Kitap sahaftan alınsın, meyhane salaş olsun, tarih beni anlatsın!
“Hikaye seviyorum ya ben, belki biraz bu yüzden ‘eski’ye tutkunluğum. Kitap sahaftan alınsın, meyhane salaş olsun. Yıkık dökük bir evin, eski bir duvarın önünde durup düşüneyim hayatı. Sonra bir adam gelsin, her cümlesinden sonra başka bir kitabı karıştırayım merakla. Öğreneyim. Kendimi öğreneyim dünyayla beraber sonra yine kendimi unutayım öğrenirken. Bazen kendini unutmak iyidir.”
Bir vapur yolculuğu sizi nereye götürebilir? İstanbul’un hiçbir yerinkine benzemeyen denizi, rüzgarı, güneşi, silüeti… İstanbul âşığı, ‘eski’ye tutkun Arzu Akgün kendini unutmak ve yenilemek için bir sabah vapur yolculuğuna çıkıyor. Bir kıtadan diğerine, bir yakadan ötekine… Yol arkadaşları muhteşem, okuyacaksınız. Onun yolculuğundan bize kalan ne peki? İstanbul üzerine birkaç kitap. Reşad Ekrem Koçu. Evliya Çelebi. Ve elbette güzel bir yazı.
Okuma tavsiyeleri
Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi’nin Dünyaya Bakışı, Robert DANKOFF, YKY
Bizans, Edward GIBBON, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Tarih Felsefesi, Güçlü ATEŞOĞLU, Doğan ÖZLEM, Doğu Batı Yayınları
İstanbul Ansiklopedisi, Reşad Ekrem KOÇU, Tan Matbaası
Bizans’ın Gizli Tarihi, Prokopios, İş Bankası Yayınları
Kitap sahaftan alınsın, meyhane salaş olsun, tarih beni anlatsın!
Khalkedon’dan Konstantinopolis’e giden bir vapurdayım şimdi, güneş bütün renklerini alıp götürürken ben yine günün bu vaktine methiyeler düzüyorum. Her şey eşit olsa bile akşamüstünün güzelliğini hiçbir şey karşılayamıyor işte.
Biraz denize çokça gökyüzüne hayran kucağımdaki kitaplara bakıyorum sonra. Edward Gibbon’un üç cilt Roma İmparatorluğu’nu almışım biraz önce sahaftan. Ne güzel kokar eski bir kitap ve ne çok şey öğrenir insan sadece eskiliğinden bile. Artık kullanmayı unuttuğumuz birçok kelime tatlı tatlı selamlar bizi.
Hikaye seviyorum ya ben, belki biraz bu yüzden ‘eski’ye tutkunluğum. Kitap sahaftan alınsın, meyhane salaş olsun. Yıkık dökük bir evin, eski bir duvarın önünde durup düşüneyim hayatı. Sonra bir adam gelsin, her cümlesinden sonra başka bir kitabı karıştırayım merakla. Öğreneyim. Kendimi öğreneyim dünyayla beraber sonra yine kendimi unutayım öğrenirken. Bazen kendini unutmak iyidir.
Kendini unutmak için saatlerce yürüyebilir insan, durmaksızın uyuyabilir. Temizlik yapabilir. Yemek pişirebilir. Bir adamı düşünürken bir kase nar ayıklayıp her bir nar tanesi için aşkına yeni bir masal yazabilir. Aşk kendini unutmanın ve yenilemenin en güzel yoludur hep.
Aşkla akşamüstü, Roma ile Bizans arası bir yerdeyim. Bizans biraz bildiğim bir dönem, Roma tarihinden ise çok uzağım, oysa oradan başlamak gerekiyor Bizans’a varabilmek için. Yeniden elimdeki kitaba bakıyorum. Kendim için almamıştım bu kitabı ama verene kadar biraz karıştırabilirim. Bir kitapla beraber yaşamak böyle bir şeydir zaten daha doğrusu bazı kitaplarla sadece beraber vakit geçirmek bile bir şeyler kazandırabilir insana. Bazen bir kitap alırsınız, rafta kendini okutacağı günü bekler bir süre. Sonra evinize gelen birisi kitapla ilgili bir şeyler söyler. Bazen de başka bir kitapta ona referans verilir ve o sayfaları karıştırırken birkaç sayfasının içine dalmış olursunuz. Ben de şimdi Roma İmparatorluğu’nun içindeyim ya eve gider gitmez biliyorum ki ilk iş yine aynı yazarın henüz okumadığım Bizans sayfalarında dolanılacak.
Gibbon benim sevdiğim tarihçilerden. Sanırım sevmemin nedenlerinden birisi de koskoca bir imparatorluğun tarihini “boyu devrilsin” diye kocasının dedikodusunu yapan çaçaron kadınlar gibi anlatması.
“Leon’un dul eşi Verina, imparatorluğu kendi malı olarak ilan edip, Doğu’nun asasını eline vermiş olduğu nankör uşağı tahttan indirmeye kalktı. Başkaldırmadan haber alan Zenon, ivedilikle İsauria dağlarına kaçtı ve aşağılık Senato, oybirliğiyle Afrika seferindeki alçaklığı bilinen Verina’nın kardeşi Basiliscus’u iş başına çağırdı. Ne var ki gaspçının saltanatı bunalımlı ve kısa süreli oldu. Basiliscus kız kardeşinin sevgilisini öldürttü. Onun hoppa ve küstah karısı Harmatius’a aşağılayıcı davranışta bulundu.” diye sürüp bir anlatım tarzı devam ediyor kitap boyunca. Sanki bir tarih kitabı okumuyorum da pembe dizi izliyorum, en kötü karakterlere bile bazen üzülüp kadere isyan ediyorum onlar yerine.
Bazen de yazara kızıyorum tabii, Prokopios’u okurken olduğu gibi, kendisi ilk elden Bizans tarihçisi olsa bile benim kalbimde apayrı bir yeri olan Theodora’yı nefretle anlatışı yüzünden içim ısınmıyor. Yine de bir yandan o kadar kitap arasında adamın dedikleri zihnimde yer etmiş.
Bizans’tan Osmanlı’ya geçince ise elbette en keyifli anlatıcı Evliya Çelebi’dir. Hayati Develi’nin dediği gibi “Türkiye’deki bütün kütüphaneler yansa, bütün mimari eserler yıkılsa, yok olsa geriye sadece Evliya Çelebi Seyahatnamesi kalsa Allah muhafaza; Seyahatname’nin verilerine dayanarak 17. yüzyıl ve 16. yüzyıl toplumunun mimarisini, eserlerini kültürel olarak ihya etmek, diriltmek, adeta canlandırmak mümkündür.”
Üstelik Evliya Çelebi coğrafya, kültür, ekonomi gibi farklı pek çok alanda bize bilgi verirken bir yandan da kendi tereddütlerini, kafa yormalarını eşzamanlı olarak bizimle paylaşması hem samimiyetine inanmamızı sağlar hem de beraber öğreniriz.
Bir şeyle beraber anılan bir duyguyla bütünleşen tarih daha çok akılda kalıcı oluyor galiba. Üniversiteye hazırlıkta hatırlamamızı kolaylaştırmak her şeye kendince bilgimatikler uyduran bir tarih hocamız vardı. “Lale Devri deyince iki P gelsin aklınıza” deyişi hala kulaklarımda, yüzyıl geçse Lale Devri’nin Pasarofça Anlaşması ile başlayıp Patrona Halil İsyanı ile bittiğini unutmam herhalde.
Bir bilgisayar ne güzel algoritmalarla çalışır, hangi tuşa bastığınızda karşınıza ne çıkacağını bilirsiniz. Oysa insan zihni ah insan zihni çağrışımlarla çalışır. Artık o şarkıyı dinlediğinizde onun ismini anmamanız mümkün değildir mesela. Ne zaman “İki göz yeter/Görmeyi bilsen” dese şarkılar onun gözleri gelecektir aklınıza. Ne zaman patlıcan kızartsanız biraz ona ayırmak istersiniz. Turgut Uyar sizin aşkınızı bilip de yazmış gibi gelir ölçüsüz bir kendini kaptırmışlıkla. Aşk bir çağrışım sanatıdır belli ki, neyi neye bağladığınıza kendinizin bile şaşırdığı.
Çağrışımlarla büyür aşk ve özlem. Bir de bu izler daha az yakalanan güzelliklerse ve daha çok senin kimselere açmadığın dünyanla ilgiliyse her şey bin kere katlanır ve bin kere unutulmaz olur.
