkunun üzerimizde bıraktığı gölgeyi konu eden ama o gölgeden kurtulmayı şiddetle isterken onsuz kendimizi ormanda kaybolmuş gibi hissettiğimizi anlatan bu güzel romanın -kurgu gereği- Silivri’deki ağır ceza hâkimine sunulmak üzere yazıldığını öğrenmemizin okur olarak bize yüklediği sorumluluksa apayrı bir konu.
Benden size tavsiye, yazarının “sert yanları olan duygusal bir roman” diye tanımladığı “Kırmızı Saçlı Kadın”ı kanıtlara, hukuki ayrıntılara dikkat ederek de okuyun.
İşin bir de yalan ve samimiyetsizlik kısmı var…
“Kırmızı Saçlı Kadın”ı okurken, İrlandalı şair William Butler Yeats’in bir şiiri ve Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen’in bir masalı takıldı aklıma.
Yeats’in “Sailing to Byzantium” şiirinde anlattığı hikâye, çocukken okuduğum bir masala, Andersen’in “Bülbül”üne çok benziyordu. İkisi de tabiatla sanatı, biri mekanik öteki altından yapılmış iki kuş aracılığıyla karşı karşıya getiriyordu. Tek fark, yaklaşık aynı dönemde yaşamalarına rağmen, aynı hikâyeyi anlatan bu iki edebiyatçının tamamen farklı yerlerde durmasıydı.
Andersen ölümün karşısına hayatı çıkarıyor, en usta mücevhercinin elinden çıkmış olsa bile altından yapılmış bir kuşun asla gösterişsiz, gerçek bir bülbül kadar büyüleyici bir sesle şakıyamayacağını söylüyordu. Yeats ise bambaşka bir yerdeydi; ona göre ölümün karşısında durma gücü taşıyan tek şey sanattı. Tabiattaki kuşlar, tıpkı insanlar gibi, eninde sonunda muhakkak ölürken, Bizanslı kuyumcuların eşsiz bir maharetle işlediği altın kuşlar, sonsuza dek kalıp “Geçmişin ya da geçiyor olanın ya da geleceğin” şarkılarını söyleyecekti. Yani hayat bitecek, sanat kalacaktı.
Andersen obsesyonlarımdan, Yeats’i de çok seviyorum ama ikisinin de söyledikleri bugün için sanırım bir parça demode.
“Kırmızı Saçlı Kadın”ın Orhan Pamuk’un bayıldığım tanımıyla en “demonik” karakterinin, karşısındaki genç adamı baştan çıkarabilmesini saçlarını kışkırtıcı bir renge boyamasına ama bunu doğal bir malzeme kullanarak yapmasına bağlamasını sanırım hayatın ve sanatın birbirleriyle mücadele etmek için var olmadığını bize hatırlattığı için sevdim. Onlar her daim Escher’vari bir iç içelikle birarada, hangisinin nerede bittiğini, diğerinin nerede başladığını bulmak ise yaşayanların ve okuyanların çilesi, hazzı.
Orhan Pamuk’a gelince; yalan söylemek, hele söz konusu sanatsa, her zaman sahtekârlık olmayabiliyor. O yalanların içine gerçekleri gizlemek ya da onları mücevher parlaklığında belirgin kılmaksa bizzat kendisinin hüneri.
“Benim Adım Kırmızı”dan serbestçe çeviriyorum: Hayatta şarap, yazıda üslup.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest