ŞEYTAN ETKİSİ 2: Kötüler hep buradaysa, iyiler nerede?
Posted by gülenay börekçi on January 7, 2012 · 6 Comments
Kaldığımız yerden devam edelim. Prof. Zimbardo içimizi kararttıktan sonra umut verici şeyler de söylüyor: “Son yıllardaki yaygın normallik karşıtı propagandanın aksine kötülük aslında sıradan bir şey. Canavarca şeyler yapan insanlar normal hayatta ‘korkutucu biçimde normal’ görünüyorlarsa, kahramanca şeyler yapan adamlar da muhtemelen normal hayatta ‘leziz bir biçimde sıradan’ görünüyorlardır. Sessiz gözlemci olmayı reddeden, kötülüğe sadece bakıp geçmekten bir adım ötesini göze alan, tepki gösteren, ölüm için değil hayat için çalışan herkes bir tür kahraman bence. Kötülükle savaşılacaksa tek yol ‘sıradan’ kahramanlar yaratmak ve ister savaş alanında, ister hapishanede, isterse çok uluslu bir şirketin yönetim departmanında çalışsın, iyiliğin ne olduğu üzerine düşünmüş insanlar yetiştirmek…”
ŞEYTAN ETKİSİ 2: Kötüler hep buradaysa, iyiler nerede?
Çek yazar ve politikacı Vaclav Havel’in de hakkında övgü dolu sözler söylediği ‘The Lucifer Effect’ adlı kitapta 1971’de Stanford Üniversitesi bodrumunda yaşananlar gün gün, gece gece kronolojik olarak anlatılıyor. Ve okur 12 sıradan genç adamın nasıl yavaş yavaş birer canavara dönüştüğünü izliyor.
Kitabın en çarpıcı bölümü Stanford Hapishane Deneyi ile Abu Gureyb’de yaşananlar arasında paralellik kurulması. Amerikalı askerlerin Iraklılara akıl almaz işkenceler yapmak için kullandıkları Ebu Gureyb Hapishanesi’nde askerler mahkumlara sistematik işkence uyguluyor, erkekleri hadım ediyordu. Kan ve irin gölüne dönen hapishane tam bir cehennemdi. ABD yönetimi olayın medyaya yansımasından sonra kendini aklayabilmek için suçu oradaki üç beş askerin üzerine yıkmış ve kendisinin olanlardan tümüyle habersiz olduğunu bildirmişti.
Philip Zimbardo, “Ebu Gureyb görüntülerini izlemek benim için ürpertici olmakla beraber şaşırtıcı sayılmazdı” diyor, “Fiziksel ve psikolojik işkence, çıplak mahkumlar, kafaya geçirilen kesekağıtları, cinsel aşağılama… Ben Ebu Gureyb’de hem 30 yıl önce Stanford’da tanık olduklarımın daha büyük ve karanlık bir yansımasını gördüm hem de bir insanlık trajedisini. Yanlış anlaşılmak istemem; suç işleyen insanların aslında masum olduğunu falan söylemiyorum, sadece ortamın bazı eğilimleri tetiklediğini ve açığa çıkarabildiğini anlatıyorum.”
Yani insanoğlunun Stanford’da olduğu gibi ‘zevk için’ eziyet kabiliyeti de, Ebu Gureyb’deki gibi ‘devletinin çıkarları adına’ eziyet kabiliyeti de aynı kapıya, faşizme çıkıyor.
Bu durumda “Asıl suçlanması gereken kim ya da nedir?” sorusu geliyor akla…
Irak’taki işkenceci askerlerden birinin terapisini ve savunmasını da gönüllü olarak üstlenen Zimbardo şöyle diyor: “The Lucifer Effect’te anlatmaya çalıştığım bu tip bir durumda zincirin en ucundaki üç beş kişiyi suçlamanın yeterli olmadığı. Stanford Hapishane Deneyi’nde de böyleydi, Ebu Gureyb’de de… Sırf işkencecileri cezalandırmak, gerçekleri görmemek olur. Birileri suç işler, birileri de onlar adına özür dileyerek temize çıkmanın yolunu arar. Oysa hakikat bundan çok daha karmaşıktır. Ebu Gureyb olayının mimarları aslında George Bush yönetimidir, askeri sistemdir, sadece işkencecileri oraya yerleştirip o koşullar altında yaşamaya zorlamanın bile böyle sonuç vereceğinin farkında olanlardır, böyle olmasını isteyenlerdir, başka bir deyişle ne yaptıklarını bilen ve sonuçlarını tahmin edebilenlerdir. Ben işkencecilerin yargılanmasından ziyade onların yargılanmasını isterdim.”
Zimbardo sağlıklı bir toplum yönetimi için ilk gerekenin şeffaflık olduğunu düşünüyor ve “Ne denli önemli olursa olsun bütün kararlar kamuya açık alınmalı ve tartışılmalıdır” diyor: “Karar verilirken insanların ortak çıkarları göz önünde bulundurulmalıdır. Bir de herkes bilmelidir ki; yaptığı şey ne olursa olsun onun sorumlusu kişinin kendisidir, bir rütbe verilmiş olması işlediği suçları affedilir kılmaz.” Zimbardo’ya göre askeri ve sivil liderlerin ileri düzeyde psikoloji bilgisine sahip olmaları da şart.
Kötülük adeta lisan gibi öğreniliyor
“The Lucifer Effect”, 17. yüzyıl İngiliz şairi John Milton’ın insan zihninin gücüne ilişkin önermesiyle başlıyor: “Zihin cehennemi cennete, cenneti cehenneme dönüştürebilir” demiş orada Milton.
“Zihni insanı gerçekten de kahraman veya cani yapabilir” diyor Zimbardo, “Bu konuda kapasitesi sınırsız, etrafta olanları umursayıp umursamak, bencil olmayı seçmek veya seçmemek, yapıcı ya da yıkıcı olmak tamamen zihnimizin kontrolünde.”
Ve devam ediyor: “Çocukların dil öğrenme yeteneklerini düşünün. Nerede olursa olsunlar bulundukları yerin dilini kolayca öğrenip içselleştirebilirler. Bir çocuğun dil öğrenme kapasitesi muazzamdır. Yetişkinler içinse bırakın kurallara hakim olmayı, yeni bir dile uyum sağlamak bile güçtür. Bu, şu demek oluyor; dil öğrenme konusunda inanılmaz yeteneklere sahip olan çocuklar başka şeyleri öğrenip içselleştirmek konusunda da çok yeteneklidirler.”
Zimbardo’ya göre dört bir yandan gelen etkiler altında büyüyoruz, yaşadığımız kültürel, tarihi, ekonomik ve siyasi deneyimlerin hiçbiri öylesine gelip geçmiyor, izlerini bırakıyor. Bizse çoğu zaman nerede, nasıl şartlarda yetiştiğimizi unutmaya eğilimli oluyoruz; sanki şartlar ne olursa olsun biz gene aynı kişi kalırmışız gibi geliyor bize. Özgür irademiz ve mantığımızın doğru seçimler yapmamıza yeteceğini sanıyoruz. Halbuki yetmiyor.
Bir düşünelim… Kendimizi rahat ve iyi hissettiğimiz ortamın dışına çıksak, hiç bilmediğimiz saldırılara maruz kalsak veya bizden hiç alışık olmadığımız şeyler beklense ne olurdu acaba? Öyle kibirliyiz ki; öngörülebilir hayatlarımızda hiçbir şey değişmeyecekmiş sanıyoruz. Birileri kötüdür, bizse iyiyiz ve bu hep böyle kalacak gibi geliyor bize. Halbuki iyilikle kötülük arasındaki sınır sandığımızdan çok daha ince. Üstelik bu sınır hiç de soyut bir çizgiden ibaret değil.
“Bana ne!” demek de kötülük
İnsanların hayatlarının bir döneminde kötülüğü seçmelerinin sebepleri muhtelif. Tetiği çekip şiddeti davet eden zihinsel hastalıkları hariç tutarsak, birçok şey kötülük yaptırabilir insanlara. Belki takım oyununda öne çıkmak istiyorlardır, belki programa uymak gerektiğini hissediyorlardır, belki hayran olunmaya ihtiyaçları vardır. Belki de dışlanmamanın tek yolu budur gibi geliyordur onlara.
Kötülük kimi zaman sadece tepkisizlikten ibaret olabiliyor. ‘Bu benim işim değil’ diyerek, ‘Bana zararı yok ki’ diye düşünerek de kötü olunuyor. Meleklerin uğramadığı yere sıradan insanlar da uğramayabilir sanılıyor herhalde. Tabii şu var: Toplumun insanı kötü olmaya yönlendirmesi, iplerin tamamen koşulların elinde olduğu anlamına gelmiyor. Çevrede kötülük üreten ve onu ihtimamla koruyup besleyen çeşitli kötülük jeneratörleri mevcut olsa da karar verip yaptığımız şeylerden sonuçta hep biz sorumluyuz.
Dr. Zimbardo suça ve suçun cezalandırılmasına ilişkin bildiğimiz her şeyi yeniden gözden geçirmemizi öneriyor. Sağlıklı bir toplum için, yasalar, tıp, psikiyatri, dinsel yapı ve öteki devlet kurumlarının tamamını yenilemek gerekiyor. Çünkü bir toplumdaki patolojinin mevcutiyeti, zehiri üreten ve yayılmasını sağlayan toplumsal mekanizmada aksayan şeyler olduğunu gösteriyor.
Esas kahramanlar kimler?
İlhamını Hannah Arendt’in sıradan faşizmi anlatmak için kullandığı ‘kötülüğün banalliği’ lafından alan Philip Zimbardo, “Son zamanlardaki yaygın normallik karşıtı propagandanın aksine kötülük son derece sıradan bir şey aslında” diyor. “Canavarca şeyler yapan insanlar normal hayatta ‘korkutucu biçimde normal’ görünüyorlarsa, kahramanca şeyler yapan adamlar da muhtemelen normal hayatta ‘leziz bir biçimde sıradan’ görünüyorlardır. Sessiz gözlemci olmayı reddeden, kötülüğe sadece bakıp geçmekten bir adım ötesini göze alan, tepki gösteren, ölüm için değil hayat için çalışan herkes bir tür kahraman bence. Kötülükle savaşılacaksa tek yol ‘sıradan’ kahramanlar yaratmak ve ister savaş alanında, ister hapishanede, isterse çok uluslu bir şirketin yönetim departmanında çalışsın, iyiliğin ne olduğu üzerine düşünmüş insanlar yetiştirmek…”
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Filed under egoist okur kitaplığı, vitrin · Tagged with araştırma, deney, gülenay börekçi, hannah arendt, john milton, kötülüğün sıradanlığı, kötülük, kültür, metis yayınları, philip zimbardo, popüler kültür, psikiyatri, sel yayıncılık, şeytan etkisi, stanford hapishane deneyi, the exorcist, toplumsal psikoloji, vaclav havel, william peter blatty
Cok cok guzel bir yazi, inanilmaz guzel ve dogru saptamalarla dolu..
Vallahi tebrikler…
Dilek’cim çok teşekkür ederim. Ben de çok etkilenmiştim Zimbardo’nun yazdıklarını okuyunca. Beni değil onu tebrik etmek lazım :)
Bir not da bizden: Zimbardo deneyini romanlaştıran Mario Giardino’nun “Das Experiment” isimli romanı Ekim’de Sel’den yayınlanacak. Bu romandan uyarlanan Alman yapımı Das Experiment (2001) isimli filmi, Hollwood geçen yıl The Experiment adıyla tekrar çekti. Ancak hikayenin “gerçekliğini” hissetmek açısından Alman yapımını ve elbette yayınlandığında romanını hararetle tavsiye ederiz.
Keşke Zimbardo’nun kitabını yani Lucifer Effect’i de bir yerlerde yayınlasalar. Gene de Das Experiment’ın yayınlanacak olması da iyi. Sel’i seviyoruz :)
Yazıya şapka çıkardım..
Tüyler ürpertici, insanın işkence ile hakim olma arzusunu ve bundan aldığı keyfi görmek. Kitapları okumadım ama hem Das Experiment hem de The Experiment’i izledim. Her bireyin birbirinden farklı olduğunu da ortaya koyuyor. Annesine karşı ezik bir adam orada bir canavara dönüşüyor ama sağlıklı olan bir diğeri (gardiyan), ihtiyacı olan mahkuma ilacını götürebilmek için kendini feda ediyor. Canavar gardiyan, sağlıklı bir ailede doğup, sağlıklı bir çevrede yetişseydi, acaba öyle olur muydu?
melda’cım, teşekkürler o şapka için :) bu yazının ciddiyetine yakışmıyor belki ama seni çok özledim bir de.