Bir tarihin içinde de herkes aynı dönemi yaşar belki ama yola koyulanın, meydana çıkanın, öfkesi olanın, kendinde duyanın, derdi olanın anlattığı tarih kalır. Herkesin gördüğü değil. Aşk gelince hiçbir şeyin artık aynı olmaması gibi.
Eğer “Aşk”sa, sizin savaşınız başlamıştır, sizin tarihiniz yazılıyordur en baştan. Korkularınız da yeni baştan şekilleniyordur, bildiğinizi de unutuyorsunuzdur. Ve o kadar korkarken hiç olmadığınız kadar güçlü olup, aşkla demlenirken yine hiç düşünmediğiniz kadar kırılganlaşırsınız. Gözkapaklarınızın içine çizersiniz resmini ne zaman elinizi uzatsanız onun saçına dokunacak gibi.
Tarih elbette aklın ürünüdür ama akıl ancak bir derdiniz, bir özleminiz varsa geriye bir şey bırakır. Aşkla yürümeli, aşkla perdeleri açmalı, aşkla memleketin derdine düşmeli o yüzden insan.
“Hegel’in de dediği gibi tarihte hiçbir akılsal şey yoktur ki, bu akılsallığa aynı zamanda tutku eşlik etmesin. Bu anlamıyla onun tarih görüşü, sadece ‘bilen varlık’ olan insanı değil, aynı zamanda ‘tutkularıyla birlikte düşünülen akıllı varlık’ düşüncesini de beraberinde getiren bir nelik arzeder.”
Ne akıl ne tutku ne de aşk eksik olmasın hayatımızdan. Biri olmadan diğeri yavan biri unutulunca diğeri delibozuk olabilir çünkü. Yine de bazen birisi ağır basar, affola.
Yeme içmeden doğum kontrol yöntemlerine Evliya Çelebi
Evliya Çelebi’de bazen dönemin yeme içme alışkanlıklarına dair bilgi ediniriz bazen de doğum kontrol yöntemlerine dair. Örneğin “ilk olarak 1641’de yediği at etinden hoşlanmasa da, kısmen Osmanlılaşmış olan Tatarların arasında Evliya’nın kendisini daha rahat hissettiği anlaşılıyor. Sonraki 1665’teki seyahatiyle ilgili olarak Müslüman hukuk alimlerinin konumlarını tartışarak Şafilerin ve Hanbelilerin at etini helal sayarken, Hanefilerin haram saymasalar da mekruh saydıkları sonucuna varır. Bunu 1672’deki Sudan ziyareti sırasında sunulan zürafa etine tepkisiyle karşılaştırabiliriz: ‘Hakire teklif etdiler, tenavül etdik, inşallah helaldir, kitabda mahallin görmedik’ der. Ya da öpüşme zevkini insan etinin lezzetli olduğunun kanıtı olarak gösterse de haram edildiğini bildiği bir et türü de insan etiydi.”
“Mısır’da Sebil-i Allam’daki doğum kontrol taşlarını anlatırken ise Evliya şöyle der: ‘Hatta bu fakirin annesi, hakiri doğururken büyük kafamız annemizin masdarından zorlukla çıktığından ferci dağılıp çirkin olduğundan dolayı hamile kalmadan çekindiğinden bu taşları kullanmaktadır.”
Kahramanım Reşad Ekrem Koçu
Biraz daha bugünlere doğru geldiğimizde ise tarih yazıcılığında kahramanım hiç şüphesiz Reşad Ekrem Koçu. Kendisi sokak sokak yaşadığım İstanbul’u kendi keyfine, ruhuna göre anlatmış. Evliya Çelebi’nin kölesi kaçtığı için duyduğu üzüntüden dolayı gittiği yerde kaç tane ev olduğunu sayamadığını içtenlikle söylemesi gibi Koçu da örneğin Cebeci’yi anlatırken “umumi nakil vasıtalarının yollarında sapa bulunduğu için hususi bir nakil vasıtası temini edilemedi ve gidilip görülemedi, tamamen meçhulümüz kaldı” der. Ya da bilgi sahibi olmadığı bir konuda yaptığı yazışmalardan netice alamadığında, “bu bizim için gayet kuvvetli bir mazarettir” diye kendini açıklamaktan çekinmez. Ben böyle anlarda adeta onunla beraber seyrek geçen bir otobüsü bekler gibi hissederim kendimi ve garip bir yakınlık duyarım.
Arzu Akgün
Subscribe
0 Comments
oldest